AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Pazartesi

11 Aralık 2023

14:37:35
1419342

Üstad Abdullah Cevad-i Amulî

Kur’ân Kerim Ayetlerinde Hac 4

İbrahim makamı da bu kabildendir, ama şu farkla: “Biz o taşı o kadar yumuşak hale getirdik ki Hz. Halil (a.s.) onun üzerine bastığında ayakları gömüldü ve izleri kaldı.” Tüm bunlar bir kenara o ayak izleri nasıl ki Davud (a.s.) için demir bir sembol olmuştu, o gerçek Hak dostu Halil (a.s.) için de sembol oluvermişti.

        Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA:  İbrahim Makamı

       “Makam-ı İbrahim” bazılarına göre Beyyine ayetlerindendir. Nasıl ki İbrahim’in (a.s.) kendisi “Kâne ummeten vahideten” olmuştur onun makamı da âyât-i beyyinât’tır. Yani Hz. İbrahim’in (a.s.) ayak izinin bulunduğu taşın olduğu yer beyyinât’tır ve birçok mucizeye eşlik etmektedir. Bu makamın kendisi “ummetun vahide” derecesinde mucizeler konusunda değerlendirilmelidir.

Şimdi nasıl olur da başlı başına Makam-ı İbrahim’i Beyyine ayetleri olarak (cem ve çoğul halinde) değerlendirebiliriz hâlbuki o, “Ayetu’n beyyine” olarak (müfret ve tekil halinde)dir?

Birinci olasılık şu olabilir: o sert taş, aynı bir hamur gibi yumuşamış ve bu da bir ayet, bir mucize gibi addedilmiştir. İkinci olarak orada yalnızca belli bir yer hamur gibi yumuşamış ama diğer yerler sertliklerini korumuştur ve bir sonraki ihtimal derinliğine yumuşamış ve ardından aynı bir taş gibi kaskatı kesilmiştir. Dördüncü olasılık birçok düşman bu eseri yok etmek istemiş, ama o bugüne değin korunmuş olarak bizlere ulaşmıştır. Beşincisi birçoklarının yapmak istediği ya da yaptığı üzere Müslüman ülkelerindeki tarihî mirasları, maddî ve mânevî değere sahip eserleri buralardan alıp kendi diyarlarına götürme arzusu olmasına rağmen, görüldüğü üzere bu makam, tüm bu tehlikelerden âmânda kalmıştır.

Günümüzde de üzerinde O Hazret’e (a.s.) ait ayak izlerinin durduğu o mübarek makam yerinde durmaktadır. Pirinçten bir koruma içerisinde muhafaza edilen bu mübarek kademgâh’ın üzerinde incelikle seçilmiş Ayetü’l-Kürsi’nin içerisinde geçen şu cümle yazmaktadır:

“Onları koruyup gözetmek, kendisine ağır gelmez. وَلَا يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا “[31]

İbrahim Makamı’nın Şekillenmesi

    Acaba bu makamın şekillenmesi, O Hazret’in Kâbe’yi inşası sırasında üzerine çıkıp, inmesiyle mi vuku bulmuştur? Yoksa Hz. İbrahim’in bu mübarek beldeye ikinci defa gelmesi ve İsmail’in (a.s.) eşinin: “Haydi inin de ben sizleri(n ayak ya da başlarınızı) yıkayayım.” demesi üzerine Hz. İbrahim (a.s.) bineğinden inmeyip, ayağını orada bulunan bir taşın üzerine koyması ve o taşta mübarek ayak izlerinin çıkması şekilde mi bu olay cereyan eder? Veyahut da o taşın üzerine çıkıp, halkın Hac etmeleri için Kâbe’ye gelmelerini ilân ettiği zamandan mı kalma? Tüm bu yaşananlar veya bunlardan yalnızca biri de olsa ayağını taşın üzerine koymuş ve o taş bir hamur misali yumuşayıp, o şekli almış mıdır? Bütün bunların hepsi olabilecek ihtimallerdir ama bu konu hakkında kesin olan tek şey; İbrahim Halilullah’ın (a.s.) ayağını o taşın üzerine koyması ve taşın da o ayağın şekline bürünmesidir. Şimdi tüm bu nakledilenlerden hangisi doğrudur diye sorulacak olunursa, bunun cevabı rivayetlerde saklıdır.

    Bunun bir benzeri de “Sebe” suresinde (10. Ayet) Hz. Davud’un (a.s.) başından geçen olaydır: Hz. Davud (a.s.) hakkında birçok yaptığı iş dile getirilmiştir. Bunlardan bir tanesi zırh yapma sanatıydı. Bir diğeri de “soğuk ve sert demiri onun elinde yumuşattık!” burada Kur’ân’ın tabiri “elennâ lehu’l-hadîd” olmakta yani biz onun için yumuşattık ama zırh yapımında söz, sanattan açılmakta. Çünkü zırh yapımı belli bir el becerisi istemekte, bilgi ve tecrübeye gereksinim duymaktadır. Ayrıca bu sanat başkalarına da aktarılabilir. Ama başkaları sert ve soğuk olan demiri parmaklarıyla yumuşatamazlar. Burada söz, öğretmekle alâkalı değil. Zaten “Biz ona demiri nasıl yumuşatacağını öğrettik” buyurmamıştır. Aynı demir döküm atölyesi gibi bu başlı başına bir ilimdir, tecrübedir, mucize değil. Şöyle buyurmuştur: “Sıradan birisi mumu nasıl istediği gibi şekilden şekle sokabiliyorsa, demir de Davud’un o mübarek ellerinde aynı bir mum misaliydi, istediği şekle sokabiliyordu.”

    İbrahim makamı da bu kabildendir, ama şu farkla: “Biz o taşı o kadar yumuşak hale getirdik ki Hz. Halil (a.s.) onun üzerine bastığında ayakları gömüldü ve izleri kaldı.” Tüm bunlar bir kenara o ayak izleri nasıl ki Davud (a.s.) için demir bir sembol olmuştu, o gerçek Hak dostu Halil (a.s.) için de sembol oluvermişti.

Peki, Makam-ı İbrahim bir başına nasıl beyyinat ayetleri olmaktadır? Bunun için de iki ihtimal vardır ve az önce ilk ihtimali beyan ettik ve Zemahşerî de bu konuyu değindiğimiz gibi zikretmektedir.

Bir olasılık da: “Beyyinat ayetleri” birçok örneğe haizdir ve bunlardan birisi İbrahim makamıdır ve bir diğeri de ayette geçen: “Oraya giren, güvene ermiş olur.” cümlesidir.

Beytullah’ın Tekvini ve Teşri-i Emniyeti

    Kâbe, hiç şüphesiz tekvinî bir emniyetle muhafaza edilmektedir. Çünkü bugüne değin birçok zalim o yüce evi yıkmayı ve Mekke halkına da zarar vermeyi hesaplamıştır ama her defasında Yüce Allah, orayı bir kez daha ayağa kaldırmış ve şöyle buyurmuştur:

“O ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu.”[32]

O günlerde teşriden yani kanunlardan bahsedilmezdi ama Mekke’nin müşrik halkı yine de emniyet içerisindeydi. Teşri-i emniyet yani kim o hareme girse şer’i açıdan emniyette ve âmândadır. Taberî, Âl-i İmran suresi 97. ayetin açıklamasında şöyle nakleder: “Cahiliye döneminde bir can Kâbe’ye sığınırsa, bir Allah’ın kulu ona eziyet edemezdi.”

Yani illa da Âyât-i Beyyinât’ı “İbrahim Makamı” veya Kâbe’nin emin oluşu olarak yormak zorunda değiliz. “Zemzem”, “Hacer ve İsmail” “Haceru’l-Esved” de beyyinat ayetlerindendir. Hatta o mübarek evin kendisi dahi Beyyine ve mucizedir. Çünkü Fil suresinin de değindiği gibi Kâbe’yi yıkmaya niyetlenenlerin, ansızın gelişen İlâhî orduların saldırısıyla darmadağın oluvermeleri bunun en bariz örneğidir:

“Fil ashabına Rabbin ne yaptı, neler etti, görmedin mi? Ve onlara, çeşitli yerlerden bölük bölük, birbiri ardınca ebabil kuşları göndermedi mi? Onları, balçıktan taşlarla taşladılar. Onlar da içi boş ekin saplarına, kırılıp ezilmiş samanlara döndüler.”[33]

Hal böyle olunca yalnızca “İbrahim Makamı” Beyyine ayetlerinin açıklamasıdır demek gereksiz oluyor, ama bu şekilde dile getirmenin de herhangi bir sakıncası yoktur.

Mübarek Bakara suresinde buyrulmaktadır ki:

    “Hatırla o zamanı ki, biz o evi insanlar için sevap kazanmaya yönelik bir toplantı yeri ve güvenli bir sığınak yaptık. Siz de İbrahim’in makamından bir dua/namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şu sözü ulaştırmıştık: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû-secde edenler için evimi temizleyin!”[34]

    Beytullah bütün herkes için emniyetli bir yer hükmüne bürünmüştür. Bu hem tekvini (yaratılmışlıktan kaynaklanan) emniyet ile kendini göstermekte; mesela Kâbe’yi yakıp, yıkmak için harekete geçen birisine Yüce Allah, asla aman vermemekte ve hem de Teşriî (şeriata dayalı) emniyet ile aşikâr olmaktadır ki; örneğin Kâbe’ye sığınan kim olursa olsun ona orada İlâhî haddi ve cezayı uygulayamazsınız. Ancak sığınan şahsın kendisi o eve bir hürmetsizlik yaparsa bu istisna: “ve’l-haramat kısas” eğer birisi Kâbe’ye, Mescidu’l-Haram’a veya Haram aylara hürmetsizlik yaparsa siz de tüm bu bahsedilen yasaklara kısas yapmak kaydıyla riayet etmeyebilir ve onları bir nevi çiğneyebilirsiniz.

    Eğer birisi Harem’in içerisinde bir cana kıymışsa ona uygulanması gereken şer’î cezayı uygulayabilirsiniz, ama Mescid-i Haram dışında böyle bir olaya sebebiyet vermiş birisi, eğer Kâbe’ye sığınmışsa, ona mühlet vermeli ve Harem’den çıkması beklenmelidir. Elbette bu zaman zarfında onunla herhangi bir alış-verişte bulunmak, ona yiyecek ve içecek vb. şeyler temin etmek haramdır ve zaten uygulanacak bu baskılar neticesinde suçlunun oradan tezlikle çıkartılması hedeflenmektedir.

Allah Teâlâ, Ankebut suresindeki ayet gibi Kur’ân’ın bazı ayetleri de Mekke’nin emniyetli oluşuna değinmiştir:

    “Görmediler mi çevrelerinde insanlar kaçırılıp, birbirlerini öldürüp dururken biz kendi şehirleri Mekke’yi, güvenli, dokunulmaz bir bölge yaptık? Hâlâ batıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?”[35]

Hatta Cahiliye döneminde dahi bu topraklar emin belde olarak tanınmaktaydı. Halk, diğer bölgelerde diken üzerinde yaşarken Mekke’de kendilerini emniyette hissediyorlardı. Bunun sırrı hiç şüphesiz şudur; birisi Kâbe’ye ya da o topraklar üzerinde yaşayan insanlara zarar vermek isterse ve bu zarar özellikle Kâbe için geçerli olursa, Allah Teâlâ buna asla müsaade etmez:

“Ve Kim orada nehyedilmiş bir şeyi zulmederek yapmak isterse, biz ona acıklı bir azabı tattıracağız.”[36]

    Merhum İbn Bâbeveyh-i Kummî “Men la Yahzuruhu’l-Fakih” adlı değerli kitabında şöyle demektedir; “Mademki Kâbe’nin özel bir saygınlığı ve dokunulmazlığı var ve Ebrehe’nin ordusuna karşı “Ebabil Kuşları” bu görevi ifa etmek için görevlendirildi. Peki, o zaman neden Mekke kuşatıldığında Kâbe içerisinde bulunan İbn Zübeyir’i Allah korumadı? Nasıl oluyor da Haccac b. Yusuf, Abdu’l-Melik’in emri ile Ebû Kubeys Dağı üzerine kurulmuş mancınıkla Kâbe’yi taş yağmuruna tutup, tahrip ediyor ve İbn Zübeyir de o saldırıda esir düşüp, öldürülüyor?”[37]

    Rahmetli Şeyh Sadûk bunun cevabında şöyle buyurmaktadır: “Kâbe’nin saygınlığı, dinin korunması ve ayakta kalması adınadır. Kâbe’nin koruyucuları, zamanında Allah Resulü’nün mübarek varlıkları idi. Onun ardından Masum İmamlar ve Veliyullah ve gıybet döneminde de Naiblerdir. Hazret-i İmam Seccâd şöyle buyurdu: O İbn Zübeyir, Seyyidü’ş-Şüheda ve zamanının imamına yardım etmekten kaçınmıştır. Onun şehadetinden sonra da yerine geçen zamanın imamına da (İmam Seccâd’a) yardım etmemiştir. Bu yetmezmiş gibi bir de iddialarda bulunmuştur. (Hal böyle olunca) o Kâbe’ye de sığınsa Allah, zaten ona yardım etmez ki. Ebrehe’nin ordusuna Ebabil kuşlarını gönderen Allah, neden Haccac’ın ordusuna böylesine bir kuvvet göndermesin ki?”

    Sonuç itibariyle Emevîler, İbn Zübeyr’i bozguncu ve fasık birisi olarak gördükleri için katlettiler ve yıkılan Kâbe’yi de çok geçmeden baştan inşa ettiler ve daha sonraları da herhangi bir sorun da ortaya çıkmadı. Ama Ebrehe için durum tamamen farklıdır. O, kıbleyi ve tavafı yok etmek istemişti, ama Yüce Allah ona bu fırsatı vermedi. Öyleyse Haccac’ın bu olayı “Ve Kim orada nehyedilmiş bir şeyi zulmederek yapmak isterse, biz ona acıklı bir azabı tattıracağız.” ayet-i kerimesi ile çelişmemektedir.

    Hatta günümüzde de bu tehlike devam etmektedir. Eğer Allah korusun o topraklar zalimlerin ellerine düşer ve halkı da sırat-i müstakimden ayrılırsa Allah, oraya müdahale mi edecektir. Hayır, bilakis Allah Teâlâ şu ayet hükmü gereğince: “İşte böylece zalimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.” Müslümanlar vazifelerini yerine getirdiği zaman Allah vaadinde bulunduğu “Ve Kim orada nehyedilmiş bir şeyi zulmederek yapmak isterse, biz ona acıklı bir azabı tattıracağız.” sözünü hiç şüphesiz yerine getirir ve zalime göz açtırmaz.

“Ev” İbaresinin Allah’a ve Halka Nisbet Verilmesi

Ayetin başlangıcı konunun ehemmiyetiyle başlayıp, şöyle buyrulmakta; “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev…”

“Beyt” kelimesinin kendisi “Allah” kelimesine eklenmesi ile değer kazanmakta ve halk da bu eve gelmekle şereflenmektedir. Kâbe’nin şerefi Allah ile anıldığında, insanların değeri de Allah ile anılan Kâbe ile bağ kurduklarında ortaya çıkmaktadır.

“Vuzia li’n-nâs” şeklinde kullanılan cümle insanlar için mabet, kıble ve tavaf mekânı anlamı taşımaktadır. Bu tüm insanlar için belirlenmiştir yalnızca belli bir grup için değil.

     Kıble Yalnızca Kâbe’dir

    Ayet-i şerife o kutsal mekâna da işaret etmektedir. O yerin Harem olduğunu beyan etmektedir ve çerçeve daha da daraltılarak yalnızca o yapının kutsallığı ve varoluşunun kutsiyetine vurgu yapılır.

“Kâbe kıbledir” cümlesi bir nevi Kâbe çevresinde meskûn olan veya Mekke’de yaşayanların ona “Mescidu’l-Haram” demeleri ve uzakta kalanların da onu “Kıble” şeklinde anmalarından mütevelliddir. Elbette bu uygunsuz bir tabirdir. Kıble yalnızca Kâbe’dir. İster yakınında olsun ister çok uzaklarda. İslâm her koşulda Peygamber’e (s.a.a.) ve diğerlerine “Kâbe kıblemizdir” cümlesini öğretmiştir.

Dikkat ederseniz ölü ve diri olan bütün her şeyin Kâbe ile bir bağının olduğunu görürsünüz. Canlıyken ayrı bir ritüelde, ölüyken de daha farklı bir merasimde. Görüldüğü üzere kimsenin “Mescidu’l-Haram” ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

Ayette de buyrulduğu gibi Mescidu’l-Haram’a yönelirseniz Kâbe’ye dönmüş olursunuz. Öyleyse fark, yönelmek ve dönmektedir Kıble’de değil. Yakında olanlar gördükleri için Kâbe’nin kendisine, uzakta olanlar ise Harem yönüne yüzlerini dönerler.

Aslında “Siz de nerede bulunursanız bulunun, yüzlerinizi o tarafa döndürün.”[38] Ayet-i kerimesinde de bu konuya işaret edilmektedir. Yönünüz o tarafa olmalıdır, ama bu kıble, Mescidu’l-Haram’dır mânasını taşımamaktadır. Bazı büyükler de bu konunun inceliğini göz önünde bulundurarak şöyle demişlerdir: “Kâbe’nin kendisi kıble değildir, belki o bulunduğu mekân ve atmosfer kıbledir.”

    Allah rahmet etsin üstadımız Muhakkik Dâmâd, ne zaman bu konu açılsa şunları söylerdi: “Kâbe’nin kendisi kıble değildir, çünkü gün gelir Kâbe sel suları altında kalıp viran olursa ya da farklı bir yıkımla karşı karşıya kalırsa Müslümanlar kıblesiz mi kalmış olacaklar? O mekân kıbledir, üst üste yığılı taşlar ile bir evi andıran yer değil. Aslında şöyle denilebilir; o ev kıblenin olduğu yere kurulmuştur. Mesela yeraltında çalışan maden işçileri metrelerce derinlikte namaz kıldıklarında ya da yüksek yerlerde ibadet edenlerin yüzlerini çevirdikleri yer Kâbe’dir. O değişmeyen bir yöndür. Kâbe için yeraltında bulunanlar yüzlerini yukarı, yükseklerde bulunanlar da aşağı çevirmek zorunda değillerdir çünkü Kıble yönü yukarı-aşağı değişiklik gerektirmez.”

Daha sonrası birçok kitapta gördüğümüz şu güzel deyiş Fahr-i Râzî’nin tefsirinde geçen latif bir sözdür;

“Kâbe’nin değeri için şunlar yetmez mi?
Amiri Hazret-i Akdes-i Celil,
Mühendisi emin olan Cebrail,
Mimarı İbrahim-i Halil,
Yardım edeni ise evladı İsmail!”
[39]

İşte tüm bunlar nazara alındığında bu şerafeti Beytu’l-Makdis’te bulamamaktayız.

Beyyinat Ayetlerinin Mısdakları

Bu topraklar, Beyyinat ayetleri ile gizli olanları aşikâr etmektedir. Ayet alâmet ve tezahür demektir. Kur’ân dilinde ise Nebilerin (a.m.s.) doğruluğuna, Hakk’ın Rab’lığına ve Yaratıcının yaratıcılığı için alâmet ve belirtilerdir.

Fahr-i Râzî kendi tefsirinde başta Kâbe’nin inşa edilişi olmak üzere onun etrafında tezahür eden birçok özelliğe değinmiştir.

1. Zemzem Suyu

    Zemzem suyunun şifalı olmasının yanı sıra uzun müddet beklese bile diğer suların aksine bozulmadığı bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu su yatağı, yağmur ve kar gibi doğa olaylarının bir hayli nadir görüldüğü bu kurak topraklarda binlerce yıldır kaynamaktadır. Yağmuru oldukça seyrek olan ve neredeyse kar yağışına tanık olanların sayısı bir elin parmakları kadar olan bir yerde kurumak nedir bilmeyen bir su gözesidir Zemzem. Bu elbette Allah’ın Beyyinât ayetlerinden birisidir.

Bu su oldukça bereketlidir, hatta Allah Resulü (s.a.a.) ondan Mekke’ye gelenlere hediye ederdi. Zemzem suyunun şifalı olması, öte yandan bozulmaması ve kokmaması da şüphesiz ayrı bir mucizedir. Kısaca bu suyun kendisi bir başına Beyyinât ayetlerindendir.

2. Meş’ari’l-Haram (Müzdelife)

    Mekke çevresinde yer alan Meş’ar, Arafat ve Mina da Yüce Allah’ın Beyyinat ayetlerindendir. İşin özünde şiddetli yağmurların ardınca ortaya çıkan selin getirisi olan büyük taş ve kaya parçalarının birbirlerine çarparak kırıla kırıla meydana getirdiği küçük küçük taşların, orada yağmur ve sel olmaksızın yığılması ve ortalama her Hacının yerden yaklaşık yetmiş adet çakıl taşı alması ve hâlâ bu taşların bitmemesi, mucizeden başka bir şey değildir.

Yine Fahr-i Râzî tefsirinde şöyle demektedir: “Yıllık yaklaşık altı yüz bin hacının (o döneme ait) her birinin yerden yetmiş irili ufaklı taş alıp Şeytan taşlamak için attığı o taşları remiden sonra kim toplamaktadır acaba?! İşte bu o toprakların bir faziletidir ki çok geçmeden taşlar kendi kendilerine bir yere toplanırlar.”[40] Evet, bugün için Suudi görevlilerin o taşları bir yere yığdığını söyleyebiliriz ama peki o dönemlerde?

3. Hayvanların Kâbe’nin Saygınlığını Koruması

    Uçan kuşların birçok kutsal mekânda olduğu gibi Kâbe üzerine de konmaması ve onu pisletmemeleri üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Yukarıdan aşağıya doğru süratle Kâbe’ye doğru gelen kuşların bir anda değişik açılara yönelmeleri yine Beyyinât ayetlerinden birisidir.

Hz. Emîru’l-Mü’minîn’in mübarek haremlerinde de bu keramet oldukça net müşahede edilebilmektedir. Orada da uçan kuşlar edebe riayet etmektedirler.

Öte yandan şu nokta da bu kutsal belde için naklolunmaktadır: yırtıcı hayvanlar Harem çevresinde hiçbir zaman birbirlerine saldırmaz ve evcil hayvanlara da zarar vermezler.

Tüm bunlar bir araya geldiğinde bu toprakların sıradan bir mekân olmadığı ve hayvanların dahi emniyet içerisine yaşamlarını sürdürdüğü görülmektedir.

“O ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu.”[41]

“Görmezler mi ki etraflarındaki insanlar, birbirlerini öldürüp dururken biz Harem’i, emin ettik.”[42]

4. İbrahim Makamı

Kur’ân-ı Kerim’in namaz ve tavaf konusunda üzerinde bir hayli durduğu Hz. İbrahim’in makamı da hiç şüphesiz Allah’ın Beyyinat ayetlerindendir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

    “Biz Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara sevap kazanılacak bir toplantı ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e: “Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Ev’imi temizleyin!” diye emretmiştik.”[43]

Peki, hal böyle olunca kılınacak namaz İbrahim makamı gerisinde mi olmalı yoksa makamın kendisinde mi? Bu fıkhî mesele için birçok farklı rivayetler naklolunmuş ve bazıları ihtiyat olarak makamın gerisinde olunmasını dile getirmiş ve bir diğer kısım da makamın kendisinde olunmasını yeterli görmüşlerdir.

...............................

[31]    Bakara suresi: 255

[32]    Kureyş suresi: 4

[33]    Fil suresi: 1-5

[34]    Bakara suresi: 125

[35]    Ankebut suresi: 67

[36]    Hac suresi: 25

37]    684 yılında Abdülmelik b. Mervan Emevî Devleti’nin başına geçince, Haccac komutasında bir orduyu Mekke’ye gönderdi ve orayı kuşatıp tahrip etti. Bu kuşatma altı aydan fazla sürdü. Muhasaranın devam ettiği bir gün İbn-i Zübeyir “Makam” denilen yerde yeniden harbe girdi. Mancınıktan atılan bir taşla yaralandı. Daha sonra Abdülmelik b. Mervan’ın adamları onu yetmiş üç yaşında katlettiler.

[38]    Bakara suresi: 144

[39]    Tefsîru’l-Kebir, C.8, S.145

[40]    Tefsîru’l-Kebir, C.8, S.145

[41]    Kureyş suresi: 4

[42]    Ankebut suresi: 67

[43]    Bakara suresi: 125