“Mü'minin, alameti beştir: Her gün elli bir rekât namaz kılmak. Erbaîn ziyareti yapmak. Sağ elin parmağına yüzük takmak. Secdede alnı toprağa koymak. ‘Bismillahirrahmanirrahim'i yüksek sesle söylemek.”[1]
Hadiste
geçen elli bir rekât namaz ile kastedilen, on yedi rekâtlık günlük farz
namazlarla birlikte günlük sünnet namazlardır. Sünnet namazlar, farz
namazların eksiklik ve zaafını telafi eder. Bu alanda özellikle tavsiye
edilen ve çok da faydalı olan teheccüd namazıdır. Hadiste dikkat çekilen
elli bir rekât namaz, Şîîlerin özelliklerinden ve de Allah Resûlü'nün
(s.a.a.) ümmete getirdiği miraç armağanıdır. Namazın “mü'minin miracı”
olarak tanımlanmasının nedeni, belki de namaz emrinin miraçtan gelmesi
ve insanı miraca çıkarma özelliğine sahip olmasıdır.
Hadiste
hatırlatılan diğer hususlar da Şîîlerin özelliklerindendir. Çünkü secde
ederken alnını toprağa koyan sadece Şîîlerdir ve ayrıca onların
dışındakiler, "Bismillahirrahmanirrahim"i ya hiç söylemez ya da sessiz
olarak söyler. Sağ ele yüzük takmayı ve İmam Hüseyin (a.s.)'ın Erbaîn
ziyaretini sünnet kabul eden de yine Şîilerdir.
“Bizim hadislerimizden kırk (erbaîn) hadis ezberleyen kimseyi Allah kıyamet günü âlim ve fakih olarak diriltir.”[2]
Erbaîn
ziyaretinin önemi, sadece imanın alameti oluşundan dolayı değildir.
Erbaîn ziyareti, bu hadisten de anlaşıldığı üzere farz ve sünnet
namazlar konumundadır. Bu hadis uyarınca namaz dinin ve şeriatın direği
olduğu gibi Erbaîn ziyareti ve Kerbelâ olayı da velâyetin direğidir.
“Şüphesiz ki, sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum... Allah'ın Kitabı... ve Itret'im/Ehlibeyt'im.”[3]
Allah'ın
Kitabının özü olan ilâhî dinin bir direği vardır ve o da namazdır.
Itret'in özünün direği ise Erbaîn ziyaretidir. Bu iki direk, İmam Hasan
Askerî (a.s.)'ın hadisinde bir arada zikredilmiştir. Ancak bu bağlamda
bilinmesi gereken, namazın ve Erbaîn ziyaretinin insanı nasıl dindar
yaptığını anlamamızdır.
Zatı
mukaddes Allah, namaz hakkında birçok öğretileri açıklamıştır. Mesela
buyurmuştur ki, insan, fıtratı itibariyle muvahhiddir. Ancak insanın
tabiatı, kendisine hüzün veren acı olaylar karşısında ağlayıp sızlamak
ve onu sevindiren gelişmeler karşısında ise (içine düştüğü kötü durumdan
kurtaran Allah'ı unutarak) hayrı engellemek üzere yaratılmıştır. Namaz
kılan insanlar bundan istisnasıdır. Onlar, tabiatlarının azgın huylarını
dengeleyebilirler; sabırsızlık, ağlayıp sızlama ve hayrı engelleyen
şeylerden kurtulabilirler. Böylece de Allah'ın özel rahmetine nail
olabilirler.
Erbain
ziyareti de bu özelliğe sahiptir ve insanı sabırsızlıktan,
sızlanmaktan, menetmekten alıkor. Şehidler Efendisi'nin (a.s.) asıl
amacının insanları eğitmek ve arındırmak olduğunu, bu yolda hem tebliğ
ve açıklama hem de canını feda etme yöntemini kullandığını bildirmiştik.
Bütün bunları bir arada yapmak, o Hazreti (a.s.) üstün kılan
özelliklerdendir.
“Dünyanın
aldattığı ve payını (ahiretini) dünyanın değersiz alçak metaına ve
ahiretini en değersiz paraya satan, hevâ ve hevesine dalan ve alçalan
kimseler onun aleyhine birleştiler ve ona sitem ettiler.”
– Allah'ın peygamberlerinin çoğu kırk yaşında peygamberliğe seçilmiştir.
– Hz. Musa (a.s.)'ın Zât-ı Mukaddes Allah ile özel mülakatı kırk gece sürmüştü.
– Teheccüd namazında kırk mü'min hakkında dua etmek tavsiye edilmiştir.
– Kırk eve kadar olan komşulara güzel davranılması ve değer verilmesi hadislerce bildirilmiştir.
Hadislerde şöyle geçmektedir:
“Peygamberlerin, velilerin ve mü'min kulların ibadet ettikleri yer, ölümlerinden sonra kırk gün boyunca onlara ağlar.”
Ancak İmam Hüseyin (a.s.)'ın şehadetinde gökyüzü ve yeryüzü kırk gün kan ağladı. Bu hadislerde geçen gözyaşı veya kan, zahirî anlamında yorumlanmamalıdır. Elbette bunu inkâr etmemek de gerekir.
Bunun
açıklaması şudur: Gökyüzündeki gezegenlerde, çıplak gözle görülemeyen
birçok patlamalar olmuştur. Ancak uzmanlar, yıldız bilimi ve
gözlemevleri yardımıyla bu patlamaları gözlemlemişlerdir. İnsanlar, sırf
bu patlamaları normal gözlerle görmediklerinden dolayı konu hakkındaki
haberleri yalanlayamayacakları gibi gökyüzü ve yeryüzünün kan ağlamasını
da inkâr etmemelidirler. Çünkü bu gibi konular da insanların
rasathaneler yardımıyla bile görebilecekleri ve ulaşabilecekleri
bilgiler türünden değildir.
Aslında
melekûtî bir olay mülkî araçlar yardımıyla asla algılanamaz. Mesela, en
dakik ve en gelişmiş gözlem tekniği yardımıyla dahi, uyuyan bir insanın
sâdık rüyasında gördükleri gözlemlenemez. Yusuf (a.s.)'ın rüya
âleminde, on bir yıldızın ay ve güneşle birlikte kendisine secde
ettiklerini görmesi, hiçbir rasathane tarafından ne doğrulanabilir ve ne
de yalanlanabilir. Anlatmak istediğimiz şudur: Melekûtî gözyaşı veya
kan ağlama olayı, ne tecrübî teknik tarafından doğrulanabilir ve ne de
onun yalanlama alanına girer. Ayrıca bir şeyin uzak bir ihtimal olarak
görülmesi onun imkânsızlığını göstermez. Görmek için gözü olmayan biri,
en azından görenlerin sesini duyacak bir kulağa sahip olabileceğini
anlamalıdır.
“Eğer gözyaşlarım kuruyacak olsa, kesinlikle gözyaşı yerine sana kan ağlayacağım.”[5]
Hemen
belirtmeliyim ki, ölmüş olan biri bütün dinler ve milletler arasında
saygı ile anılmıştır. Bazı milletler, bir ay sonra ve bazıları da kırk
gün sonra ölülerini saygı ve tazimle anarlar. Müslümanlar ve özellikle
de Şîîler, Masum Ehlibeyt İmamları'nın (a.s.) şehadetinden sonraki ilk
kırkıncı günde anma ve tazim merasimleri düzenlemiştir. Ancak İmam
Hüseyin (a.s.)'ın şehadeti bu husustaki tek istisnadır ve o Hazret
(a.s.) kıyamete kadar her yıl şehadetinin kırkıncı gününde anılacaktır.
Erbaîn
ziyaretinde, İmam Hüseyin (a.s.)'ın kıyam amacının Yüce Peygamber
(s.a.a.)'in amacıyla aynı olduğuna vurgu yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerim ve
Nehcü'l-Belâğa'da peygamberlerin gönderiliş amacının iki şey olduğu
bildirilmiştir: Bunlardan biri, insanların bilgili ve diğeri ise nefsin
arınması ile akıllı olmalarını sağlamaktır.
Bilgili
olmayan insanlar Allah'ın buyruğunun ne olduğunu kavrayamaz, hâliyle ne
kendilerini ve ne de başkalarını eğitemezler. Bazıları da
bilgilidirler, ancak akıllı olmadıklarından dolayı bilgileri
doğrultusunda amel etmezler. Bundan dolayı peygamberler, insanları
bilgilendirmek ve arındırmak için gönderilmişlerdir. Onlar, insanlara
iyilikleri öğretir ve doğru yolu gösterirler. Böylece insanlar iyiliği
anlar ve bu doğrultuda amel ederler. Böyle bir toplum Allah evliyasının
eğitim beşiğidir.
“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara ayetlerini okusun, Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları (kötülükten) arındırsın.”[6]
Yüce Allah Hz. İbrahim (a.s.)'ın bu duasını kabul edip şöyle buyurmuştur:
“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”[7]
Bu ayet uyarınca Hicaz halkı, Yüce Peygamber (s.a.a.)'in bi'setinden önce ilmî ve amelî olmak üzere iki büyük sorunla karşı karşıyaydılar. Bunlardan biri bilgisizlik ve diğeri ise dalaletti. Yüce Peygamber (s.a.a.), bir yandan Kitap ve hikmeti öğreterek onları bilgisizlikten kurtardı, âlim olmalarını sağladı ve öte yandan da nefislerini tezkiye ederek sapıklıktan kurtardı, âdil olmalarını sağladı.
Mü'minlerin Emiri Ali (a.s.), Yüce Peygamber (s.a.a.)'in bi'setini şöyle açıklamıştır:
“Böylece Allah, Peygamber vasıtasıyla onları dalaletten hidayete erdirdi ve onun konumuyla onları cehaletten kurtardı.”[8]
Yani Yüce Allah, Peygamber (s.a.a.)'in eliyle insanların âlim ve âdil olmalarını gerçekleştirdi.
Bu, Ehl-i Beyt (a.s.)'ın tümünün görevidir. Onlar dersleriyle, konuşmalarıyla ve mektuplarıyla görevlerini yerine getiriyorlardı. Ancak Şehidler Efendisi (a.s.), bütün bunların, olması gereken temel etkiyi yaratacağından ümitsizliğe düştüğünden dolayı amacına ulaşmak için kanını ve canını da feda etti. Sadece İmam Hüseyin (a.s.) hem kültürel, siyasal, ictihadî alanda mücadele etti ve hem de savaş alanında cihad etti.
İmam Hüseyin (a.s.)'ın Erbaîn ziyaretinde şöyle geçmektedir:
“O da halka hücceti tamamladı ve ümmete mazeret bırakmadı, yumuşaklıkla nasihat etti ve kullarını cehaletten ve dalalet şaşkınlığından kurtarmak için senin yolunda kanını akıttı.”[10]
Yani İmam Hüseyin (a.s.), ilmî cehalet ve ahlâkî fesat denizine gömülmüş insanların âlim ve âdil olması için mazeret bırakmadı, nasihat etti ve kanını bahşetti. Geçmiş peygamberlerin bazıları da ictihadî tebliğ, talim ve tahkikin yanı sıra, barbarlığı merhamete ve cahilliği İslâmî uygarlığa dönüştürmek için cihad meydanına inmiş ve bu yolda şehadet şerbeti içmiştir.
* Haz. Kasım Toprak, Ziyaret-i Erbaîn, Önsöz Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 21-34.
[1]- Tehzib, c. 6, s. 52.
[2]- Usûl-u Kâfî, c. 1, s. 49.
[3]- Bihâru'l-Envâr, c. 89, s. 13.
[4]- Meâric Sûresi, 19-22.
[5]- Bihâru'l-Envâr, c. 98, s. 238.
[6]- Bakara Sûresi, 129.
[7]- Cum'a Sûresi, 2.
[8]- Nehcü'l-Belâğa, 1. Hutbe.
[9]- Allah Resûlü (s.a.a.)'in, “Hüseyin (a.s.) bendendir ve ben de Hüseyin'denim (a.s).” buyruğuna işarettir. Bihâru'l-Envâr, c. 43, s. 261.
[10]- Mefâtihu'l-Cinân.