AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Salı

28 Kasım 2023

13:46:36
1415593

İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları

İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır.


     Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA:   Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.

    Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.

Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:

“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)

“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)

    Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.

“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)

“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)

    İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.

“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)

    İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.

    Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!

Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.

***

İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:

   Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.

    İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.

İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.

    Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)

    Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7) Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.