3 Mayıs 2018 - 20:01
Kutsal Savaşı Müslümanlar mı Yoksa Hristiyanlar mı Uydurdu!?

Almanyalı bir düşünür bu hususta şunları söylemektedir: Müslümanlar mukaddes savaşın keşfedicileri değildiler.

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Almanyalı bir düşünür bu hususta şunları söylemektedir: Müslümanlar mukaddes savaşın keşfedicileri değildiler.

Ehlader Araştırma Bölümü

Batı medyasının Müslümanları huşunet taraftarı göstermek için giriştikleri organizeli programlarından biri de dini terörizm mahlasıyla Müslümanları mukaddes savaş deyimiyle itham etmeleridir.

Burada cevap olarak kısaca bazı hususları dillendirmemiz yerinde olacaktır. çncelikle mukaddes savaş batıların ürettiği bir ıstılahtır ve İslam'da cihat mukaddes savunma anlamındadır. İkincisi ise; her ne kadar Kur'an'da cihat ayetleri varsa da bununla beraber uluslar arası ilişkilerde anlaşmalara uyma ve barış gibi iki önemli ilke de dillendirilmiştir. Cihat da bu iki ilke çerçevesindedir. Aşağıda bu noktaların her biri geniş bir şekilde incelenecektir.

a- İslam'da Cihadın Anlamı

Şianın fıkhi görüşüne göre İmamın gaybeti döneminde cihat sadece meşru savunma çerçevesinde caizdir ve her hangi bir ülkeye karşı ufak bir saldırı bile caiz değildir. (İmam Humeyni, Tahrir'ul-Vesile, c. 1, s. 482)

İmamın gaybeti döneminde de ibtidai cihat hakkında bazıları şunları söylemektedir; İslam'ın ilk dönemlerinde bile cihat ve savaşlar başkalarını zorla Müslüman yapmak için girişilen olgular değildi. Bilakis bir tür savunma savaşlarıydı ki düşmanlar başlatmış, askeri fitnelere başvurmuş, peygamberi kovmak için planlar yapmış, İslam toplumu ile yaptıkları anlaşmaları bozmuş veya Müslümanlara zulmetmişlerdir. Bu yüzden Kur'an'daki cihat ayetleri bunlara ıtlak olunmuştur. Ayetlerin birinde Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. şüphesiz Allah, âdil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 8–9)

Bu ayete göre dininiz yolunda sizinle savaşmamış ve sizi ailenizden ve yurdunuzdan çıkarmamış kimselere karşı iyilik yapmanız ve onlara adil davranmanız caizdir. Dolayısıyla şeriata göre bu kimselerle savaşmak caiz değildir ve yasaktır. İmam Humeyni'ye göre askeri saldırı durumunda askeri savunma farzdır. Eğer düşman siyasi ve ekonomik alanda saldırıya geçer ve bu vesile ile Müslümanları zayıflatacak olursa yine de silaha sarılmak caiz değildir. Ancak onların yaptıkları saldırı tarzında bir saldırı yapılabilir. çrneğin mallarına ambargo konulabilir. (İmam Humeyni, s. 485)

Mukaddes savaş (Holy War) kavramı daima batı medyasında ve batılı yazarların eserlerinde Müslümanları huşunet ve terörizmle itham etmek için İslami cihada eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Cihat kavramının açıklanmasıyla bu kelimenin gerçeklerle hiçbir ilgisinin olmadığı görülecektir. Aslında İslam'da mukaddes savaş ıstılahı yoktur. İslam'da cihadın mahiyeti savunma cihadıdır ki bugünün uluslar arası hukukunda her ülkenin doğal hakkı olarak benimsenmiş ve BM sözleşmesinin 51. maddesi başta olmak üzere birçok uluslar arası konferansta resmi bir şekilde kabul edilmiştir.

Almanyalı aydın bir düşünür bu hususta şunları söylemektedir: “Müslümanlar mukaddes savaşın keşfedicileri değildiler. Bilakis Papa 2. Urban bu savaşları ilahi meşiyet bildi ve haçlı savaşçılar bu niyetle savaşlara katılıyorlardı. Bu savaşçılar takriben dört milyon Müslüman ve Yahudi'yi öldürdüler. Denildiğine göre “Kudüs'te dizlerine kadar akan kanı görüp sevinç gözyaşları” dökenler Müslümanlar değildiler. İslam'da savaş hakkında mukaddes kelimesi yoktur. Mukaddes savaş maalesef Tevrat'ta olan bir kelimedir. (Tuden Hufer, s. 40)

b- Uluslararası İlişkilerin İlk İlkesi Mahlasıyla Barış ve Dostluk

Önceki konumuzun devamında şu önemli konuya dikkat etmemiz gerekir ki acaba İslam'a göre uluslar arası ilişkilerde ilk ilke savaş ve dostluk üzerine mi bina edilmiştir yoksa savaş ve mücadele üzerine mi bina edilmiştir? Eğer ilk ilke barış ve dostluk üzerine bina edilmişse milletler arasındaki dostluğun devam ve tahakkuku için en iyi vesile uluslar arası anlaşmalar ve bunlara bağlılıktır. Eğer ayetlerin ve rivayetlerin içerikleri üzerine düşünecek olursak uluslar arası ilişkilerde asıl ilkenin barış ve uyum olduğu çatışma ve mücadelenin zorunluluktan kaynaklanan ikinci bir durum olduğu görülecektir. Nitekim Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."

"Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. şüphesiz Allah, âdil davrananları sever."

Bu ayette Allah'u Teâlâ Müslümanları kendilerine eziyet ve işkence etmeyen kafirlere karşı insaflı olmaya ve adilce davranmaya teşvik etmektedir. Rivayetlerde de bu konu çok dillendirilmiştir. İmam Ali (a.s) Malik Eşter'e yazdığı meşhur ahitnamesinde şöyle buyurmaktadır:

“Düşmanların sana önerdiği ve Allah'ın rızasının olduğu barışı reddetme. Bu, ordunun güçlü kalmasına, gamdan rahatlığa ve ülkenin güvenliğine vesile olan barıştır.”

Ancak şunu da hatırlatmamızda yarar vardır. İlk ilkenin barış ve dostluk olması bizlerin düşmanların olası hileleri karşısında gaflete duçar olmamız anlamında değildir. Ya da onların iç işlerimize karışmalarına sessiz kalmamız ve sırlarımızdan haberdar olmalarına ses çıkarmayacağımız şeklinde algılanmamalıdır. Bilakis daima anlaşma yaptığımız eski düşmanlarımıza karşı uyanık olmalı ve gereksiz iyimserlikten kaçınmalıyız. Nitekim İmam Ali (a.s) Malik Eşter'e düşmanın barış anlaşmasını kabul etmesini tavsiye etmesinden sonra şöyle buyurmaktadır:

“Barış anlaşmasından sonra düşmana karşı daima uyanık olmalısın. çoğu zaman düşman gafil avlamak için barışı vesile kılar. Dolayısıyla ihtiyat boyutunu göz önünde bulundur ve bu hususta düşmana karşı iyimserlikten kaçın.”

c- Uluslar arası Anlaşmalara Bağlılık İlkesi

Günümüzde terörizmin asıl nedenlerinden biri de daha çok süper güçler tarafından görmezlikten gelinen uluslar arası anlaşmalara bağlılığın olmamasıdır. Süper güçlerin itinasızlığı teröristlere yaptıklarını meşru göstermelerini kolaylaştırmakta ve bazı ülkeleri de terörist grupları savunmaya teşvik etmektedir. İslam'da başkaları ile yapılan anlaşmalara bağlılık ve vefa tekit edilen önemli meselelerden biridir.

Ahde vefa Kur'an ve hadiste çok dillendirilen özel bir meseledir. “Anlaşmalarınıza uyunuz” (Maide, 89). Bir taraftan da anlaşmaları bozmaktan nefyetmiştir. “Anlaşmaları imzaladıktan sonra bozmayınız” (Maide, 89). Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:

"Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün elebaşlarıyla savaşın. çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler." (Tevbe, 12)

Allah'u Teala bu ayette uluslar arası ilişkilerde asıl sorunun anlaşmalara bağlılığın olmamasından kaynaklandığını söylemektedir. Yani uluslar arası alanda kafirlerin anlaşma ve ahitlerine bağlı kalmamasından dolayı sorunlar ortaya çıkmaktadır. çağdaş Müslüman alimlerden biri bu hususta şunları söylemektedir: “İslam defalarca uluslar arası anlaşmalara ve ahitlere bağlılığı dillendirmiş ve bu hususta müsamaha göstermemiştir. Bu meselenin nedeni şudur; Allah'u Teala'nın kendisi varlık düzeninden bir bütün olarak haberdardır ve kıyamet gününe kadar diğer dinlerin var olacağını bilmektedir…”

Bu kadar açık bir şekilde diğer dinlere tabi kimselerin dinlerine bağlılığını dillendiren Allah'u Teala'nın onlar hakkında bir öğretisinin olmaması nasıl mümkün olabilir? Bu öğretilerin en değerlisi uluslar arası anlaşmalara ve yemine bağlılıktır. Zira anlaşmalara uymakla insanlar cennet ehli kılınabilir ve Müslümanların Salih hayat programları idare edilebilir. çünkü bütün insanların idaresi için dünyada lazım olan şey anlaşmalardır. Kur'an'ı Kerim başkalarının dinsizliğini onlarla savaş nedeni olarak kabul etmemektedir. Lakin anlaşmaları bozmayı savaş nedeni bilmektedir.

"Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün elebaşlarıyla savaşın. çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler." (Tevbe, 12)

Ayette de görüldüğü üzere kafir önderlerle savaşın sebebi imansızlıkları veya küfürleri değildir. Bilakis anlaşmayı bozmaları ve yeminlerine riayet etmemeleridir. Başka bir ayette de anlaşmalara uymayı ve ahde vefa etmeyi iyilerin özelliklerinden saymıştır:

"Asıl iyiler Allah'a iman eden… antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerdir." (Bakara, 177).

Bazıları Kur'an ve hadislerde dillendirilen ahde vefayı Müslümanlar arası şahsi ilişkilerle sınırlı olduğunu düşünebilir. Ancak ayetlerin iniş sebepleri de göz önünde bulundurulduğu zaman bu ayetlerin daha çok siyasi boyutlarının olduğu keza Müslümanlar arası ilişkileri de kapsadığı görülecektir. Dolayısıyla ahde vefanın zorunluluğu genel bir emirdir ve insanların imzaladıkları uluslar arası ve şahsi her türlü anlaşmayı kapsamaktadır.

Merhum Allame Tabatabai bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Ahit kelimesi insanın veya bir grubun bağlanmayı zorunlu bildiği her türlü anlaşmayı ve ahdi kapsamaktadır… Yani muamele, muaşeret ve ilişkilerde görünen her türlü anlaşmadır.” (Tabatabai, c. 1, s. 437)

Başka bir ayette Allah'u Teala uluslar arası anlaşmalara saygı için başka Müslüman ülkeleri savunmak amacıyla anlaşma yapılan ülkelerle savaşmaya izin vermemektedir. Bu hususta Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir." (Enfal, 72)

Allah'u Teala bazı ayetlerde ahde vefayı takvadan ve ahdi bozmayı da takvasızlıktan bilmektedir.
"Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. " (Tevbe, 4).

Bu ayette hatta müşriklerle imzalanan anlaşmalara sadık kalmak bile takvanın gereksinimlerinden sayılmıştır. Yoksa maslahatsal bir taktik veya siyaset olarak dillendirilmemiştir. Başka bir ayette de Allah'u Teala müşriklerle yapılan anlaşmayı kendisi ile yapılmış anlaşma bilmektedir:

"Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin." (Nahl, 91) Dolayısıyla terörizm ve huşunetin nedenlerinden biri uluslar arası anlaşmalara bağlı kalmamaktır. Müslümanlar dini öğretileri esas alarak bu hususta öncü olmalıdır.

Masum imamların sözlerinde de ahde vefa ve uluslar arası anlaşmalara uyma çok fazla dillendirilmiştir. İmam Ali (a.s), Malik Eşter'e yazdığı ahitnamesinde düşmanlarla anlaşmayı bozmayı ve ahde vefasızlığı Allah'a karşı gelme bilmektedir. “Ey Malik! Ahit ve sözleşmenle düşmanını kandırma cahil ve şakiler dışında kimse Allah'a karşı gelmez.”

Yine bu ahitnamede İmam Ali (a.s) ahde vefayı ilahi farzlardan bilmektedir. “İlahi farzlardan hiçbir farz ahde vefa kadar önemli değildir. İnsanların farklı istek ve değişik görüşleri vardır ama her şeyden çok ahde vefada bir araya gelirler.”

Allah Resulü (s.a.a) ve diğer masum imamların siyerleri de hiçbir zaman bunun aksini ortaya koymadı. Bu ilahi insanlar daima düşmanlarla yaptıkları anlaşmalara bağlı kaldıklarını gösterdiler. Allah Resulü (s.a.a)'in Yahudilerden Beni Kaynaka ve Beni Kurayze ile yaptığı anlaşmalar ile Kureyşlilerle yaptığı Hudeybiye anlaşması buna örnektir. (Tabatabai, a.g.e, c. 9, s. 195)

Barış içinde birlikte yaşamak için asıl çare mahlasıyla uluslar arası anlaşmalara uymanın gereksinimine dair birçok beyan olmasına rağmen Kur'an'da kafirlerin ve müşriklerin ahitlerine vefa etmedikleri için kınandıklarını görmekteyiz. Kur'an ayetleri mecmuası, kafirlerin ve müşriklerin ne itikadi açıdan ne de amelde ahitlerine vefa etmediklerini bizlere söylemektedir. Nitekim Allah'u Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. çünkü Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever." (Tevbe, 7)

Müşriklerin anlaşmalara uymaması bir istisna değildi. Kur'an'ın ifadesi ile bu onlar için bir kaide olmuştu ve imzaladıkları her anlaşmayı bozuyorlardı. Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez." (Bakara, 100).

Kur'an'daki “Onların çoğu iman etmezler” ifadesi bazılarının mantıksal olarak ahde vefaya inanmadıklarına delalet etmektedir. Allame Tabatabai'nin ifadesiyle küfür önderleri için önemli olan kendi toplumlarının hayati menfaatleridir. Bu yüzden eğer her hangi bir anlaşma imzalıyorlarsa da günün gereksinimlerinden ötürü imzalamakta ve iki tarafın güçleri eşit olduğu güne kadar bu anlaşma riayet etmektedirler. Ancak kudret terazisinin kefelerinden birinde ağırlık oluşmaya başladığı andan itibaren her hangi bir bahane ile anlaşmayı bozmaktadırlar. Aslında onların bahane getirmelerinin nedeni de görünüşte uluslar arası anlaşmalara uyduklarını göstermek içindir. (Tabatabai, a.g.e, s. 196) Nitekim Allah'u Teala Kur'an'ı Kerim'de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, sizin hakkınızda ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir." (Tevbe, 8)

Tercüme: Sedat Baran

Ekler