AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Cumartesi

6 Ocak 2024

16:11:27
1427123

S. Mehdi Musavi Kaşmeri

Birlik, Beraberlik ve Kardeşlik 3

İsmet makamına sahip Ehlibeyt mektebini takip etmek, her ne kadar büyük bir yükümlülük ve dinin sütunlarından biri olsa da, korunması sadece İslami vahdet ve ihtilaftan kaçınmakla mümkün olan dinin aslını ve ruhunu korumak, daha büyük bir yükümlülüktür.

     Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA: Vahdetin Etkenleri ve Ortak Noktalara Vurgu

Bundan önce tevhidi dinler ve mezhepler bağlamında Kur’an’ın mantığının, hak olanı kabule davetten sonra birliğe çağrı, uzlaşı ve ortak noktalara vurgu olduğuna işaret edildi.

Şüphesiz Müslümanlarla ehli kitap arasındaki benzer noktalar, hem sayı ve hem nitelik açısından İslami mezhep takipçileriyle mukayese edilemez. İleride inanç esaslarının yanında temel birkaç konuya da işaret edeceğiz:

1- Kâbe

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu:

“Kâbe var olduğu sürece din de payidar kalacaktır.”[23]

Şüphesiz bu süreklilik ve kaynaşma, ümmetin birliği ve bütünlüğü sayesindedir. Daha üst seviyede hac konusunda düşünülürse, hacda toplanmak her ne kadar Cuma namazında toplanmak gibi zatında olmasa da, ana hedeflerinden biri olduğu kesindir.

Cuma namazı her hafta toplu bir ibadet yapmak, hac da Müslümanların büyük bir toplantı gerçekleştirmek ve Allah’a kulluk noktasında İslam ümmetinin birliği ve kaynaşmasını sağlamak amacıyla yapılır.

Yapılan her mescit Allah’ın evi ve ibadetgâhıdır. Allah Kâbe’nin faziletini her mescide verebilir. Hac konusu sırf ibadetsel bir konu olsa, dünyanın çeşitli noktalarından onca zahmet ve zorluklarla insanları bir mekâna toplamaya ne gerek var.

Ayrıca bu toplanmayı özellikle vakfelerde belirli bir zamanla sınırlandırmak, namazın aksine kazasının bile olmaması, tayin edilmiş vakitte yerine getirilmezse bir dahaki seneye kadar beklenmesi, bu eşsiz merasimin düzenlenmesindeki asıl hedefin görüşme, tanışma, imansal muhabbet ve kardeşlik bağı oluşturma, birbirinin durumunu anlama, ümmetin vahdeti ve küfür dünyasının karşısında saf tutma olduğudur.

Nitekim Kureyşliler kendilerini üstün gördüklerinden, arafatta vakfede ve meşaru’l-harama harekette ayrı bir grup oluşturup diğer Müslümanlardan ayrı bir yol seçtikleri zaman bu işten menedildiler ve onlara diğer Müslümanların arasına katılmaları ve gittikleri yolu kullanmaları emredildi.[24]

Bu yüzden Müslümanların vahdet temellerinin sağlamlaştırılması, haccı gösterişli kılma çabası, özellikle Şiilerin öncekinden daha çok Sünnilerin cemaat ve Cuma namazlarına katılmaları kaçınılmazdır.

İsmet makamına sahip Ehlibeyt mektebini takip etmek, her ne kadar büyük bir yükümlülük ve dinin sütunlarından biri olsa da, korunması sadece İslami vahdet ve ihtilaftan kaçınmakla mümkün olan dinin aslını ve ruhunu korumak, daha büyük bir yükümlülüktür.

2- Kur’an

İslam mezhepleri arasındaki temel ortak yönlerden biri Kur’an’dır. Bunun sebebi, Kur’an’ın diğer semavi kitapların aksine tahriften korunmuş olması, bütün İslam mezheplerinin onu eksiksiz olarak kabul edip iman etmesidir.

Yalnız Kur’an tek başına vahdet oluşturmak için din dâhilinde verimli ve uygun değildir; zira İslami mezhep ve ekollerin her biri değişik itikatlarla ona tevessül ediyorlar. Bu da onların arasında vahdeti sağlayamamıştır. Bunun için beyanları belirleyici olan emin ve hatadan uzak müfessirlere ihtiyaç vardır ki bunu da (Peygamber hariç) 12 imamdan başkası iddia edemez. Nitekim Camia ziyaretinde şöyle geçer:

“Sizin velayetinizi kabul etmekle tevhid kelimesi tamama erer ve Allah’ın nimeti büyür ve ayrılıklar birlikteliğe dönüşür…”[25]

İslam ümmetinin vahdetinin oluşmasında Kur’an’ın verimliliği din haricinde ve dünya istikbarının karşısında oluşudur; bu da iki yolla mümkündür:

Kur’an’a ortak imana vurgu Araştırma ve öğretilerine amelde daha fazla önem verilmesi 3- Ramazan Ayı

Oruç, görünüşte her ne kadar ferdi bir ibadet olsa da, aslında çok etkin sosyal bir boyuta sahiptir. Mübarek Ramazan ayının evvelinden sonuna kadar dünyanın her yerindeki her Müslümanın her gün belirlenmiş bir saatten özel bir ana kadar imsak etmeleri, İslam dünyasının gafletine rağmen, İslami vahdetin günümüz dünyasında tamamıyla anlaşılabilir en yüce tezahürlerindendir.

Ramazan ayının girişi ve Fıtır bayramı münasebetiyle İslam ülkeleri yöneticilerinin geniş tabanlı karşılıklı kutlamaları, bu ayda İslam ülkeleri arasında Kur’an müsabakalarının düzenlenmesi, bu ayın İslam ümmetinin vahdet ayı olarak ilan edilmesi, İran İslam Cumhuriyeti’nin çeşitli ülkelerdeki elçiliklerinin iftar merasimleri düzenlemesi, kültürel ve etkin şahsiyetlerin bu merasimlere çağrılması, diğer İslam ülkeleriyle daha fazla uyum adına Fıtır bayramı münasebetiyle tatil günlerinin çoğalması, Kudüs günü yürüyüşünün bu ülkelerde düzenlenmesi ve bunun gibi benzer münasebetler, mübarek Ramazan ayının sosyal boyutunun ihyası ve İslami vahdetin güçlendirilmesi yönünde yararlanılabilecek girişimlerdendir.

4- Ehlibeyt Sevgisi

Şia inancına göre, Müslümanların Peygamber’in Ehlibeyti konusunda bir takım görevleri vardır; bu görevlerden birisi onları sevmektir ve bu sevgi dinin gerekliliklerindendir; bu sevgiden yoksun olan kimse Müslüman değil ve necistir.[26]

Kur’an’da şöyle buyrulur:

“…De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir…”[27]

Ehlibeyti sevmenin gerekliliği, İslam mezhepleri mensuplarının tümünün ortak paydasıdır. Bu husustaki iki yanlış kanı, bu konudan İslami vahdet yönünde doğru istifade etmeyi engelliyor.

    Ehlibeyt mektebi mensuplarının birçoğu Ehlibeyti sevenlerin sadece Şiiler olduğunu sanıyorlar. Bu da kötümserlik ve hoşnutsuzluk sebebidir. Hâlbuki Şiiler haricindekilerin Ehlibeytin faziletleri, menkıbeleri ve sevgilerinin gerekliliği hususunda yazdıkları ve çıkardıkları birçok kitap vardır. Bunu bilmek Şiiler için cezbedici ve yanlış anlamayı gidermede etkili bir adım olacaktır. Bu kanının karşısında, bazı Sünniler Şiilerin İmamları konusunda aşırıya gittikleri ve onları Allah veya Peygamber bildikleri yönündedir. Şiilik davasına zahiren bağlı olanların böylesi yanlış ve sapkın inançlarını bütün Şiilere nispet veriyorlar. Şüphesiz sömürgeciliğe bağlı bir takım mahfiller tarafından desteklenen bu hatalı kanı, İslami vahdetin esasına büyük bir darbedir. İmam Ali’den (a.s) İmam Hadi’ye kadar bütün imamlar böylesi kişi ve gruplarla ve onların batıl inançlarıyla karşılaştıklarında, en sert ve yoğun kültürel mücadeleyi onlara karşı gösteriyor, onların bahsi geçtiğinde lanet ve kaygılarını izhar edip, kanlarını mubah sayıp, halkı onlardan sakındırıyorlardı.

Şia imamları gulat gruplara karşı tutumunu hiçbir mezhep mensubuna göstermemiştir. Örnek verecek olursak, İmam Sadık’ın (a.s) yaranından birisi bu konuda sorduğu zaman o Hazret şöyle cevap vermiştir:

“Ey Sedir! kulağım, gözüm, derim, etim, kanım ve saçım onlardan (gulat) bizardır. Onlar benim ve babalarımın dini üzere değiller. Kıyamet günü onlarla bir araya gelmeyeceğiz ve Allah onlara gazap edecektir.”[28]

Şia’nın avam tabakasından bazılarının hareket ve işleri, örneğin imamların kabirlerinde yapılan secdeler, onların adını anarken elleri semaya doğrultmak veya bazı meddahların farkında olmadan ya da bilerek ve tahrik olarak aşırıya kaçan lakap ve unvanları dile getirmeleri, Sünni kesim nezdinde Şia’nın ithamını güçlendirmektedir.

İmam Rıza (a.s), Ehlibeyt (a.s) hakkındaki ğuluv rivayetlerin, Şia’nın adını kötüye çıkarmak ve onları imamları ilah edinmekle itham etmek için, düşmanların uydurduğuna inanıyor.

Ortak Düşman

Kişi ve gruplar arasında vahdet oluşturmanın etkenlerinden biri de, ortak düşmana inanma duygusudur.

Düşman bazen birkaç grup veya ülkeye bazen de her iki grup ve millet için mukaddes olan bir noktaya saldırır. Böyle bir düşmanın varlığı her iki durumda saldırıya maruz kalan halkın vahdet ve bağlılık ortamını hazırlar. Ortak düşmanın varlığı her ne kadar iki grubun ihtilaf ve çekişmelerini kökten bertaraf etmese de, ayrılıkların azalması, işbirliği ve yardımlaşmalarında ciddi bir etkisi olur.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:

“Münafıklık edenleri de açığa vurmayı murad etmişti. Onlara, gelin, Allah yolunda savaşın yahut da onları defedin deyince, savaşmayı bilseydik elbette size uyardık dediler. Hâlbuki onlar, o gün imandan ziyade küfre yakındılar. Özlerinde olmayanı söze getiriyorlardı. Onların bütün gizlediklerini Allah bilir.”[29]

Müslümanlardan bazısı (İbn-i Abbas’ın dediğine göre Abdullah b. Amr b. Hizam idi) Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve yaranının, Müslümanların Uhud’a hareket güzergâhında İslam ordusundan ayrılıp Medine’ye dönmeye karar verdiklerini görünce şöyle dedi:

“Gelin Allah için O’nun yolunda savaşın; en azından vatanınız ve yakınlarınızı tehdit eden tehlikenin karşısında durun.”[30]

Abdullah b. Ubeyy, Medine’de kalıp şehri savunma önerisinin Peygamber (s.a.a) tarafından kabul edilmemesi bahanesiyle, yaklaşık 300 kişilik düşündeşiyle İslam ordusundan ayrıldılar. Hâlbuki Kureyşliler Medine’yi hedeflemişlerdi ve o şehir onda mukim olan kabilelerin ortak yaşam alanıydı ve aklın hükmüne göre hepsinin ihtilafları ve cüzi hoşnutsuzlukları bir kenara bırakmaları ve şehri savunup ortak düşman tehlikesini defetmeleri gerekirdi.

Şimdi de İslam dünyası ortak ve tehlikeli düşmanlarla karşı karşıyadır. Akıl ve din onların karşısında vahdeti gerektirmektedir.

İmam Humeyni bu konuda şöyle diyor:

“Bugün öyle bir gündür ki, bütün İslam toplumları, İslam’ın özünü ortadan kaldırmak isteyen şeytani güçlerle karşı karşıyadır. Bu güçler, İslam’ın kendileri için bir tehlike olduğunun idrakine varmışlar. Onlar için tehlike olan şey, Müslüman milletlerin vahdetidir.”[31]

Bu konudaki esas mesele, bu düşmanlığın varlığını algılamaktır. İslam ümmetinin vahdetini böylesi ortak bir düşmanın etkilemesine izin vermek, İslam devletleri ve halklarının, o tehlikeyi doğru anlama ve değerlendirmeden yoksun olduklarından kaynaklıdır.

Aşırı Gruplarla Mücadele

Toplumlar ve devletler arasında her zaman ortak taleplere oranla, halkın ekseriyetinden daha fazla talepleri olan kişi ve gruplar vardır.

Genellikle halkın çoğunluğu, siyasi ve sosyal birçok gerçekleri dengeleme hususunda beklentilerini ayarlar ve orta yolda karar kılarlar. Hâlbuki bu gruplar beklentilerini, mevcut gerçeklerin kabiliyet ve kapasitesini fazlasıyla aşacak şekilde oluşturuyorlar. Bazen aşırı ve zorlama hareketleriyle toplumu ıstırap, güvensizlik ve bozgunculuğa maruz bırakırlar.

Müslim b. Haccac Ebu Hureyre’den, o da Peygamber’den şöyle nakleder:

“Kim itaatin dışına çıkıp cemaatten ayrılır ve ölürse, cahiliyet üzere ölmüş olur ve kim meçhul bir sancağın altında savaşır, yakınları ve kabilesi için hiddetlenir veya akrabalık taassubuna davet eder ya da ona yardım edip ölürse, yine cahiliyet ölümüyle ölmüş olur; kim ümmetime karşı ayaklanır, iyi kötü demeden öldürür, müminlerinden el çekmez ve onlarla yaptığı anlaşmalara vefa etmez ise, benden değildir ve ben de onlardan değilim.”[32]

Yine Müslim, Arfece’den rivayet ediyor ki Peygamber’den duydum şöyle buyuruyordu:

“Gelecekte kargaşalar çıkacak. Her kim bu ümmetin birlik ve beraberliğini bozmak isterse, kim olur olsun kılıçtan geçirin.”[33]

Hz. Ali (a.s) zamanında ortaya çıkan bu aşırı grupların örneği Nehrevan Haricileriydi. Onlar Sıffin savaşının ortasında o Hazretin zafer emareleri aşikâr olmuşken Amr b. As’ın hileleriyle Muaviye ile hakemiyeti kabule zorladılar. O Hazretin kabul etmesinden sonra da ısrarla o anlaşmayı bozmasını istediler ve o Hazretten olumsuz cevap alınca muhalefet bayrağını açıp düşmanlıklarını artırdılar ve sonunda Nehrevan savaşını başlatıp onca musibetlere sebep oldular. Ali (a.s) onların fitnesini bertaraf etmek için çoğunu kılıçtan geçirdi.

Bugün de çeşitli şekil ve sloganlarla düşmanın değirmenine su taşıyan ve aynı şeytani hedefleri takip eden ve her gün bir yerde İslam ümmeti arasında nifak tohumları eken kişi ve gruplar mevcuttur.

Hiç şüphesiz İslam ümmetinin akıllı mücadelesi, onların fitne ve çabalarını sonuçsuz bırakacaktır.

..............................................................................

[23] Vesailu’ş-Şia, Tahran, c. 8, s. 14.

[24] “Sonra insanların, hep birden Arafat'tan döndüğü yerden siz de dönün, Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphe yok ki Allah suçları örter, rahîmdir.” Bakara, 199.

[25] Ravzetu’l-Muttakin, c. 5, s. 495-496.

[26] Mustenedu’ş-Şia, c. 6, s. 270; Cevahiru’l-Kelam, c. 39, s. 32; Tahriru’l-Vesile, c. 1, s. 118.

[27] Şura, 23.

[28] Usulu Kafi, c. 1, s. 269.

[29] Al-i İmran, 167.

[30] Nasır Mekarim Şirazi, Tefsir-i Numune, Tahran 1372, c. 3, s. 167.

[31] Sahife-i Nur, c. 13, s. 45-46.

[32] Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi, Beyrut, c. 12; Kitabu’l-İmare, s. 238, 239, h. 848.

[33] Sahih-i Müslim, Nevevi şerhi, c. 12; Kitabu’l-İmare, s. 241, h. 1852.