AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Pazartesi

25 Aralık 2023

15:47:24
1423591

Hüseyin ŞEREFİ

Şer’i Hükümlerde Taklit 1

İnsan, düşünme ve seçme gücüne sahiptir. Sağlıklı bir toplum, bir fikri ve iradeyi empoze etmeksizin, baskı yapmaksızın insanlar için özgür bir şekilde düşünme imkanı hazırlayan toplumdur.

    Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA:  Her insan seçme hakkına sahiptir; tabii ki, bilinçli bir seçme.

Dini konularda ve İslamî kültürde, birinci ilke her müslümanın dini öğrenmesi ve serbest olarak düşünmesi ve bilinçli olarak seçmesidir. Herkes dini kaynaklarda araştırma yaparak kendi anlayışını ortaya koymakta serbesttir

Kur'an-ı Kerim'de ve masumların buyruklarında yer alan ilim öğrenmenin değeriyle ilgili sözler İslam'ın bilinçli olmaya verdiği önemi yansıtıyor.

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[1]

"İlim talep etmek her müslümana farzdır."[2]

"Dini hakkıyla anlamaya çalışın."[3]

Kur'an-ı Kerim açıkça insanlara ilim çerçevesinden dışarı çıkmamayı, şüpheye uymamalarını, duydukları, gördükleri veya akıllarından geçen her şeyi düşünmeden kabul etmemelerini emrediyor, aksi takdirde sorumlu olacaklarını vurguluyor:

"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur."[4]

Bunun benzeri onlarca diğer ayet ve rivayetler insanı cehalet zulmetinden kurtararak bilginin nuruna çıkarmak istiyorlar, tâ ki ahbar ve ruhban'ı, aba ve ecdadlarını ve… taklid etmesinler; düşünce ve fikirlerden uzak kalmayarak, araştırma sonucu elde ettikleri bilgilere dayansınlar. İnsan birinci derecede kendi elde ettiği bilgisine dayanmalıdır, yani ehliyeti varsa kendisi içtihada ulaşmaya çalışmalıdır.

İçtihad, bütün müslüman, mümin ve tevhid ehlinin zirvesine çıkması gereken yüksek bir makamdır. Ancak eğer bu zirveye çıkamazlarsa, buna ulaşmaya güçleri yetmezse, bu ilmî güce ulaşmış olan bir kişiye uyabilirler, yani taklid edebilirler.

İslami konularda yeterli bilgisi olmayan bazı kimseler, fıkıhta olan taklidin körükörüne bir nevi itaat olduğunu sanırlar.

    Dini konularda taklitten maksat kesinlikle bilinçsiz olarak körükörüne birine uymak değildir. Çünkü böyle bir şey İslam'ın ilmî ruhuyla bağdaşmamaktadır. İslami konuların esası, araştırma ve bilince bağlıdır. İslam'da araştırma ve düşünme amellerin en üstünü, eğitim ve öğretim amellerin en kutsalı sayılmaktadır.

Ayrıca kişinin içtihad dercesine ulaşması mümkün olmaz ve bir müçtehitten taklit etmesi söz konus olursa yine de müçtehidin görüşüne körükörüne uyulmasının gerektiğini ve araştırmanın yasak olduğunu iddia eden yok. Bütün fakihler, mukallid taklid ettiği kimsenin fetvasında yanıldığına yakin ettiği durumda taklide dayanarak o fetvaya uyamayacağı, göz ve kulaklarını kapayarak amel edemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir.

Birisi sadece fetva verecek ve diğeri de körükörüne itaat edecek diye bir şey yok İslam'da. Fıkıh tarihi boyunca hiç bir zaman fakihlerle halkın ilişkileri sadece taklid eden ve taklid edilenin yalın ilişkisi olmamıştır. Fakihler daima ilim ve bilgi ocakları olup halk arasında yaşamışlar, halkın şüphe ve sorularına cevap vermişlerdir.

    Buna binaen Kur'an ve sünnetten şerî hükümleri çıkaramayanlar için taklid şerî hükme ulaşabilmenin diğer bir yoludur; körükörüne  ve bilinçsiz bir hareket değildir; bilakis bilinçli ve öçüler dahilinde, görüş sahiplerinin rey ve fetvalarına güvenden ibarettir. Burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz ki: Acaba taklid bütün dinî konularda olmalımıdır? yoksa sadece Fıkhi hükümlerde mi, olması gerekir?

    Bu sorunun cevabı şu ki; dini konularda taklid çok sınırlıdır. Taklid sadece fıkhî hükümlerde, o da sadece, furuda müsade edilmiştir. Dinin temellerinde ve dinin zaruriyatından sayılan hükümlerde taklid caiz değildir. Örneğin namazın, haccın, orucun vb. farz ve zaruri oluşuna inanmakta taklidin yeri yoktur. Bu hükümleri her müslüman bilinçli olarak kabul etmelidir. Ancak bu hükümlerin ayrıntılarında o da bir takım şartlar altında liyakati ve güvenilir bir müçtehide müracaat ederek onun görüşüne uyabilir.

Ulema kendilerine mürid toplamak bir yana dursun diğerlerini hatta onların görüşlerini kabul etmeye bile davet etmemişlerdir.

    Ulema ve taklid mercilerinin metodu mümkün olduğu kadar merci olma sorumluluğunu kabullenmekten kaçınmaktır. Ancak halk, onların ilmi güçlerine ve takva açısından liyakatlerine dair edindikleri güvenle onların fıkhi konularda verdikleri fetvaya uyarlar.

Burada meselenin daha fazla açıklığa kavuşması için taklid konusunda sözkonusu olan şüphe ve soruları gündeme getirerek kısa olarak onlara cevap vermeyi gerekli görüyoruz:

Soru: itikat ve inançla ilgili konularda (usul-ı dinde) taklid caiz olmadığı gibi ahkamda da (furu-u dinde) caiz olmamalıdır.

Cevap: Her şeyden önce şeri deliller furu-u dinde taklid etmeye müsaade edilmiştir ancak usul-u dinde taklide müsaade eden herhangi bir delil yoktur. Ayrıca usul-u dinde kolayca ilim tahsil edilebilir; çünkü her müslüman için onu ikna edecek, iman ve yakin etmesine sebep olacak derecede bilinçli olmak yeterlidir. İtikadi bahisleri bu kadar zorlaştıran ve bu konuda gereğinden fazla dakik olan kelamcılardır;  yoksa usul-u din insanın fıtrî meseleleridir. Her insan biraz dikkatle ve çok az bir bilinçle usul-u din, meselelerini tasdik eder; ancak pek çok geniş teferruatı olan fıkhı hükümlerde bunu yapmak kolay değildir. Ayrıca, fıkıhta az bilinç de yeterli değildir. Çünkü şeri hükümlerinin her birini tek tek ve fıkhi ilkelere dayanan delil ve burhanlarla tahsil etmek zorundadır. Buna göre, müçtehid olmayan bir kimsenin bütün hükümler için delile dayanarak ve içtihad ederek ilim tahsil etmesi imkansızdır.[5] Bu konuda merhum Muhammed Kazım Horasani şöyle demektedir:

"İtikadi (usul-u dine ait) konular, sayılmayacak kadar çok olan fıkhi hükümlere nazaran çok sınırlıdır. Şeri hükümlerin hepsinde içtihad etmeye ancak sayılı kişiler muvaffak olur; bu içtihat de ancak Külliyatı kapsamına alabilir."[6]

Soru: Kur'an-ı Kerim'de taklid nehyedilmiştir ve  Allah Teala'nın ayetlerine inanmayıp Resulullah'ın (s.a.a) davetine uymayarak babalarının inançlarına tabi olan kafirler kınanmıştır:

"Ne zaman onlara: “Allah'ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?"[7]

Onun peşinden ise şöyle gelmektedir:

"Küfre sapanların örneği çağırma ve bağırmadan başkabir şeyi duymayan (duyduğu şeyin anlamını bilmeyen hayvan)a haykıranın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler."[8]

Diğer bir ayette de şöyle geçmektedir:

"Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin” denildiğide, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idiyse?"[9]

Bu ayetler taklidi nehyetmektedirler. Taklid ise bazen baba ve atalara ve bazen de diğerlerinin görüş ve düşüncelerine olur. Binaenaleyh, taklid reddedilmiştir.

Cevap: Bu tür ayetlerde, körükörüne, bilinçsiz ve delil olmaksızın, bazen cahilane taassuplardan kaynaklanan, temelsiz mantıklara dayanan taklit kınanmıştır, şeri hükümleri elde etmek için bilinçli ve delile dayanan taklit değil.

Kafirler, babalarını, bilinçsiz, cahil ve putperest olmalarına rağmen hurafi bir mantıkla ve cahilane taklidle izliyorlardı. Böyle bir taklid "cahilin cahilden taklidi"nin bariz bir örneğiydi ve Kur'an-ı Kerim de bunu reddetmiştir.

    Kafirler bir takım hurafi örf ve adatleri atalarına ait olduğu için savunuyor ve onları korumaya çalışıyorlardı. Bu davranış, hiç bir insanın akıl ve mantığıyla bağdaşmayan hurafelerin bir nesilden diğer bir nesile geçmesine sebep oluyordu. Ama şeri hükümlerde bir müçtehidi taklid etmek cahilin uzman olan din bilginine müracaat etmesidir. Bu ise Kur'an'ın bizzat emrettiği bir şeydir; çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor: "Zikir ehlinden sorun eğer bilmiyorsanız."*

Şimdi, içtihad ve taklid meselesinin açıklığa kavuşması için dini hükümlerde taklidin caiz olduğunu isbatlayan delillerinden bazılarına değiniyoruz:

akıl sahiplerinin sireti (metodu)

Fakihlerin taklidin caiz oluşuna dair zikrettikleri önemli delillerden biri taklidin belirli ölçüler altında akıl sahibi insanların siretine uygun oluşudur. Merhum Horasani bu konuda şöyle yazıyor:

"Taklidin dinin zaruretinden olduğu, dolayısıyla caiz olduğu iddia edilmiştir; ancak aklın zaruriyatından olduğunu söylersek daha iyidir. Yine bazıları bu konuda dindar kimselerin sireti olduğu iddia edilmiştir, ancak burda da akıl sahiplerinin  sireti diye tabir edilirse daha iyidir."[10]

    Başka bir yerde de şöyle gelmiştir: Taklid (bilmeyenlerin bir uzmana ve bir bilene başvurması) akıl sahibi insanların siretidir. İnsanların sireti her meslek ve sanat dalında, dünyevi ve uhrevi her bir işte bilmeyenin bilene müracaat etmesidir; Bu müracaatın delili ise onun bilgili ve uzman oluşudur.[11]

Merhum Hekim de taklidin caiz oluşu için insanların siretini temel delillerden saymaktadır.[12]

    Buna göre genel olarak, her meslek ve sanatta, hatta bütün hayat alanlarında mutahassıs olmayanın mutahassısa, uzman olmayanın uzmana  müracaat etmesi bir toplumsal olgu olarak bütün ümmetler, bütün mezhepler ve bütün dönemlerde var olagelmiştir. Esasen hayat düzeni bu metod olmaksızın düşünülemez; uzmanlığı gerektiren tüm şeylerde bütün fertleri uzman olan bir topluma rastlanamaz. Açıktır ki, bu metod eskiden beri vardır ve masum imamların zamanında da böyleydi.

Şu noktayı da hatırlatalım ki, akıl sahibi insanların siretinin hüccet olabilmesi için üç şeyin olması şarttır:

1- Böyle bir siretin olduğu ispatlanmalıdır.

2- Bu siretin yeni oluşmadığı bilakis, Resulullah'ın (s.a.a) ve masum imamların zamanında da olup o dönemde de yapıldığı ispatlanmalıdır.

3- Resulullah (s.a.a) ve masum imamların bu sireti reddetmedikleri ispatlanmalıdır.

    Resulullah ve Masum imamların insanların tümüne ait olan bu metodu reddetmek bir yana dursun hatta bunu emretmiş ve teyid etmişlerdir. Resulullah'ın (s.a.a) ve masum imamların ashaplarının da metodu böyleydi, bazıları diğer bazılarının fetvasına uyuyorlardı ve masum imamlar da bu işi reddetmiyorlardı. Masum imamların zamanında da içtihad vardı; yani teferruatla ilgili hükümler temel ilkelerden çıkarılıyor, birbirleriyle çelişen rivayetler mukayese ediliyor ve biri tercih ediliyordu. Nitekim İmam Ca'fer SAdık şöyle buyuruyor:

"Ahkamın kural ve usullerini biz beyan ederiz, ahkamın furu ve ayrıntılarını onlardan çıkarmak da sizin görevinizdir.."[13]

Bir başka yöntem

    Her müslüman, üzerine düşen bir takım şeri hüküm ve görevleri olduğunu, hiç bir sorumluluk olmaksızın canı istediğini yapmak ve istemediğini de yapmamak gibi başı boş bırakılmadığını bilir. Öyleyse, bu sorumluluğun sınır ve boyutlarını öğrenmelidir; vazife ve hükümleri öğrenmek için ise müslümanların ancak üç yolu vardır. Bunlardan birine başvurmalı ve o doğrultuda hareket etmelidir.

1- İçtihad: Yeterli ilmi yeteneğe sahip olduktan sonra bir müslüman İslamî kaynaklara müracaat ederek bizzat kendi vazifesini içtihat yoluyla yani başka birinin fetva ve görüşüne uymaya ihtiyaç duymadan öğrenmeye çalışması. İçtihad kapısının açık olması ve onu yasaklayan herhangi bir delilin olmadığına göre, ilmi yeteneğe sahib olan bir şahıs, bu işi yapabilir.

Ama herkesin bu işi yapamayacağı açıktır. Çünkü içtihad yüksek bir ilmi tahassustur. Ve bu işe başlamadan önce bir takım merhaleleri geride bırakmak gerekir. Başka bir deyişle, fıkıh ilminin bu kadar geniş olması, ayet ve rivayetlerin bu kadar çok ve çeşitli olması, fıkıh ve usul kurallarının, yine içtihad için gerekli olan ilimlerin çokluğu herkesin içtihad edebilmesine engel olur. Bundan dolayı, bazıları bu alanda çalışıp, görüş sahibi olmalı ve diğerleri de ondan yararlanmalıdır.

2- İhtiyat: Görevini yerine getirdiğine yakin edeceği fetva ve ihtimallere uymak.

Örneğin: Müçtehidlerden bir grubu bir işi haram bilir, ancak diğer bir grubu ise aynı işi caiz bilirse bu durumda o işi terketmeli. Veya bazıları bir ameli farz ve diğerleri de sünnet bilirse onu farz kabul ederek yerine getirmelidir.

İhtiyata göre amel etmek de herkes için imkansızdır. Çünkü ihtiyat yerlerini, teşhis etmek de içtihaddan az değildir. Bu iş halka yüklendiği takdirde, çoğunluğa zorluk çıkaracaktır.

"İhtiyata göre amel etmek iseyen kimse ihtiyat yerlerini tanımalı, ancak -ihtiyat yerlerini- çok az insan tanıyabilir. Çünkü ihtiyat yerlerini tanımak çok zordur, ihtiyat yerlerini tanımayan kimsenin taklit etmeksizin ona uyması ameleri batıleder."[14]

3- Taklid: Yanı dini hukümler konusunda en yüksek ihtısas sahibi olan müctehide uymak. İçtihad ve ihtiyat konusunda söylediklerimiziden normal halkın taklid etmekten başka bir çarelerinin olmadığı anlaşılıyor. Yani normal bir insan, kendi görevini yerine getirebilmek için liyakatli bir müçtehide müracaat etmelidir.

Büyük Alim Merhum Horasanî taklidin caiz oluşunu açık, zati ve fıtri bir şey olduğunu şöyle açıklıyor:

"Sıradan halkın, şerî vazifesini yerine getirmek için kendi araştırması sonucu ulaştığı delile uyması imkansızdır; çünkü sıradan herkes Kitap ve sünnetten delile dayanarak vazifesini teşhis edemez."[15]

Yukarda söylediklerimizden şu sonuca varıyoruz ki, akıl sahibi insanların sireti ve akli delil açıkça taklidin caiz ve hatta farz olduğuna delalet etmektedir. Taklid doğru bir şekilde ve kendine has şartlarıyla yerine getirilecek olursa insan kesinlikle müçtehidin görüşüne güven duyar, edindiği bilinç ve güvenle o görüşe uyar, bilinçli ve delile dayanarak onu seçer.

Taklid fıtri bir şey olduğundan her insan onun caiz ve farz oluşunu kolayca anlar. Taklidin gerekli oluşunda da bir başkasını taklid etmeye gerek yoktur.

Taklidin caiz olduğuna dair delil olarak akıl sahiplerinin sireti ve akli delilin dışında bir çok ayet ve rivayetler de vardır. Aşağıda bunlardan bazılarını inceleyeceğiz:

...............................

[1]– Zümer/9.

 

[2]– Usul-u Kâfi, c.1, s.30.

 

[3]– Usul-u Kâfi, c.1, s.30.

 

[4]– İsrâ/36.

 

[5]– ez-Zeriat-u ala usul-uþ Þeriat, (Seyyid Murtaza) c2, s.796.

 

[6]– Kifayet-ul Usul, s.474.

 

[7]– Bakara/170.

 

[8]– Bakara/171.

 

[9]– Maide/104.

 

* – Bu ayetin anlamı, bilmeyenlerin bilenlere müracaat etmesi ve dini onlardan öğrenmesidir.

 

[10]– Kifayet-ul Usul, c.472.

 

[11]– et-Tenkih-u fi Þerh-i Urvet-ul Vuska, c.1, s.183.

 

[12]– Hakaik-uk Usul, c.2, s.610.

 

[13]– Vesail-uþ Þiâ, c.18, s.41.

 

[14]–  Tahrir-ul Vesile, -Ýmam Humeyni- c.1, s.5.

 

[15]– Kifayet-ul Usul, s.472.