Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir.
Bu Allah'a göre güç değildir.
Onların tümü toplanıp Allah-'ın huzuruna çıktılar da zayıflar, büyüklük
taslayanlara dedi ki: "Şüphesiz, biz size tabi idik, şimdi siz bizden
Allah'ın azabın-dan herhangi bir şeyi önleyebilir misiniz?" Dediler ki:
"Eğer Allah bize doğru yolu göstersey-di biz de sizlere doğru yolu
gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez. Bizim için
kaçacak hiçbir yer yoktur."
İş hükme bağlanıp bitince şeytan der ki:
"Doğrusu Allah size gerçek olan vaadi vaadetti, ben de size vaadde
bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir
gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse
beni kınamayın, siz kendinizi kı-nayın. Ben sizi kurtaracak değilim,
siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak
koşmanızı da tanıma-mıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab
vardır."
İman edip salih amellerde bulunanlar Rablerinin izniyle
altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere
konulmuşlardır. Orda birbirleri-ne olan dirlik temennileri "sel-am"dır.
Peygamberlerin risalet hedefi-nin açıklandığı bu surede sapkın-lık ve şeytanın saptırma meselesi de ortaya çıkmaktadır.
Acaba sapıtanların Allah katın-da belli bir özürleri var mıdır?
İnsanlığı saptırmada şeytanın hilelerinin etkisi ne ölçüdedir; şey-tan
insana ne ölçüde musallat ol-makta ve onu saptırmaktadır?
Allah-u
Teala Peygamber'e (s.a.a) kâmil ve örnek insan ünva-nıyla hitap
etmiştir. Bu sadece peygamberlere ait bir hitap değil-dir. Zira bu
hitaba herkes ortaktır, şöyle buyuruluyor: "Acaba gör-müyor musun?" Yani
insanlar görmelidirler ve bu sadece Resulullah'a (s.a.a) ait değildir.
"Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun?" Varlıklar
başıboş değildir. Bütün varlıklar kemale doğru ilerlemek-tedirler.
Hiçbir varlık yönsüz de-ğildir. Varlıklardan biri olan insan da,
hedefsiz ve yönsüz değildir. İnsanın hedefi "ahiret"tir ve ona doğru
ilerlemektedir. Bu yaratılış hak üzeredir ve asla haktan ayrı değildir.
Hak batılın karşısındadır. Hedefsiz ve boş işler batıldır an-cak hedef
için yapılan doğru işler haktır.
Sâd Suresinde "Biz gökyüzü-nü,
yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu
küfredenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azaptan) dolayı vay o
küfretmek-te olanlara"
Kafirler nedensellik kanununu inkar
etmiyorlar, madde alemin-deki neden-sonuç ilişkisini kabul ediyorlar,
ama ilk neden olan illet-i fâili (etken neden) ve son hedef olan illet-i
gai'yi (ereksel neden) kabul etmiyorlar. Bunlar maddeler arasında var
olan özel ilişki gereği, maddenin değişmesi sonucunda alemin oluştuğuna
inanmaktadırlar. Mekke müşrik ve kafirleri Allah'ın "yaratıcı" ol-duğunu
kabul ediyorlardı, "rab" olduğunu kabul etmiyorlardı. Çünkü Allah'ı
nihai merci, varıla-cak son makam olarak kabul et-miyorlardı. Burada
önemli olan, insanların dönüşünün Allah'a ol-masıdır.
Kıyamete
imanın yapıcı ve te-mel etkileri vardır. İnsan eğer amelin kalıcı
olduğunu, asla yok olmadığını ve bir gün Allah'ın adil mahkemesi
karşısında hazır bula-cağını bilirse böyle bir mahke-meye inanmanın ruh
terbiyesinde büyük etkisi olur. Bütün günahlar kıyameti inkar ve
unutmanın so-nucudur. Halbuki insan ahirete inansa ve Allah'ın adil
mahke-mesinin var olduğunu idrak etse günah işlemez. Aynı surede şöyle
buyuruluyor:
"Ey Davut, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife
kıldık. Öylesye insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara
uyma; sonra seni Allah'ın yo-lundan saptırır. Şüphesiz Allah'-ın
yolundan sapanlar için hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir
azap vardır."3
Hesap gününü unutmayan kimse doğru yoldan ayrılmaz
ve sonuçta azaba uğramaz. Kıyamete inanan ve ona teveccüh eden kim-se
inandığı ve yöneldiği anda Allah'a isyan etmez. Bütün gü-nahlar kıyameti
inkarın veya kıyametten gaflet etmenin sonu-cudur. Buna göre batıl, boş
ve hedefsizdir, hakkın ise gerçek bir gaye ve belli bir hedefi vardır.
Böyle bir hak nizam batıl olamaz. Kafirler bu nizama batıl düzen
demektedirler. Yani insan düyaya gelir, yaşar ve ölür; bundan öte ise
bir şey yoktur. Gökyüzünün ve yeryüzünün fenomenleri de böyle-dir. Yani
oluşur, yaşar ve daha sonra ortadan kaybolur, başka bir hedefi yoktur.
Muvahhid insan ise bütün varlık alemindeki varlıkla-rın, hedeflerine ve
amaçlarına ulaşmak için doğru bir yolda olduklarına inanır. Bu çeşit
dünya görüşü, alemdeki tüm varlıkların hak olduğu ilkesine dayalıdır.
Diğer dünya görüşü ise alemin ba-tıl olduğu ilkesine dayanır. Kafir-ler,
alemi başıboş, muvahhid ise alemi anlamlı görür. Bu konuda dikkatlice
düşünülecek olursa maksad açıkça belli olur. Hakkın âlemde gözüken pek
çok nişa-neleri vardır. Önüne engel çıksa da engelleri aşan her varlık,
sırat-ı müstakim (doğru yol) üzerinde olup kemale ulaşır.
İnsan da
bu temel kanundan ayrı düşünülemez. O da yolunda herhangi bir engel
olmadığı tak-dirde gerçek yolda kemale doğru yol alır. İnsanın yolunda
engel oluşturan şeytandır. Şeytanın insa-nın üzerinde ne ölçüde etki
yap-tığı konusunda şu sorular ortaya çıkar:
Acaba şeytan, insanı saptırabi-lir mi?
Şeytanın nüfuzu, insanı saptı-rabilir mi?
Şeytanın nüfuzu, insana hakim olmasından mı, yoksa bir davetten mi ibarettir?
Muvahhid, bu nizamın hak ol -duğuna inanır. Âl-i İmran suresi-nin son
ayetlerinde şöyle buyurur: "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen
pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."4
Bu ayetin ilk bölümünde
"ulü-l elbab"ı, akıl sahiplerini överek şö-yle buyuruluyor: "Onlar
ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı zikrederler."
Bu ayetin
somut örneklerinden biri namaz kılanların durumunu teşri etmesidir.
Şöyle ki, sağlıklı olanlar ayakta, hastalar oturarak, buna gücü
yetmeyenler ise yata-rak namaz kılarlar.
Sonra şöyle buyuruluyor:
"Ve göklerin ve yerin yaratılışı konu-sunda düşünürler (Ve derler ki:)
Rabbimiz, sen bunu boşuna ya-ratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin
azabından koru." Yani, seni hâlık (yaratıcı) ve ilk neden olarak kabul
ediyorum, seni merci ünvanıyla tanıyorum, hesap günü-nün sahibi ve
mercii olarak kabul ediyorum. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır, bir
maksadı vardır ve insanı yaratan ona kılavuzluk da etmiştir.
Bu
inanç, kıyamete inananın inancıdır.O halde iki çeşit dünya görüşü
vardır. Muvahhid, dünyayı hak; kafir ise boş, anlamsız gör-mektedir.
"Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musu-nuz? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir."5
Allah için bu zor bir şey değil-dir. "Allah dilerse sizi giderir, yok
eder ve yeni bir halk getirir" meselesi Kur'an'ın birkaç yerinde yer
almıştır. Örneğin Muhammed Suresinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
sizden onları (n tümü- nü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa
cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. İşte
sizler böylesiniz. Allah yolunda infak etmeye çağrılı-yorsunuz, Fakat
sizden kimi cimrilik etmektedir. Kim cim-rilik ederse artık o, ancak
kendi nefsine cimrilik etmişdir. Allah ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan)dir. Fakir olanlar ise sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek
olursanız sizden başka bir kavmi getirir-değiştirir. Sonra onlar si-zin
benzerleriniz de olmazlar."6
Bu surede nebilerin risaletinin beşeri
karanlıklardan nura çıkar-mak olduğu belirtilmiştir. Nur da Allah'ın
doğru yoludur. Dolayı-sıyla Allah yolundan sapmak, zul-met
(karanlık)tir. İlahi yolu katet-mek ise nur…
Peygamberler bu
hedefini açık-layınca insanlar iki gruba ayrıl-dılar. Bazıları kendi
iradeleriyle onların davetini kabul ettiler. Bazıları da, kendi
iradeleriyle in-kar ettiler.
Yaratılış aleminde var olan her şey
hayır ve rahmettir, Allah'ın yaratığıdır. Çirkinlik gibi noksan olan
şeyler ise, yokluktan kaynak-lanmaktadır, bir eksikliği olduğu için
ilahi feyzden mahrum kalmış-tır. Bu noksanlıklar, Allah'a isnad
edilemez, çünkü yokluktan kay-naklanmaktadır. Şeytan da yaratı-lış
aleminde bir varlıktır ve varlığı âlem için hayır ve rahmettir. Bunun
gibi, varlık aleminde me-leklerin varlığı da hayır ve rah-mettir.
Şeytanın işi vesvese ve kötülüğe davettir. Cihad-ı Ekber de, galib
gelmek isteyen insan için vesvese ve kötülüğe karşı davet, hayır ve
rahmettir. Eğer âlemde günah olmasaydı, günaha davet olmasaydı ve sadece
doğru yol olsaydı, bunun hiçbir değeri olmazdı. Dolayısıyla itaat da
olmazdı. Zira itaat insanın iyilik ve kötülük karşısında iyiliği
seç-mesidir. Eğer yol tek taraflı olsaydı artık vazife ve din için bir
ortam kalmazdı. Bu yüzden günah işleme kaygısı olmayanlar için Din,
Risalet, Şeriat vb. vazifeler de söz konusu değildir. Mesela meleklerin
hiçbir şeri vazifesi yoktur. Şer'i kanunlar ve şer'i itibar ile tanzim
edilen hiçbir görevleri yoktur. İnsanın kemali, iradesiyle yaptığı
işlerdedir. İra-deyle yapılan işlerde iki boyut vardır. Yani hem kötü,
hem de iyi yönü vardır. Başka bir tabirle doğru ve yanlış yönü vardır.
İn-sanda yanlışlığa düşme ves-vesesinin varlığı hayır ve bere-kettir.
Şeytanın davet dışında bir nüfuzu yoktur. Şeytanın karşısın-da fıtrat ve
akıl ise, insanı fazilete, erdeme davet etmektedir. Bu da-veti
tamamlamak için peygamber gönderildi ki, fıtrat ve aklı kemale erdirsin,
insana yarar ve zararını açıklasın. İnsan iki yolun kavşa-ğında yer
almıştır. Biri yanlış, diğeri doğru olan bu iki yol, onu, katetmeye
davet etmektedir. İnsan bu yol kavşağında sorumludur. Nebiler işte
burada insana yol göstermektedirler, akıl da onun kılavuzluğunu
üstlenmektedir. İn-san eğer akıl, fıtrat, kalp ve nebilerin sözünü
dinler ve geçici lezzetleri terkedip, fazilet yolunda yürürse kıyamette
ilahi mükâfat-lara nail olacağı gibi dünyada da ilahi lütuflara mazhar
olacaktır. Yani insanın saadeti için gerekli tüm imkanlar sağlanır.
Böylece insan takva lezzetlerini tadar, kemale ilgi duyar ve takvaya
bağlılığı daha da güçlenir.
İlk hidayetten sonra bu ikinci
hidayettir. Yani ilk önce takva ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği
gösterdi. Eğer birisi fazilet yolunu katederse Allah-u Teala, ona bu
yolda yardımcı olur. Ama eğer insan fıtrat ve kalbin sesine kulak
vermez, nebilerin sözüne itina göstermez, maslahatın ne oldu-ğunu
düşünmez ve gazap ile şehvetinin peşine düşerse, ilahi lütuflardan
yararlanmaya kabiliye-ti kalmayıncaya kadar kendisine mühlet verilir. Bu
takdirde şeytan ona musallat olur ve vesvese icat ederek çirkinleri
güzel ve kötüleri iyi olarak gösterir.
Bu sapıtmak onların
cezasıdır. Allah-u Teala (c.c) kimseyi haksız yere saptırmaz. Aksine
hidayet eder. Eğer insan bu ilk hidayete tabi olursa, mükâfat olarak
onu ikinci hidayete erdirir. Ama insan bilerek sapıklığa düşer, ilahi
lütuflardan kendini mahrum kılar-sa, Allah-u Teala onu saptırır.
O
halde Allah-u Teâla kimseyi kendiğilinden saptırmaz. "O bu-nunla ancak
fasıkları saptırır."7 Allah-u Teâla, fasık kulunu saptırır denince, yine
de zorla onu sapıklığa düşürmemektedir. İnsa-nın kendi irade ve
ihtiyarı vardır. Fıtrat ve deruni ses de onu fazilete davet etmektedir
ve aynı zamanda nebilerin sesini, mesajını duymak-tadır. Allah fasık
kulların isyan etmesini önlemez. İnsan sağ oldu-ğu müddetçe irade ve
ihtiyarı var-dır. O halde şeytan bir av köpeği durumundadır. Görevi,
sadece ki-min doğru yola, kimin sapık yola gittiğinin malum olması için
hav-lamak ve seslenmektir. Eğer birisi bilerek yanlış yolda yürürse, bu
av köpeği onu takip etmekte ve hatta bazen de ısırmaktadır. Sağ kaldığı
müddetçe de tedavi, dönme, tev-be, inabe ve tekamül imkanı var-dır.
Öte yandan fazilet yolunda ilerledikçe melekler ona yardımcı olur.
Elbette bu yardım onu itaate zorlayacak şekilde değildir. Sağ kaldığı
müddetçe günaha düşme ve değişme imkanı da vardır. O halde insan hayatta
olduğu müd-detçe özgürdür. Eğer fazilet yo-lunda yürürse ilahi hidayet
ve nimetlerden fazlasıyla istifade eder. Ama bilerek yanlış yolu
katederse o zaman da ilahi lütuf-lardan mahrum kalır. Böylece şeytan ona
musallat olur. Ama yine de dönüş kapısı açıktır, nebi-lerin kılavuzluğu
devamlıdır. Bu yüzden şeytanın yaratılış düze-nindeki varlığı hayır ve
rahmettir. Şeytan, ettiği isyan sebebiyle günahkâr olmuştur. Ama insana
da sadece vesvese vermektedir. Onun vesvesesi icbar (zorlama) ile
değildir, tekamülüne de engel teşkil etmez. Ama bu görevi yap-masının
ayrı bir hikmeti vardır.
"Memur mazurdur", yani "gö-revli, emrolunan
şeyi yerine getir-mede suçsuzdur" sözü doğru de-ğildir. Eğer insan kötü
bir işe memur olur ve kötü işler yaparsa mazur değildir. Günah işlediği
için şeytan vesvese etmekle görevlendirildi. Şeytanın durumu, kendini
yüksek bir yerden atan ve zarar gören kimseye benzer. Bu zarar bu
atlayışın sonucudur. Dolayısıyla mazur da değildir. Zira bu memuriyet,
onun isyan ve günahından sonra gerçekleşmiştir. Eğer şeytan Allah'ın
izniyle bir şey yapıyorsa onun günah işleme-diğini söylemek mümkün
müdür? Halbuki Allah tarafından olan her şey hayırdır.
Şeytan
Allah'ın izniyle iş yapı-yor ve günah da işliyorsa, bu onun Allah
karşısındaki tekebbü-ründen dolayı, vesvese etmekle görevlendirilmesine
sebep olmuş-tur. Bu vesvese kötüdür, ama şey-tanın kendi kötü
davranışları sebebiyledir. Ama şeytanın bu vesvese görevi, insan için
genelde hayır ve rahmettir. Zira vesvese, kötülüğe davetten başka bir
şey değildir, eğer kötülüğe davet olmasaydı, insan ya hayvan, ya da
melek mertebesinde olurdu. Din, şeriat ve kitaplar, bu bağlamda
geçerlidir. Bu mertebede günah söz konusudur. İnsan hem günah işleyen ve
hem de itaat edebilen tek varlıktır, hem fazilet ve hem de rezalet
yolunu katedebilir.
"Biz ona iki göz vermedik mi?"8
Hayvanlık
mertebesi ve ondan aşağıdaki mertebelerde din, risa-let, şariat,
nübüvvet vb. şeyler yoktur. Cehennemin varlığı da şeytanın varlığı gibi
hayırdır. Cehennemi olmayan alem eksik-tir. Cehennem de cennet gibi
ilahi bereketlerdendir. Bu yüzden Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Şu
halde Rabbinizin hangi ni-metlerini yalanlayabilirsiniz?"9
Hakeza:
"İşte bu, suçlu gü-nahkârların kendisini yalanla-makta oldukları
cehennemdir. Onlar kendisiyle alabildiğine kaynar hale getirilmiş su
arasında dönüp-dolaşırlar."10
Cehennemin varlığı da nimet-tir. Zira
halkın çoğu cehennem korkusundan günah işlememek-tedir. Ayrıca eğer
zalim cehenne-me gitmezse Allah'ın adil mahke-mesi kurulmamış olur.
Cehennemi, cennet ile karşılaş-tıracak olursak cehennem kötü-dür. Ama
cehennemi bütün yara-tılış alemi bağlamında değerlen-direcek olursak,
cehennemin bir hayır ve rahmet olduğunu görü-rüz. Aynı şekilde şeytanı
melekler karşısında değerlendirirsek onun kötü ve şer olduğunu görürüz.
Ama bütün bir yaratılış alemi dü-zeyinde düşünecek olursak şeyta-nın
varlığı hayır ve rahmettir.
Allah'a isnad edilen eşyanın varlıksal
boyutu, yani melek ve şeytanın varlığı hayır ve rahmettir. Ama kemale
ermiş bir şey ile kemale ermemiş bir şey arasında göreli şer veya hayır
vardır.
O halde Allah'ın iki rahmeti vardır. Biri, mutlak rahmettir
ki kapsamlıdır. Bu bakış açısından alem baştan başa rahmettir. "Rahmeti
her şeyi kapsamıştır." O halde her şey Allah'ın rahme-tinin bir
zuhurudur. Yaratılış ale-mi hep rahmettir.
Öte yandan, bir de göreli
rah-met ile göreli gazap vardır. Cen-net göreli rahmet ve cehennem
göreli gazaptır. Af göreli rahmet, kısas ise göreli gazaptır. Rauf ve
Müntakim olan Allah birdir. Her ikisi de Allah'ın mutlak rahmeti altında
zuhur etmektedir.
Pirimiz dedi: Yaratılışta hata olmadı
Hataları örten pâk nazara aferin olsun.
Yaratılış alemi hep güzeldir. "Allah her şeyi yaratandır."11 Ve "O, yarattığı herşeyi güzel yapandır." 12
Bu ayetler esasınca alemde çirkin olan hiçbir şey yoktur. Her şey
Allah'ın yaratığı olup güzeldir. Bir yerde yanlış, diğer yerde doğru
varsa, bu hata ve doğru görelidir. Yani bir şey, başka bir şeye oranla
hatadır. Af ve gazap da böyledir. Allah'ın mutlak rahmeti, bir yerde
affetmeyi, bir yerde intikam almayı gerektiriyor. Ama alemde hem hayır
ve hem de şerrin mutlak olduğunu söyleyen dünya görüşü yanlıştır. Dünya
görüşü ilkeleri tümeldir. Bir yerde kesip atmayı, bir yerde merhem
sürmeyi icab eder. Birçok cerrah hem ameliyat yapar, hem de mer-hem
sürer. Cerrahı keserken gö-rünce, burada dert ve kasavet var, derler.
Merhem sürerken görün-ce, burada merhamet ve duygu-sallık var, derler.
Ama tıp ikisinin de gerekliliğine inanır. Dar bir görüşle bakınca dert
ve inlemeyi yersiz, iyileşme ve merhem sür-meyi ise yerinde bir şey
görü-yoruz. Ama mutlak rahmeti gö-rünce göreli hata ve doğruyu örten
mutlak rahmeti görüyoruz. Allah'ın adaleti esasınca aleme baktığımızda
hem cehennemi, hem de cenneti gerekli görüyo-ruz. Zira cehennem
olmasaydı za-lim ve tağutlar ceza görmemiş olurdu. İsra suresinde de
şeytanın insana musallat olmadığı açıkça beyan edilmiştir:
"Benim kullarım üzerinde
senin hiçbir zorlayıcı gücün yok-tur. Vekil olarak Rabbin ye-ter".13
Ve yine şöyle buyuruyor: "Şüphesiz kışkırtılıp saptırılmış-lardan sana
uyanlar dışında senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün
yoktur."14
En'am Suresinde de şeytanın nüfuz sahası belirtilirken
şeytana kimlerin uyduğu da açıklanmıştır. Şeytanın sözüne uyan, onun
sulta-sı altına girmiş olur. Yoksa şeytan kendiliğinden hiç kimsenin
üze-rinde bir sultaya sahip değildir.
"Böylece her peygambere ins ve cin şeytanlarından bir düş-man kıldık."
Her peygambere bir düşman kılmak, Allah'ın mutlak rahme-tinin bir
parçasıdır. İnsan, küçük ve büyük cihadda çalışmadıkça asla kemale
eremez.
"Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler
fısıldarlar. Rabbin dileseydi bu-nu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan
olarak düzmekte oldukla-rıyla başbaşa bırak.15
"Allah dileseydi
şeytanlara en-gel olurdu. Zira hiçbirinin ameli müstakil değildir. Hepsi
ilahi memurlardır. Şeytanın sözünü sa-dece belli bir grup
dinlemektedir.
"Bir de ahirete inanmayanla-rın kalpleri ona
meyletsin de ondan hoşlansınlar"16 Dinlemek ve kabul etmek, duymaktan
başka bir şeydir. "Ahirete inanmayan-lar şeytanın sözünü dinlerler ve
yüklenmekte olduklarını yükle-ne dursunlar".17
Şeytanın emirlerine
itaat edi-yor, aldatmalarına kanıyorlar. O halde şeytanın işi
vesvesedir. Bile-rek iman etmeyenler, şeytanın vesveselerine uyuyorlar.
"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulu-nurlar."
O halde daha önce de denildiği gibi şeytan insana musallat değil-dir,
şeytan sadece kendine uyanla-ra musallattır, şeytan bilerek iman
etmeyenlere hakim olur ve onlara gizli çağrılarda bulunur.
Şeytanın
velayetini kabul eden-ler, Allah ve enbiyanın velayetini reddederler,
onlar bilerek şeytanın velayetini kabul etmiş ve Allah ile Resulünün
velayetini inkar etmiş-lerdir.
"Şeytanların kimlere inmekte
olduklarını size haber vereyim mi? Onlar gerçeği tersyüz eden, günaha
düşkün olan her yalan-cıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler
ve çoğu yalan söylemektedirler."18
O halde şeytanın varlığı,
yara-tılış alemi için hayırdır. Bu, ken-dine verilen görev, işlediği
günah sebebiyledir. Şeytan ilk etapta sadece davet eder, bu kötülüğe
davet de gerçekte hayırdır.
Aksi takdirde iyi olmak zaruri olurdu.
İyi olmak zaruri olursa, o zaman da vazifenin manası kal-mazdı. İnsana
tek taraflı bir yolda "bu yolu katet" diye emredilmi-yor. Aksine bu emir
birkaç yolun kavşağında veriliyor. Zira yol birden fazladır. İnsan,
irade ve ihtiyarıyla itaat veya isyanı tercih edebilme gücüne sahip
olduğun-dan din ve şeriat insana yol gös-termek için gelmiştir.
O
halde şeytan sadece vesvese eder. Dolayısıyla bütün imkanları olduğu
halde bilerek sapıklığa dü-şen ve ilahi hidayetten mahrum kalan insan, o
ölçüde şeytanın av köpeği haline gelir, onun vesve-selerini tercih
eder. Ama yine de irade sahibidir. Akıl ve ilahi elçi-lerden ibaret olan
ilahi hidayet, o sağ olduğu müddetçe ona doğru yolu gösterir, tevbe
kapısını yüzü-ne açık tutar. Eğer fazilet yönünü katederse meleklerin
yardımların-dan ve diğer imkanlardan daha fazla istifade eder. Günahkâr
kim-se ümitsiz, zahid kimse de mağrur olmamalıdır. Zira zahid bir
insa-nın bir gurur ile helak olabileceği gibi günahkâr da bir tek tebve
ile kurtulabilir. İnsan sağ oldukça tehlike ile karşı karşıyadır. Fakat
şu var ki, tebve etmek zordur. Tevbeden sonra fazilet yolunu katetmek
kolaydır. Dolayısıyla za-hid daima gurur tehlikesiyle karşı kaşıyadır.
Günahkârlar ise tebve ümidiyle yücelebilecek bir ko-numdadır.
Zümer
suresinde tevbe ve ina-be meselesi geniş bir şekilde be-yan edilmiştir.
İnabe hakkında şöyle buyuruyor: "Ey kendi a-leyhlerinde olmak üzere
ölçüyü taşıran (aşırı giden) kullarım"19
Zira insan yaptığı her işle
ken-dine ya hizmet, ya da zulüm etmektedir. İnsan kendisi
dışın-dakilere ne hizmet, ne de hiyanet etmektedir. Diğer insanlara
erişen hizmetin nesimi, ya da ihanetin kötü kokusudur. Kötülük eden
insan, kendi içinde kötü kokan bir kuyu kazmıştır. Bu kuyunun kötü
kokusu başkalarına gitmişse ve kendisini de öldürmüştür. Eğer insan
başkalarına bir hizmet et-mişse içinde fazilet ekmiştir. Dolayısıyla
başkalarına bu ekinin güzel kokusu gitmektedir. O ame-lin kökü ise
insanın ruhunda olup ebedidir. İnsan dünyadan bu amellerle gitmektedir.
Hiç kimse, ben falan şahsa veya işe yardım ettim, diyemez.
"Eğer iyilik ederseniz kendi nefsinize iyilik etmiş olursu-nuz."20
Bunun gibi kötülük de böyle-dir. Günah da, iyilik de insanın kendisi
içindir. Amelin, amel edenle ilgisi vardır. İnsanın iyilik veya kötülüğü
başkasına erişmez. İnsan hizmetçileriyle birlikte hare-ket eden bir
kafileye benzer.
Eğer yük diken ise kendini öldürmüş.
Eğer ipek kumaş ise kendine örmüşsün.
İnsan ömrü boyunca ya ipek örmek veya dikenli ağaçları sula-makla meşguldür. Ama her ikisini de kendisi için yapmaktadır.
Firdevsi'nin beyitlerinden biri de bu beyittir. Firdevsi bu vb.
beyitleri sebebiyle ebedileşmiştir, efsanevi kıssaları sebebiyle değil.
Gazali şöyle diyor: "Kırk yıllık nasihatlerinin usaresi, özü bu beyitte
toplanmıştır."
Bir insan başkasından bir diken veya bir ipek kumaş
alabilir. İn-san, birinin kalbini kırarsa adeta ruhunun
derinliklerindeki dikenli ağacı sulamış gibi olur. Ama eğer birinin
yükünü hafifletirse adeta cennet elbisesi olan ipek kumaşlar örmektedir.
Orada ipek kumaşla-rı, ipek böcekleri örmez.
Nakledildiği üzere
Ammar b. Yasir bir gün Hz. Ali'nin (a.s) yanına gelince derin bir nefes
çek-ti. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Bu derin nefesin sebebi nedir?
Eğer ahiret içinse ne mutlu sa-na, eğer dünya içinse ben sana dünyayı
açıklayayım da seni Allah'tan alıkoyan şeylerin ne olduğunu bilesin.
Dünyanın bir yiyeceği, bir giyeceği, bir de içgüdülerin tatmini vardır.
Giye-cekler arasında en iyisi ipekbö-ceğinin ördüğü ipektir, yiyecek-ler
arasında en iyi olanı da arı-nın ürünü olan baldır. Bu iki böceğin
işinden lezzet aldığı için övünen ve didinen insana yazık-lar olsun."
İç güdülerin tatmini hususunda ise birtakım sözler söylemiştir ki,
burada uygun görmediğim için nakletmiyorum. Velhasıl, seni do-yuracak
kadarı yeterlidir. İnsanlık mertebesini, iki böceğin ürünü ile övünecek
kadar alçaltma. İnsanı yolundan alıkoyan dünyadır. Ama cennetteki ipek
kumaşlar ve ballar iki böceğin ürünü değildir. O ipek ve bal, salih
amellerin neticesidir. İnsan kendi evi avlusunda bir ağaç dikerse nesim
ve gölgesi yol-culara erişir. İyilik yapan kimse, "ben iyilik yaptım"
dememelidir. İnsanın amelleri diridir, can ve ruhda saklı durmaktadır.
Bu ame-lin (ister fazilet, ister rezalet) ko-kusu yoldan geçenlere
ulaşır."De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran
kul-larım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz, Allah bütün
günahları bağışlar. Çün-kü O bağışlayandır, esirgeyen-dir."21
Yine şöyle buyuruyor: "Azap
size gelip çatmadan evvel Rabbi-nize yönelip-dönün ve ona tes-
lim olun. Sonra size yardım da edilmez"22
Zahid bir insan, son nefesine kadar gurura kapılıp sapıklığa düşebilir.
Günahkâr bir kulun da tevbe edip, asıl yoluna dönmesi mümkündür.
Hamd alemlerin Rabbine mah-susutur.
Dipnotlar:
1 – İbrahim, 19-23.
2 – Sâd, 27.
3 – Sâd,26.
4 – Âl-i İmran, 191.
5 – İbrahim, 19.
6 – Muhammed, 37-38.
7 – Bakara, 26.
8 – Beled , 10.
9 – Rahman, 13.
10 – Rahman, 43 – 44.
11 – En'am, 102