AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Cumartesi

6 Ocak 2024

15:30:01
1427116

S. Mehdi Musavi Kaşmeri

Birlik, Beraberlik ve Kardeşlik 1

Tarih boyunca İslam ümmeti, bu kutlu birliğe devamlı bayraktar olmuş, aralıksız çabalarıyla bu yüce hedefin tahakkuku doğrultusunda himmetli adımlar atmış büyük insanların sahne alışına şahit olmuştur. Bu girişimlerin istenen sonuca ulaşması için de âlimler tarafından takip edilmesi gerekir.

        Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA:  Bu makalede insanı diğer varlıklardan ayıran özelliklere ve onda bulunan akıl ve ayırt etme özelliğine işaretle, beşerin hayatında birliğin zarureti vurgulanmış ve Müslümanların bu zaruri kuralın dışında olmadıkları belirtilmiştir.

İslami kültürde birliğin önemine, yakınlaşmaya, iyi ilişkilerin gereğine ve küfür etme, muhtelif mezheplerin maarifinin birbirlerince tanınmamış olmasına, İslam düşmanlarının entrikalarına, bencillik ve kavmiyetçilik gibi ikilik unsurlarının beyanına işaretle, birliğin faktörleri etrafında söz edilmiş, kıble, Kur’an, Ramazan ayı, Allah Resul’ünün Ehlibeytini sevme ve müşterek düşmanlardan yararlanma gibi ortak noktaların varlığına binaen İslam mezhepleri mensuplarının birliği ve yakınlaşması gerektiği tespiti yapılmıştır.

Giriş

    İnsanların, diğer canlılarla sosyal ve bir arada yaşamak gibi ortak yönlerinin yanında onu diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan farklılıkları da vardır; örneğin beşeri hayatın sosyaliteyle mümkün ve müyesser olduğu doğrudur fakat insanın sosyal yaşamı karıncalar, termitler ve bal arıları gibi bilinçsizce ve içgüdüsel değil; şuurlu ve bilinçli bir seçimdir. Bu sayede kendi türleriyle ülfet oluşturur; birlik ve dayanışma duygusu kazanır. Yani kısaca denebilir ki; beşerin hayatı birlik temeline oturur.

Daha ileri merhalede insanlar ilahi davetle (Allah’a ve ahirete iman) karşılaştıkları zaman, bir grup kabul, bir grup imtina etti. Bu davet, beşerin hayat sahnesinde, akıllı ve ileri görüşlü kimselerin kabul etmekten başka önlerinde bir yol görmeyecekleri kadar ciddi bir şekilde arz edildiği zaman, insanlar geçmiş münasebetlerini bir kenara bırakıp, davetin inkârcılarıyla saflarını ayırarak birlik adına yeni bir kıstas seçtiler; o kıstas ilahi davete iman idi.[1]

Açıktır ki, bu vahdet kalıcı olmuyordu; her peygamberden sonra takipçileri, onun öğretilerine yaptıkları yorum ve tevillerle, kişisel, kavmi ve sınıfsal garez ve heveslerini katarak çeşitli fırka ve mezhepler ortaya çıkarıyorlardı; böylece ikilik oluşuyordu.

İslam’da da bu vakıa oluşmuş, toparlaması mevcut durumda imkânsız olan onlarca fıkhi, akaidi ve kültürel fırkalar ortaya çıkmıştır.

Bugün İslami birliğe vurgu yapan din önderleri ve reformcuları böyle bir maksat gütmüyorlar; maksatları, hem mümkün hem gerekli bir arzu olan ortak payda olarak Peygamberin ilk öğretilerine dikkati çekmek ve Müslümanların münasebet ve ilişkilerinde dini ihtilafları bir kenara bırakmaktır.

Tarih boyunca İslam ümmeti, bu kutlu birliğe devamlı bayraktar olmuş, aralıksız çabalarıyla bu yüce hedefin tahakkuku doğrultusunda himmetli adımlar atmış büyük insanların sahne alışına şahit olmuştur. Bu girişimlerin istenen sonuca ulaşması için de âlimler tarafından takip edilmesi gerekir.

İnkılap rehberinin nevruz mesajında milli birliğin yanında İslami dayanışmanın yer alışı, milli menfaat ve maslahatların İslam ümmetinin menfaat ve maslahatından ayrı sayılamayacağı mesajını veriyor. Sahip ve bağlı olduklarımızı korumak ve menfaatlerimizi gözetmenin yanı sıra İslam dünyasının maslahatlarını da düşünmeli, mezheplerin ortak noktalarının eksen olması gerektiğine vurgu yaparak İslam ümmetinin birliği doğrultusunda büyük adımlar atmalıyız.

Külliyat 1- Vahdetin Önemi Ve Konumu

Varlık âleminin esası vahdet üzerinedir. Yaratılışın başlangıcı, vahdetin özüdür ve hatta yaratıcı hususunda çokluk şaibesi barındıran vahidiyyet reva değil; doğru kavram, ehediyyet ve tek oluşudur. Bazı tabirlerde vahid kelimesinin yaratıcıya tatbiki lafzidir; amaçlanan mana ise tekliktir.

Aslında çokluk ve çeşitlilik O’na layık değil; bileşenli olmak, ihtiyaç ve eksiklik nişanesidir. Çokluktan müberra zatından sadır olan şey de vahitten başkası değildir. Hikmet erbabının kesin kaidesi şudur: “el vahidu la yasduru minhu illa vahid: Birden, birden başkası sadır olmaz.”[2]

Bu sadır olan feyz, vahidin ihraç cihetindendir; taayyünat, (varoluşlar) teşahhusat (ayrıcalıklar) ve çokluk, kıstasların, mahiyetin ve imkân âleminin ürünleridir.

Varlıkların türlerinde bu vahdetin sembolü işbirliği ve yardımlaşmadadır. Her bir varlığın parçaları bileşik ve her bir varlık birbirinin tamamlayıcısıdır. Tabiat sembollerinin her birinin parçalarındaki bu uyumluluk, onun dirlik ve esenliğinin alametidir.

Şeriatta da hiçbir itham, Allah’a şirk koşmak ve O’nu birden fazla bilmekten daha yakışıksız değildir.[3] Hatta iman makamı da inanç bütünlüğünü iktiza eder; inançların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek, tamamını reddetmekle eşdeğer telakki edilir.[4]

Yine Kur’an’da makbul iman için, sadece İslam Peygamberine inanmak yeterli görülmemiş, pratikte İslam peygamberine inanmışken ve geçmiş enbiyanın peygamberliğine imanın, insanın kaderine pek de müdahil olmadığı açıkken, onlara ve gönderilmiş kitaplarına iman etmek, makbul imanın maddelerinden biri sayılmıştır:

“Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene inanmıştır, inananlar da. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanmıştır. Peygamberlerinden hiçbirini öbüründen ayırmayız, duyduk demişlerdir ve itaat ettik, Rabbimiz, bağışlanma dileriz senden, varacağımız yer, kapındır senin.”[5]

Geçmiştekilerden, gelecektekilere, gelecektekilerden de, geçmiştekilere iman etmelerini istemiş; böylece tevhidi davetin başlangıcından sonuna dek bir silsile oluşmuş, her bir dönem, bu silsile bütününün bir halkası ve geçmişi geleceğe, geleceği geçmişe bağlamıştır.

Zikredilenlerin tamamının sebebi, Allah’ın kendisi vahid (tek) olduğu için vahdeti (birliği) sevmesi, dağınıklık ve kopukluğa tahammül etmemesidir. Bu gerçeği hem tekvinde (yaratışında) hem teşride (kanunlarında) açığa vurmuştur. Tabiri caizse vahdet, varlığın özü, bütün varlıkların, ekollerin ve hareketlerin kıblesidir.

Bu yüzden âlemlerin Rabbi ikilik ve çekişmeyi, kendi makbul tevhidi dinlerinin kapsamına almamış, Kur’an-ı Kerim’de peygamberine, kitap ehline şöyle demesini tavsiye etmiştir:

“De ki: Ey kitap ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah'a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim, Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarımızı Tanrı tanımayalım. Gene de yüz döndürürlerse deyin ki tanık olun, özümüzü Tanrıya teslim edenleriz biz.”[6]

Bu esasa göre ihtilaf ve ikilik iyi bir yol ve geçit fakat kötü ve zararlı bir duraktır. Bir takım sebeplerle ihtilaf ve ikilik durak ve menzile dönüşürse, şüphesiz yayılıp çoğalmasına yönelik her girişim ilahi takdirin hilafına, tekvini ve teşrii ilahi sünnetin aksine ve ayrıca aklın hakemliğine aykırı olur.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:

“Mümin müminin kardeşidir; aynı beden gibi bir uzvu ağrısa, etkisi diğer uzuvlarda da hissedilir; her ikisinin ruhları bir ruhtandır.”[7]

Şirazlı Sadi de şöyle demiştir:

Ben-i adem a’zay-ı yekdigerened

Ki der aferineş ze yek gevherend

Çu uzvi be derd avered ruzigar

Diger uzvha ra nemaned karar

İnsanoğlu birbirinin uzvudur

Yaratılışta aynı cevherden

Zamane birini ağrıtsa

Diğer uzuvlara kalmaz takat

Bir bedenin uzuvlarının birbirinin ağrısına hassasiyeti, bir ruha sahip olmasındandır ve eğer müminler topluluğu da bir ruha sahip olursa, durum aynı olur.

Bazı ilim erbabı kişiler şöyle derler: “ilim ve amel cevher (yetenek) makulesindendir. (türündendir.)[8] Şöyle ki; ilim ve amel, cevher makulesi olan insan ruhunu inşa eder ve ona kendine uygun şekil verir. Diğer yandan Kur’an, iman nurunu ruh diye tabir eder.

“… onlar, öyle kişilerdir ki Allah, gönüllerine iman nasip ve mukadder etmiştir ve onları, kendinden bir ruhla, imanla kuvvetlendirmiştir…”[9]

Bu esasa göre insanların ruhları bir kaynaktan beslendiği ve iman ruhu onlara üflendiği zaman, şeklen bedenler birbirinden ayrı olsa da, aslında bir olurlar.

2- Uzlaşı Ve İyi İlişkiler

Ehlibeyt (a.s), İslam ümmetinin birlik ve bütünlüğünün korunmasını, Şia mezhebinin muhalifleriyle iyi ilişkiler içinde olunmasını önemle tekit ve tavsiye etmiştir. Ehlibeyt İmamları döneminde Şiilerin sayısı muhaliflerine oranla azdı ve Şiiler çoğunluğun itikadını hak kabul etmedikleri için, onlarla iyi ilişkiler kurmanın meşruluğu konusunda ikileme düşüyor dolayısıyla bu hususta imamlara (a.s) soruyorlardı. Onlar da iyi ilişkilerin gereğine önemle vurgu yapıyorlardı.

Muaviye b. Veheb şöyle diyor:

“İmam Cafer-i Sadık’a sordum: ‘Akraba ve gelgitimiz olan kimselere nasıl davranmalıyız?’ Hazret şöyle buyurdu: ‘Onlara karşı emanet ehli olun; fayda ya da zararlarına şahitlik; hastalarını ziyaret edin ve cenaze teşyilerine katılın.’”[10]

İmam Cafer-i Sadık (a.s) Zeyd b. Şeham’a müteveccih sözlerinin bir bölümünde şöyle diyor:

“Hısım akrabanızla irtibatta olun, cenazelerinde hazır bulunun, hastalarını ziyaret edin ve haklarını verin; çünkü sizden biri takvalı, doğru sözlü, emanet ehli olduğu ve halkala iyi geçindiği zaman, bu kişi Cafer’idir denir ve bu söz beni sevindirir, bahtiyarlığıma vesile olur ve ‘bu Caferi edebin eseridir’ denir. Eğer böyle olmazsa (bize mensup olduğunuz için) bu durumu güven kavramıyla ilintilindirler ve bu da bize utanç kaynağı olur.”[11]

Muaviye b. Veheb şöyle diyor:[12]

“Masum İmama şöyle dedim: ‘Hısım akrabadan bizimle inançdaş olmayan kimselere nasıl davranalım?’ İmam şöyle dedi: ‘Takipçisi olduğunuz önderlerinizin nasıl davrandığına bakın. Allah’a andolsun onlar inançdaş olmadıklarının hastalarını ziyaret eder, cenazelerinde bulunur, lehinde ve aleyhinde şahitlik eder ve emanetlerine riayet ederlerdi.’”[13]

.......................................................................................................................

[1] Allame Tabatabai şöyle der: Beşerin hayatında ihtilaf iki türlüdür:

a- Günlük hayattaki meseleler ve birbirlerinin haklarına gerçekleşen saldırılar. Peygamberler bu tür ihtilaflarda beşer arasında hakemlik yapmak için geldiler.

b- Alimler ve din önderleri vasıtasıyla ortaya çıkan usul, furu’ ve ilahi dinin maariflerindeki ihtilaflar. Allame Tabatabai, el-Mizan, Kum, c. 10, s. 31-32.

Şüphe yok ki, bir topluluk arasında peygamber zuhur etmesi, esasen kendi başına ihtilaf ve ikilik çıkmasının kaynağıdır; kimileri ona doğru yönelir, kimileri de küfre saparlardı.

Merhum Allame yaptığı taksimatta bu tür ihtilafa işaret etmiyor.

[2] Sadruddin Muhammed Şirazi, el-Esfaru’l erbaa, c. 2, s. 204-209.

[3] “Şüphe yok ki Allah, kendisine eş tanıyanları yarlıgamaz, ondan başka dilediğinin bütün suçlarını yarlıgar ve kim Allah'a eş tanırsa gerçekten de büyük bir iftirada bulunmuş, pek büyük bir suç işlemiştir.” Nisa, 48

[4] “Onlar, öyle kişilerdir ki Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eder, Allah'la peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve bazısına inandık, bazısına inanmadık derler ve imanla küfür arasında bir yol tutmak isterler.” Nisa, 150

[5] Bakara, 285.

[6] Al-i İmran, 64.

[7] Şubber, Seyyid Abdullah, el-Ahlak, c. 5, s. 96.

[8] Hasan Hasanzade Amuli, Hezar-o Yek Nukte, Tahran 1372, c. 1, s. 153, Nukte 139.

[9] Mucadele, 22.

[10] Vesailu’ş-Şia, c. 8, “Ebvabu Ahkami’l-Aşere”, Bab 1, s. 398, h. 1.

[11] Vesailu’ş-Şia, c. 8, Ebvabu Ahkami’l-Aşere, Bab 1, s. 398, h. 2.

[12] Muhammed b. Ali Erdebili, Camiu’r-Ruvat, c. 2, s. 241.

[13]  age., s. 399, h. 3.