İlk dönemde mülümanların çoğu Hz. Ali'yi "Ebu'l Hasan" diye
çağırırlardı. Hatta oğulları İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) da
Resulullah'ın (s.a.a) irtihaline kadar babalarına Ebu'l Hasan,
Resulullah'a (s.a.a) da "baba" diye hitap ediyorlardı.
Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) Ebu Turab adını vermiştir. Hz. Ali
(a.s) rivayete göre bir gün toprak ûzerinde uyumuş ve ridası ûzerinden
düşüp bedeni toprağa bulaşmıştı. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s)
başucuna gelerek onu uykudan kaldırdı ve elbisesine konan toz-toprağı
temizleyerek: "Kalk otur ey Ebu Turab!" diye buyurdu.
Bundan sonra bu isim Hz. Ali'nin (a.s) en sevimli ismiydi. Hz. Ali (a.s) bu isimle çağrılmayı çok severdi.
Ümeyyeoğulları kendilerine bağlı saray minberlerinden Hz. Ali'yi (a.s)
kötülerken onu "Ebu Turab" ismiyle anıp bunu bir eksiklik olarak
nitelendirmek istiyorlardı. Ancak Hasan Basri'nin de dediği gibi bununla
gerçekte Hz. Ali'yi en güzel övgüyle methediyorlardı.
Annesi ilk olarak ona kendi babasının adı olan Haydar ismini verdi.
Haydar ise aslan anlamındadır. Ancak Hz. Ali'nin (a.s) babası Ebu Talib
bu ismi değiştirerek oğluna "Ali" adını koydu.
Şiiler Resulullah'ın (s.a.a) zamanında Hz. Ali'nin, Emir-ül Mü'minin
lakabını aldığına, Muhacir ve ensar'ın çoğu onu bu isimle çağırdıklarına
inanmaktadırlar. Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu mana tesbit
edilmemiştir. Ama aynı lafızda olmasa bile aynı anlamı ifade eden başka
tabirler rivayet edilmiştir.
Örneğin, bizim muhaddislerimiz Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali'ye: "Sen
dinin ya'subusun." veya: "Bu, mü'minlerin ya'subu ve süvari mücahitlerin
kumandanıdır." diye buyurduğunu rivayet etmişlerdir.
Bu iki hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned kitabının Fezail-üs Sahabe
bölümünde, Nuaym İsfahanî, Hilyet-ul Evliya kitabında nakletmişlerdir.
Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Hz. Ali'nin (a.s) Peygamber'in
vasisi olduğu söz konusu edilmiştir. Çünkü Peygamber vasiyetlerini Hz.
Ali'ye etmişlerdi. Ehl-i Sünnet âlimleri bu konuyu inkâr etmemekle
beraber hilafet konusunun vasiyet edilmediğini söylemektedirler.
Hz. Ali'nin (a.s) annesi Esed b. Haşim b. Abdulmenaf Kusey'in kızı
"Fatıma"dır. Kendisi Haşimi olup, Haşimi çocuk doğuran ilk kadındır.
Fatıma'nın dört oğlu vardı. Bunların en küçüğü Ali, onun on yaş büyüğü
Cafer (Tayyar), Cafer'in on yaş büyüğü Akîl ve Akîl'in on yaş büyüğü
Talîb'dir. Fatıma'nın annesinin ismi de yine Fatıma'dır. Hz. Ali'nin
annesi Fatıma Müslüman olan onbirinci kişidir. Resulullah (s.a.a), o
değerli hanıma saygı gösteriyor ve "anne" diye hitap ederdi.
Fatıma vefatından önce, Resulullah'ı (s.a.a) kendine vasi tayin etti ve
Resulullah da bu vasîyeti kabul etti. Fatıma'nın vefatında Resulullah
ona cenaze namazı kıldı. Kendi gömleğini ona giydirdi!
Ashaptan bazıları, "Ya Resulullah! Biz sizin başka birine böyle
davrandığınızı görmedik" demeleri üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle cevap
verdi: "Evet; ancak bilin ki, Ebu Talib'den sonra hiç kimse bana Fatıma
kadar iyi davranmamıştır! Gömleğimi ona giydirdim ki, ona cennet
elbiseleri giydirilsin. Onun yanıbaşına uzandım ki, kabir sıkması ona
kolay olsun ve huzur içinde olsun!"
Esed'in kızı ve Hz. Ali'nin (a.s) annesi Fatıma Peygamber'e (s.a.a) bi'at eden ilk kadındır.
Ebu Talib'in annesinin ismi de "Fatıma" idi. O, Mekke'nin tanınan
çehrelerinden Mahzumi'nin kızıdır. Bu hanım aynı zamanda Resulullah'ın
(s.a.a) babası "Abdullah"ın da annesidir.
Hazreti Ali'nin nerde doğduğu hususu ihtilaflı bir konudur. Şiaların
çoğusu, onun Ka'be'nin içinde doğduğunu söylerken Ehl-i Sünnet
muhaddisleri bunu kabul etmeyip, Ka'be evinin içinde doğan Hakim b.
Huzam olduğunu ileri sürüyorlar ama yine de buna inanan Ehl-i Sünnet
alimleri vardır.
Meşhur rivayetlere göre Resulullah (s.a.a) kırk yaşında Peygamberliğe
seçilince Hz. Ali (a.s) on yaşındaydı. Fakat birçok Ehl-i Sünnet
kelamcıları o zaman o Hazretin on üç yaşında olduğunu savunuyorlar. Bu
görüşü şeyhimiz Ebu-l Kasım Balhi zikretmiştir.
Ahmed b. Hanbel Belazuri ve Ali b. Hüseyn İsfahani şöyle naklederler:
Bir yıl Mekke'de kıtlık idi; bu nedenle Ebu Talib geçim sıkıntısı
çekiyordu. Bu durumdan haberdar olan Resulullah, amcaları Abbas ve
Hamza'ya: "geçim sıkıntısını Ebu Talib'in omuzlarından kaldırmalıyız"
dedi. Daha sonra da her üçü beraberce Ebu Talib'in yanına giderek o'nun
çocuklarına bakabileceklerini bildirip, onlardan üçünü kendilerine
teslim etmesini istediler.
Ebu Talib: "Akil'i bana bırakın, diğer kimi isterseniz götürün" dedi.
Abbas, Talib'i, Hamza, Cafer'i ve Resulullah da Ali'yi kabul etti! Ve
daha sonra da onlara: "Ben, Allah'ın benim için seçtiği kimseyi seçtim"
dedi.
Böylece Hz. Ali (a.s) altı yaşından itibaren Resulullah'ın (s.a.a) himayesi altına girip Peygamber'in eli altında terbiye oldu.
Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) karşı gösterdiği şefkat ve
iyilik, Abdulmuttelib'in vefatından sonra Hz. Ali'nin babası Ebu
Talib'in Peygamber'e karşı yaptığı hizmet ve ilgilerin mükâfat ve
karşılığıydı.
Hz. Ali'nin, Hz. Resulullah'ın peygamberliğini ilan ettiği zamanda on üç
yaşında olması onun şu sözleriyle tam uyum içindedir. Hz. Ali şöyle
buyuruyor: "Ben, İslam ûmmetinden hiç kimse Allah'a tapmadan (müslüman
olmadan) yedi yıl önce O'na ibadet ediyordum. Yedi yıl boyunca) vahy
meleğinin sesini duyuyor ve hakkın nurunu görüyordum. O zaman Resulullah
(s.a.a) Peygamberliğini gizli tutuyordu; Allahu Teala, halkı Allah'a
itaat etmemekten korkutmaya ve risaletini tebliğ etmeye daha müsade
etmemişti." Ancak Resulullah'ın halkı İslama davet etmeğe başladığı
zaman Hz. Ali'nin (a.s) on üç yaşında olduğu ve Resul-i Ekrem'in onu
babası Ebu Talib'den aldığı sırada altı yaşında olduğu takdirde Hz.
Ali'nin halktan yedi sene önce Allah'a tapıyor olduğu doğru olabilir.
Altı yaşındaki çocuğun ibadeti ise mümeyyiz (iyiyi ve kötüyü anlayan)
olduğu takdirde sahihtir; bilhassa o yaşta olan birisi Allah'ın büyük
delillerini ve apaçık ayetlerini görerek bu ibadetini, Hakk'a ta'zim
niyetiyle, yaparsa. Bu özellik bazı zeki çocuklarda görülmektedir.
Mü'minlerin emiri Hz. Ali (a.s) hicri 40 yılında Ramazan ayının 21.
gecesi şehid edildi ve mukaddes "Necef" topraklarında toprağa verildi. O
hazretin torunlarından olan Cafer b. Muhammed (Cafer-i Sadık(a.s) ve o
hazretin diğer şahsiyetli evlatları Irak'a geldiklerinde Hz. Ali'nin
(a.s) mukaddes tûrbesini burada ziyaret etmeleri bunun şahididir. Çünkü
herkes babasının kabrini diğerlerinden daha iyi tanır. O halde bazı
Ehl-i Sünnet mühaddislerinin bu konudaki ihtilafı yersizdir.
Hz. Ali'nin Faziletleri
Hz. Ali'nin (a.s) faziletleri, yücelik ve azameti her müslümanca bilinen
bir konudur. Meşhur şair Ebu Ayna'nın Abbasi halifesi Mütevekkil ve
Mu'temid'in veziri Abdullah hakkında dediği gibi onun fazilet ve
üstünlüklerini vasfetmek, hiç kimseye gizli olmayan açık günün
aydınlığından haber vermek gibidir! Dolayısıyla Hz. Ali'ye hitap ederek
ben de demeliyim ki, senin hakkında bahsetmek bana bırakılsa kesinlikle
kendi aczimi itiraf ederim. İşte bu yüzden de seni övmekten sakınıyor,
sana selam ediyorum ve senin şahsiyetinden haber vermeyi halkın senin
hakkında olan bilgisine bırakıyorum.
Düşmanların bile faziletlerini itiraf etmeğe mecbur kalıp, üstün
faziletin hakkında Peygamber'den (sa.a.) gelen hadislerin yayılmasına
engel oldular. Hatta müslüman çocuklara "Ali" ismini vermelerini bile
yasakladılar. Ancak bütün bunların Hz. Ali'nin ad ve makamını
yükseltmekten başka bir etkisi olmadı! Gerçekte o misk gibidir ki; onu
her ne kadar örtseler yine de güzel kokusu duyulur; ve o elle
örtülemeyen parlak güneş ve gündüzün aydınlığı gibidir ki bir göz onu
görmekten aciz kalsa bile sayısız gözler onu idrak eder.
Bütün insani faziletlerin kendisinde toplanan ve bütün islam
fırkalarının kendilerini (hak olduklarını isbat etmek için) ona mensup
bildikleri ve her fırkanın kendine mal etmeğe çalıştığı bir kişidir Hz.
Ali (a.s).
Ali bütün Faziletlerin merkezi ve kaynağıdır. Fazilet, üstün kemalat,
yücelik ve azamette hiç kimse ona ulaşamaz. Ondan sonra ilim ve
fazilette bir makama erişen herkes ilim ve faziletlerini ondan almış,
onu izlemiş, onun davranış ve tavırlarını örnek alarak hareket
etmişlerdir. İşte bu açıdan hepsı ona minnet borçludur. Allah-u
Teala'nın varlığı, isim ve sıfatları ve diğer inançlardan bahseden ilmi
ilahi (kelam ve felsefe ilmi) her ilimden daha değerlidir. Çünkü her
ilmin değeri malumunun değerine bağlıdır. İlmi ilahi'nin konusu ise Hak
Teala olduğundan dolayı onun konusu varlıkların en şereflisi ve en
üstünüdür. Buna göre Allah'ı tanıma ilmi olan kelam ilmi bütün
ilimlerden daha değerli ve daha üstündür.
Bu ilim de Hz. Ali'den alınmış, ondan nakledilmiş, onda başlamış ve onda son bulmuştur.
Adl-i ilahi'ye inanan ve istidlal ehli olan "Mutezile" fırkası
ilimlerini Hz. Ali'den almışlar. Bu fırkanın ileri geleni "Vasil b. Ata"
Muhammed Hanefiye'nin oğlu "Ebu Haşim-i Abdullah"ın öğrencisidir ve o
da babası Hz. Ali'nin (a.s) öğrencisidir.
Eş'ari, fırkası da Ebu-l Hasan Eş'ari'ye mensuptur. Ebu-l Hasan, Ebu Ali
Cubai'nin öğrencisidir o da Mü'tezile fırkasının ileri gelenlerinden
biridir. Bu açıklamayı nazara aldığımızda Eş'ari fırkasının da sonunda
her şeylerinde Ali b. Ebi Talib'e vardıkları açıklığa kavuşur.
On iki imam ve Zeydiye (dört imam) şiilerinin ise Hz. Ali'ye (a.s) mensup oldukları açıktır.
İslamî ilimlerin bir diğeri de fıkıh ilmi ve din ahkâmıdır ki, bunun da
kaynağı Hz. Ali'dir (a.s). İslam mektebinde yetişen bütün fakihler
Ali'nin (a.s) fıkıh ve ilminden yararlanmışlardır.
Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin arkadaşları olan Ebu Yusuf ve
Muhammed b. Hasan Şeybanî ve diğer hanefi mezhebinin fıkıh bilginleri
ilimlerini Ebu Hanife'den almışlardır. Şafii, (Şafii mezhebinin imamı)
ise Muhammed b. Hasan'dan ders almıştır ve bu açıdan o da Ebu Hanife'nin
öğrencisidir.
Ahmed b. Hanbel (Hanbeli mezhebinin kurucusu) ise Şafii'nin
öğrencisidir. O da iki vasıtayla Ebu Hanife'nin öğrencisidir. Ebu Hanife
ise Cafer b. Muhammed'in (Şiilerin altıncı imamı) öğrencisidir. Cafer
b. Muhammed ise babası Muhammed Bâkır'ın (a.s) ve iki vasıtayla dedesi
Ali'nin (a.s) öğrencisidir.
Malik b. Enes (Maliki fırkasının kurucusu) "Rabiet-ur Re'y"in öğrencisi
ve o da "İkrime"nin öğrencisi, ikrime de Abdulalh b. Abbas'ın
öğrencisidir. İbn-i Abbas da Hz. Ali'nin (a.s) öğrencilerindendir. Şafii
fıkhını Malik'in nezdinde kıraat ettiğini dikkate alarak Hz. Ali'ye
(a.s) vardırılabilir.
Bunlar dört Ehli Sünnet mezhebi fakihleri idi. Ama Şia fıkhına gelince
bu mezhebin Hz. Ali'nin (a.s) şahsından kaynaklanmış olduğu açıktır.
Ayrıca sahabenın fakihleri Ömer b. Hattab ve Abdullah b. Abbas idi ki
onların her ikisi de fıkıh ve din ahakamını Hz. Ali'den (a.s)
almışlardır. Hz. Ali'nin (a.s) öğrencilerinden olan Abdullah b. Abbas'ın
durumu açıktır. Ömer ise, kendi hilafeti döneminde, içinden çıkamadığı
bir çok meselelerde Ali'ye (a.s) ve diğer sahabelere mûracaat ettiği ve
defalarca açık bir şekilde: "Ali olmasaydı Ömer helak olurdu" dediği ve
yine: "Ebu-l Hasan'ın (Ali'nin) bulunmadığı zor bir meseleyle Allah
beni karşılaştırmasın" dediği, ve bilahere sahabeye "Ali mescidde olduğu
zaman hiç kimsenin fetva vermeye hakkı yoktur!"dediği herkes tarafından
bilinmektedir. Böylece İslam fıkhının Hz. Ali'ye vardığı açıklığa
kavuşmuş oluyor. Ayrıca Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri Resulullah'ın
(s.a.a) ashaba şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: "Kadılık ve hâkimlik
konusunda Ali sizin hepinizden üstündür" kadılık da fıkha dayanmaktadır.
Dolayısıyla Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) ashabının en üstün
fakihidir.
Yine bütün İslam fırkaları nakletmişlerdir ki, Resulullah (s.a.a) Ali'yi
(a.s) Yemen'e gönderdiği zaman: "Rabbim; onun kalbini hak ve hakikata
yönelt ve hakkı söylemesi için diline sebat ver." diye buyurdu.
Ali (a.s) der ki: "...O günden sonra artık iki kişinin arasında hakemlik ve hükmettiğimde asla şüphe ve tereddüde dûşmedim...!"
İslami ilimlerden biri de Kur'an tefsiri ilmidir. Bu ilmi de müslümanlar
Hz. Ali'den (a.s) almışlardır. Tefsir kitaplarına müracaat edecek
olursanız, bu sözümüzün doğruluğu anlaşılır.
Çünkü tefsirlerin çoğu Ali'den (a.s) ve Abdullah b. Abbas'tan
nakledilmiştir. İbn-i Abbas da Hz. Ali'nin (a.s) öğrencisi olup ilmini
ondan almıştır. Bir gün İbn-i Abbas'a senin ilmin Hz. Ali'ye göre
nasıldır?" diye sorulduğunda İbn-i Abbas şöyle dedi: "Engin okyanusun
karşısında bir yağmur damlası gibidir."
İslami ilimlerden biri de; tarikat, hakikat ve tasuvvuf ilmidir. Bütün
İslam beldelerinde Tasavvuf'un ileri gelenleri kendilerini Ali'ye (a.s)
mensup bilmektedirler.
Şibli Cüneyd, seriy, Ebu Yezid Bastami, Korhi diye tanınan Ebu Mahfuz ve
diğerleri bu konuya tasrih etmişlerdir. Bütün tasavvuf fırkalarının, bu
güne kadar şiarları kendilerini senet silsilesiyle "İmam Ali"ye
ulaştırmalarıdır.
İslami ilimlerden biri de nahv ilmi ve arab edebiyatıdır. Bu ilmi Hz.
Ali'nin (a.s) inşa edip temel kurallarını "Ebu-l Esved Düeli'ye"
yazdırdığı herkes tarafından bilinmektedir. Hz. Ali (a.s) şöyle
buyurmuştur: "Kelime isim, fiil ve edat olmak üzere üçe ayrılır." ve yin
kelimeyi belirli (marife) ve belirsiz (nekire) ve i'rab çeşitleri olan
harekeleri de zamm, nasb, cer ve cezme ayırmıştır. Bütün bunlar bir
mucizeye benzemektedir. Çünkü beşeri gücün bu kadar kapsamlı olup bu
denli ince konuları istinbat etmeğe kudreti yetmez. Eğer insani değer ve
sıfatlar yönünden mütalaa edecek olursanız, bu bakımdan da Hz. Ali'nin
(a.s) herkesten önde olduğunu tam anlamıyla görürsünüz. Biz bu
sıfatlardan bazısına kısaca değineceğiz:
Bu sıfatlardan birisi şecaet ve yiğîtliktir, Hz. Ali'nin yiğitliği halka
kendinden önceki kahramanları unutturup, kendinden sonra gelecek
kahramanlara bir meydan bırakmadı. Onun harpdeki yiğitlikleri herkesce
bilinmektedir. Kıyamete kadar da dillere destan olacaktır.
Ali (a.s) hiç bir zaman savaş meydanına sırtını dönüp kaçmamıştır, asla
düşman ordusundan korkmamıştır. Savaş meydanında karşısına çıkan
herkese galip gelmiştir. Hiç bir zaman düşmana ikinci bir darbeyi
indirmeye ihtiyaç duymamıştır.
Bir hadiste: "Ali'nin darbeleri tek idi" buyurulur.
Sıffin savaşında Ali (a.s) ikisinden
birisinin ölmesiyle halk savaştan kurtulsun diye Muaviye'yi muharebeye
davet ettiğinde, Amr b. As, Muaviye'yi: "Ali çok insaflı konuşuyor"
dedi. Bunun üzerine Muaviye: "Bana müşavirlik etmeğe başladığın zamandan
şimdiye kadar bu gün hariç beni kandırmaya gitmemiştin. Sen Ali'nin
savaşcı bir yiğit olduğunu bildiğin halde, benim onunla savaşmamı mı
istiyorsun?! Sen, beni ölüme gönderip benden sonra Şam'a hükümet etmek
hevesine kapıldığını zannediyorum" dedi.
Arab'ın yiğitleri kendileriyle savaşan kimsenin Ali (a.s) olmasından ve
kendilerinden öldürülenleri Ali'nin (a.s) öldürmesinden iftihar
ediyorlardı.
Ali (a.s), Hendek savaşında Arab'ın meşhur pehlivanı Amr b. Abdevud'u
öldürünce Amr'ın kızkardeşi kardeşinin cenazesine şöyle ağıt okudu:
"Amr'ın katili ondan (Ali'den) başka biri olsaydı.
Hayatta oldukca onun ölümüne gözyaşı dökerdim.
Ancak onun katili eşsiz bir pehlivandır ki,
Babasını şehrin gözü ve nuru biliyorlardı".
Bir gün Muaviye, uykudan uyanınca çeşitli savaşlara girmiş yiğit bir
şahıs olan "Abdullah b. Zübeyr"in yatağının yanıbaşında oturmuş olduğunu
gördü. Abdullah ona şakayla şöyle dedi: "Eğer isteseydim seni bu halde
öldürebilirdim."
Muaviye ise ona şöyle karşılık verdi: "Ey Abdullah! Cesaretlenmişsin galiba!"
Abdullah: "Benim cesaret ve yiğitliğimi inkâr mı ediyorsun? Benim Ali b. Ebi Talib'in karşı safında yer aldığımı bilmiyor musun?
Muaviye: "Doğru ama eğer Ali isteseydi, (Cemel savaşında) seni ve baban
"Zübeyr"i sol eliyle öldürürdü; sağ elini kıpırdatmadan!!"
Kısacası, Ali (a.s) öyle büyük bir yiğittir ki dünyadaki bütün
pehlivanlar ona boyun eğer; dünyanın doğu ve batısında bulunan bütün
yiğitler övülmek istendiğinde ona benzetilir.
Meşhur Ehl-i Sünnet bilgini İbn-i Kuteybe "el Mearif" adlı kitabında
şöyle yazmaktadır: "Her kim Ali'nin karşısına çıkmışsa Ali onu
yenmiştir."
Hayber kalesinin büyük ve ağır kapısını o tek başına yerinden söküp
attı. Sonra da bir grup toplanıp onu kendi yerine bırakmak istediler ama
güçleri yetmedi. Yine o büyük "Hubel" putunu Ka'be'nin üstünden alıp
yere attı. Yine kendi hilafeti zamanında bütün ordusunun sökemediği
kayayı, tek başına yerinden söküp attı ve onun altından su çıkardı.
Hz. Ali (a.s) bağış ve cömertlikte de örnek bir şahıstır. O oruçlu
olduğu günlerde bile, kendi iftarı için hazırladığı yemeği, Allah
yolunda miskinlere, esirlere ve yetimlere bağışlıyordu. İşte "Kendileri,
ona ihtiyaçları olmasına rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire
yedirirler." (İnsan/8) ayeti onun hakkında inmiştir.
Yine İslam müfessirlerinin naklettiğine göre, bir defasında Hz. Ali'nin
(a.s) elinde olan bütün parası dört dirhemdi. Bu paranın, bir dirhemini
gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli olarak ve bir dirhemini
de açık olarak Allah yolunda fakir ve yoksullara verdi ve bunun üzerine
onun hakkında şu ayet nazil oldu: "Onlar ki, mallarını gece gündüz;
gizli ve açık infak ederler..." (Bakara / 274)
Meşhur Ehl-i Sünnet bilgini Şi'bi şöyle der: Ali halkın en cömerdi idi. O
Allah'ın sevdiği cömertlik sıfatına sahipti; kendisinden bir şey
isteyen kimseyi hiç bir zaman boş çevirmedi ve ona "yok" demedi.
Alinin (a.s) büyük düşmanı olan ve her fırsatta onu kötülemeye çalışan
Muaviye b. Ebi Sûfyan, Mihfen b. Ebi Mihfen-i Zibbi'nin Hz. Ali (a.s)
hakkında en cimri insanın yanından geliyorum" demesi üzere ona şöyle
cevap veriyor: "Yazıklar olsun sana, nasıl Ali'yi halkın en cimrisi
bilebilirsin? Ali öyle bir kimsedir ki, bir ev dolusu altın ve yine bir
ev dolu samanı olsa, altını samandan önce infak eder, (Allah yolunda
verir) bitirir!"
Ali (a.s) beyt-ül malı sonuna varıncaya kadar müslümanlara dağıtır ve
yerini süpürerek orda namaz kılardı. O; "Ey sarı (altın)! Ey beyaz
(gümüş)! Uzaklaş benden git başkasını aldat!" derdi. O, Şam dışında
bütün İslam dünyası elinde olduğu halde, kendinden sonra miras olarak
geriye bir şey bırakmadı.
Hz. Ali (a.s), halkın en hilimlisi ve affı en çok olanıydı. Cemel
savaşındaki vakıalar bu sözümüzü tamamen doğrulamaktadır. Bu savaşı
körükleyenlerden olup, Ali'ye (a.s) düşmanlık ve kin besleyen Mervan b.
Hakem, Cemel savaşında esir düştüğünde, Merva'nın bütün kötülüklerine
rağmen affetti!.
Yine Ali (a.s) kendisine açıkca düşmanlık eden Abdullah b. Zübeyr'i esir alınca affetti ve "git, bir daha gözüme görünme" dedi!
Diğer bir düşmanı Said b. As'ı Cemel savaşından sonra Mekke'de Hz.
Ali'nin (a.s) yanına getirdiler. Ancak Ali (a.s) hiç bir şey söylemeden
onu da affetti.
Yine kendisiyle savaşan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) zevcesi Aişe'ye galip
gelip esir alınca onu ağırladı. Sonra emretti yirmi kadın, kılıç
kuşanarak Aişe'yi Medine'ye götürdüler.
Cemel savaşında Basra halkı Ali (a.s) ve evlatlarına karşı kılıç
çektiler ve ona kötü sözler söyleyerek hakarrette bulundular. Ancak Hz.
Ali (a.s) onlara galip gelince onları öldürmedi. Ve ordunun içinde ilan
ettirdi ki: "Hiç kimsenin kaçanları takip etmeye, yaralılara bir zarar
vermeye ve esirleri öldürmeye hakkı yoktur. Her kim silahını bırakırsa
emandadır ve İmam'ın ordusuna gelip katılırsa canı güvenlik içindedir."
Basra'nın fethinden sonra askerlerin, karşı tarafın mallarını ganimet
almalarına izin vermedi (çünkü muhalifler zahirde de olsa müslüman
idiler)'Onların evlatlarını esir etmelerine engel oldu.
O isteseydi bütün bu işleri yapmaya gücü yeterdi. Ancak böyle yapmadı ve
herkesi affetti. O bu hususta Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'yi
fethedince gösterdiği davranışına uydu, Mekke fethedilince müşrikler
hala Resul-i Ekrem'e (s.a.a) içlerinden kin besledikleri halde ve
onların kötülüklerini henüz unutmamışken Peygamber (s.a.a) onların
hepsini bağışlamıştı.
"Sıffın savaşı"nda Muaviye'nin ordusu Fırat Nehiri'ni işgal ederek Hz.
Ali'nin (a.s) ve ordusunun sudan istifade etmelerine engel oldular. Ali
(a.s), ordusunun sudan istifade etmesine engel olunmamasını ne kadar
istediyse de, dinlemediler ve dediler ki: "Osman gibi susuzluktan
ölünceye kadar bir damla su almana izin vermeyeceğiz."
Hz. Ali ordusunu ölüm tehlikesiyle karşıkarşıya görünce, Muaviye'nin
ordusuna hamle etti. Yiğitçe ve hızlı bir saldırıyla onları o bölgeden
uzaklaştırdılar ve kanlı bir savaştan sonra Fırat Nehri'ni ele
geçirdiler.
Muaviye'nin ordusu ağır bir kayıp verdikten sonra susuz çöllerde şaşkın
şaşkın ve perişan bir halde durakadılar. Hz. Ali'nin ashabı ona: Ya
Emir-el Mü'minin! Onlar bizim Fırat Nehri'nden istifade etmemize engel
oldukları gibi, siz de suyun onlara ulaşmasına engel olun ve onlar
ölünceye kadar bir damla su içmelerine müsaade etmeyin; onlarla
savaşmaya ihtiyaç olmadan susuzlukla yenilgiye uğratın" dediler.
Ancak: Hazret, "Hayır" dedi. "Vallahi; ben onlar gibi davranmayacağım!
Onların suya ulaşıp su içmeleri için bir köşeyi açık bırakın. Elinizde
kılıç varken bu işe gerek yoktur!"
Hz. Ali'nin, Allah yolunda cihad eden mücahidlerin öncüsü olduğunu
herkes bilir. Uhud, Handek vs. savaşları hariç Resulullah'ın (s.a.a)
müşriklerle yaptığı en önemli ve en amansız savaş olan "Bedir
savaşı"ında müşriklerden öldürülen yetmiş kişinin yarısını Hz. Ali (a.s)
kılıçtan geçirdi ve diğer yarısını da diğer müslümanlarla melekler
öldürdüler. "Vakidi"nin "Meğazi" ve "Belazuri"nin "Tarih-ül Eşrak" adlı
kitabı vb. kitaplar bu sözümüzün sıhhatını isbatlamaya yeter.
Bu konunun isbatı için bir araştırmaya gerek yoktur. Mekke şehri ve
Mısır memleketinin varlığı herkesce bilindiği gibi bu konuda herkesce
malumdur.
Fesahat konusuna gelince Hz. Ali (a.s), fesahat ve belağatın öncüsüdür.
Bu konu da şöyle söylemişlerdir: "Hz. Ali'nin (a.s) sözleri Allah'ın
buyruklarından aşağı ve Peygamberler hariç diğer insanların sözlerinden
üstedir! Hitabet ve yazıcılık mesleğini halk ondan öğrenmiştir.
Abdulhamid b. Yahya şöyle demiştir: "Hz. Ali'nin (a.s) yetmiş hutbesini
ezberledim, her gün geçtikçe onlardan daha fazla yararlanıyordum."
"İbn-i Nebateh" şöyle diyor: "Ezberlediğim Hz. Ali'ye ait hutbeler
harcamakla bitmeyen bir hazine misalidir. Ve ben Ali'nin (a.s)
nasihatlarından yüz fasılı ezberlemiş bulunuyorum."
"Mahfen b. Ebu Mahfen" Muaviye'ye: "Ben, konuşması en zayıf olan bir
kimsenin yanından geliyorum" deyince Muaviye ona: "Vay haline! Ali
hakkında fesahet ve belağat açısından nasıl, "halkın en güçsüzüdür"
söyleyebilirsin? vallahi fesahat ve belağatı Kureyş arasında yayan
odur." dedi.
Şerhini yazmakta olduğumuz bu kitap (Nehc-ul Belağa) fesahat ve
belağatta hiç kimsenin Hz. Ali'yle boy ölçüşemeyeceğine en iyi delildir.
Hz. Ali'nin toplanan hutbelerinin onda biri ve hatta beşte biri bile
fesahetleriyle meşhur olan ashaptan hiç birinden nakledilmemiştir.
Bu konuda Ebu Osman Cahiz'in, El Beyan ve Tebyin ve diğer kitaplarında,
Hz. Ali'nin fesahet ve belağatı ile ilgili sözleri okuyucularımız için
yeterlidir.
Ali'nin (a.s) güzel ahlaklı, güler yüzlü ve alçak gönüllü oluşu ise
dillere destandır. Hatta bu özelliği düşmanları ona kusur olarak
saymışlardır. İşte bunun içindir ki Amr As Şam ehline "Ali şakacı ve
fazla mizah eden bir adamdır." diyerek güya ona bir kusur bulmağa
çalışmıştır. Bunun üzerine Ali (a.s) ise onun cevabında şöyle
buyurmuştur: "Nabiğa'nın (Amrin annesinin adıdır) oğlunun benim
hakkımda, Şam halkına, benim şakacı biri olduğumu, şaka ve oyunla
uğraştığımı söylemesine şaşırıyorum. Amr As, bu sözü Ömer b. Hattab'dan
almıştır. Çünkü o kendisinden sonra hilafete geçmesi için birisini
tanıtmak istediği zaman önceden benim hakkımda. "And olsun Allaha aşırı
şaka yapman olmasaydı...!" demişti fakat Ömer b. Hattab yalnızca bununla
yetindi, ancak Amr As ona başka şeyler de ekledi."
Şiilerinden olan Sa'saa b. Sovhan, ve diğerleri onun hakkında şunları
söylemişlerdir: "Ali (a.s) bizim aramızda bizden biri gibi, pek güzel
ahlaklı, alçak gönüllü, halis ve sade bir şahıstı. Ama bununla birlikte
karşısında biz, elleri bağlı ve başının üstünde yalın kılınç gören bir
esir ve kul gibiydik!!
Bir gün Muaviye Kays b. Sad b. Ubade'ye -Hz. Ali'nin (a.s) yakınlarından
ve ordu kumandanlarından biri şöyle dedi: "Allah Ebu-l Hasana -İmam
Ali'ye (a.s)- rahmet etsin. O şakacı ve mizah yapan bir kişiydi."
Kays: "Evet! Resul-i Ekrem de (s.a.a) kendi ashabıyla şaka yapardı ve
çoğu zaman güler yüzlüydü! Ey Muaviye! Görüyorum ki Ali'nin (a.s) yüce
makamını düşürmek ve onda kusur aramak istiyorsun! Ancak Allah'a
andolsun, Ali (a.s) herzamanki olan şakacı haliyle açlığın galip gediği
hışımlı bir arslan gibi heybetli ve ihtişamlıdır. Onun heybeti,
takvasından ve sakınmasından kaynaklanıyor. Onun heybeti Şam'ın haylaz
ve serserilerinin sende buldukları haybet gibi değildir!!
Bu beğenilir huy, şimdiye kadar o'nun dost ve müritlerine miras olarak
ulaşmış ve onlar bundan yararlanmaktalar. Nitekim taş yüreklilik, katı
kalplilik ve sertlik de karşı tarafa ulaşmıştır. Halkın ahlakından ve
adetlerinden biraz haberi olan kimse bunu fark etmektedir.
Hz. Ali'nin (a.s) takvası ve dünya zevklerinden sakınması hakkında şunu
söyleyebiliriz ki: O dünyadaki bütün zahitlerin öncüsü ve bütün salih
insanlarının efendisidir. Dünyadaki bütün zahitler ve Allah dostları ona
bakıp ondan ders almaktadır. O hiç bir zaman sofra başından karnı tok
olarak kalkmadı. Elbisesi bazen deri parçalarından, bazen hurma
liflerindendi ve ayakkabısı liftendi, kaba ketenden de elbise giyerdi.
Ekmekle birlikte bir şey yemek isteseydi sirke veya tuzu seçerdi. Eğer
bundan daha fazla bir şey yemek isteseydi, yerden biten bitkilere sıra
gelirdi. Ve daha ileri gitseydi, azıcık deve sütü ile yetinirdi!
Et az yer ve "karınlarınızı hayvanların kabri yapmayın." derdi. Bununla
birlikte o herkesten daha kuvvetliydi. Açlık onun bileğinin gücünü
azaltmıyor ve yemeğin azlığı onda etki bırakmıyordu.
O dünyaya talak vermişti. Şam dışındaki bütün İslami beldelerden ona çok
miktarda mal gelirdi ama o bunların hepsini yoksullar arasında
dağıtırdı.
Hz. Ali (a.s) ibadet açısından da herkesten daha abiddi, herkesten daha
çok namaz kılar ve oruç tutardı. Gece (teheccüdünü) namazını, zikri ve
sünnetleri yerine getirmeyi halk ondan öğrenmiştir.
Hz. Ali (a.s) Sıffın Savaşı'nın korkulu gecelerinden biri olan
"Leylet-ul Hirrir" gecesinde, iki ordunun safları arasına seccadesini
açarak, okların sağından ve solundan geçtiği bir ortamda içinde zerre
kadar korkuya yer vermeden namaza durdu; namaz ve zikri bitinceye
kadarda yerini değiştirmedi.
Uzun secdeler sonucu alnını nasır kaplamıştı. Eğer o'nun dua ve
münacatlarını; incelersen onun Allah Teala'yı eşsiz yücelik ve
azametiyle andığını, Allah Teala'nın izzet ve yüceliği karşısında huzu
ve huşuyla teslim olduğunu gösteren sözlerini görünce onun ibadetlerinde
ne derece muhlis bir kimse olduğunu ve o sözlerin nasıl bir gönülden
coşup hangi dile aktığını anlarsın.
Bir gün çok ibadetiyle tanınan Zeyn-el Abidin'e (a.s) (dördüncü imam):
"Sizin ibadetiniz dedeniz Hz. Ali'nin (a.s) ibadetine göre ne
mesabededir?" diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Dedem Hz. Ali'nin (a.s)
ibadeti karşısında benim ibadetim, Resulullah'ın (s.a.a) ibadeti
karşısında dedemin ibadeti gibidir!
Hz. Ali'nin (a.s) Kur'ân'ı okumaya ve onunla meşgul olmaya verdiği önem
hakkında şunu söyleyebiliriz ki; bütün İslam mezhebleri, Resulullah'ın
(s.a.a) hayatı döneminde sadece Hz. Ali'nin (a.s) Kur'an'ı ezberlediği
ve o zaman ondan başka hiç kimsenin Kur'ân'ı ezberden bilmediği ve
Kur'an'ı ilk olarak onun bir araya topladığı konusunda ittifak
etmişlerdir.
Bütün İslam âlimleri onun Ebu Bekr'e bi'at etmeği geciktirdiğini
naklederler. Ehl-i Sünnet muhaddisleri, Şiiler'in aksine Hz. Ali'nin
(a.s) Ebu Bekr'e bi'at etmeyi geçiktirmesinin sebebini, Ebu Bekir ile
muhalefet etmek olmadığını, bilakis o'nun Kur'ân-ı Kerim'i toplamakla
meşgul olduğu için biatı geciktirdiğini ileri sürerler ve bu ise o'nun
Kur'ân-ı Kerim'i bir araya toplayan ilk kişi olduğunu göstermektedir.
Eğer Kur'ân-ı Kerim, Resulullah'ın (s.a.a) hayatında bir araya toplanmış
olsaydı, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından hemen sonra Kur'ân-ı Kerim'i
bir araya toplamakla vaktini geçirmesine gerek kalmazdı.
Esasen, tecvid kitablarına ve Kur'an'ı çeşitli kıraatlara göre tilavet
etmekle ilgili kitaplara müracaat edildiğinde, Ebu Amr, Asim vs. gibi
"kıraat ilmi" üstatlarının hepsinin ilk üstadlarının Hz. Ali'nin olduğu
görülür. Çünkü onların hepsi Abdurrahman'dan bu ilmi almışlar.
Abdurrahman ise Hz. Ali'nin öğrencisi olup, Kur'an ilmini ondan
öğrenmiştir.
Bu ilim de diğer ilimler gibi Hz. Ali'ye (a.s) ulaşmaktadır.
Hz. Ali'nin (a.s) görüşü herkesten daha sağlam ve herkesten daha
doğruydu. Ömer b. Hattab İslam ordusuyla birlikte şahsen Rum ve İran'a
karşı savaşa gitmek istediği zaman, kendisiyle müşavere edip görüşüne
göre amel ettiği kimse Ali idi. Yine Osman'ı (üçüncü halife) kendi
selahına olan şeylere doğru rehberlik eden o idi ve eğer Osman onu
dinleseydi o duruma düşmezdi.
Hz. Ali'yi (a.s) çekemeyen düşmanlarının, "Ali isabetli görüşe ve
yöneticilik gücüne sahip değildir" diye Hz. Ali'yi (a.s) kötülemeye
kalkışmaları; o'nun İslami talimlere riayet etmeye bağlı oluşu ve onlara
muhalefet ederek, dinin haram ettiği şeyleri yapmayışından
kaynaklanmıştır. Hz. Ali bu hususta: "Din ve takva olmasaydı ben Arab'ın
en zekisi ve en uyanığı diye tanınırdım." diye buyurmaktadır.
Ama diğer halife ve yöneticiler kendi görüş ve re'ylerine göre
davranırlardı; ister İslam şeriatına uysun ister uymasın. Şüphesiz,
kendi re'y ve içtihadına göre hareket eden ve buna engel olan kanun ve
bağları görmezlikten gelen kimsenin dünyevi işleri zahirde daha çok
yoluna girer. Ama bunun aksine hareket edenin dünyevi işleri
düğümlenebilir ve birçok problemlerle karşılaması mümkündür.
Hz. Ali (a.s) yönetim ve siyasetinde her halükarda Allah'ın hoşnutluğuna
bağlıydı. Basra valisi olan amcası oğlu Abdullah b. Abbas'ın
hareketlerini gözden uzak tutmadı ve kardeşi Akil'in beytul mal'dan
fazla istemesine olumlu cevap vermedi. Onu ilahlaştıran bir grup insanı
ateşe attı. Kendi hâkimlerinden olan ve beyt-ül mala hıyanet edip,
Müslümanların mallarını zayi eden ve Hz. Ali'nin cezalandırmasından
korkarak Muaviye'nin tarafına geçen "Meskale b. Hubeye" ve "Cerir b.
Abdullah-i Becelî"nin evlerini yıktı, yerle bir etti.
Bir grubun ellerini, hırsızlık yaptıkları için kesti ve diğer bir grubu suçlarından dolayı dara çekti.
Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti döneminde vuku bulan Cemel, Sıffin ve
Nehrivan savaşlarında uyguladığı siyaseti ve doğru yönetimini herkes
takdir etmektedir. Ve bütün bunlar onun siyasetinin sadece bir parçasını
göstermektedir.
Böylece o siyaset ve yöneticilikte de diğer insanların öncüsüdür ve
diğer insanlar ona uymalıdırlar; o bir öğretmendir, diğerleri ise ondan
öğrenmelidir.
Avrupa ve Rum imparatorları kendi kilise ve ibadet merkezlerinde onun
portesini elinde yalın kılıç savaşa hazır bir halde çiziyorlardı. Yine
Türk ve Deylem sultanları, onun resmini kılıçlarının üzerine
işliyorlardı.
Onun resmi, Abduddevle'nin, babası Rüknüddevle'nin, ve oğlu Melikşah'ın
kılıçlarında işlenmişti. Onlar, Hz. Ali'nin (a.s) resmini kılıçlarının
üzerine işlemenin fetih ve zafer getirceğine inanıyorlardı.
Bilahare, herkesin şöhret ve itibarını borçlu olduğu, ona mensup, onun
izleyicisi veya onunla dost olmakla iftihar ettiği bir kimse hakkında ne
yazabilirim?
Hatta "başkası için çirkin bildiğin şeyi kendin için iyi bilme" tabiri
ile tanımlanan yiğitliğin ileri gelenleri de kendilerini yiğitler yiğidi
olan Ali'ye (a.s) bağlı bilmekteler. Hz. Ali'ye "gençlerin efendisi"
demişler ve Uhud savaşında gökyüzünden duyulan "Ali gibi yiğit, Zülfikar
gibi kılıç yoktur" meşhur sözünü de buna delil olarak zikretmişlerdir.
Babası, Mekke ve çevresinin ileri geleni, Kureyş kabilesinin reisi idi.
Derler: Fakir birinin, bir kabile ve grubun reisi olması eşine az
rastlanan bir şeydir. Oysa Ebu Talib serveti olmayan fakir bir kişiydi
ve bu haliyle kendi kabilesinin reisiydi. Kureyş onu kendilerinin büyüğü
biliyor ve o'na "Şeyh" (büyük ve yüce kimse) diyorlardı.
"Afif Kindi"den nakledilen bir hadiste: "İslam'a davetin başladığı ilk
yıllarda, Resulullah'ı (s.a.a) yanında bir çocuk (Hz. Ali) ve bir
kadınla birlikte namaz kılarken gördüm. Resulullah'ın (s.a.a) amcası
Abbas'â: "Bunlar (kimdir) ve ne yapıyorlar?" diye sordum. Abbas şöyle
cevap verdi: "Bu benim kardeşimin oğludur ve kendisinin Allah tarafından
peygamber olarak gönderildiğini iddia etmektedir. Ancak diğer
kardişimin çocuğu olan bu erkek çocuğundan ve hanımı olan bu kadından
başka bir kimse ona uymamıştır.
Afif diyor ben Abbas'tan bu konuda sizin görüşünüz ne? diye sordum.
Abbas: Biz Şeyh'in (Ebu Talib'in ) tepkisini bekliyoruz! dedi.
Resulullahın (s.a.a) küçükken sorumluluğunu üzerine alan, peygamberliğe
gönderildiği dönemde onu savunan, himaye eden, müşriklerin şerrini ondan
uzaklaştıran, bu yüzden büyük rahatsızlıklara ve tahammül edilemez
müsibetlere maruz kalan ve Peygamber'e her türlü yardımı esirgemeyen Ebu
Talib idi. Rivayet edildiği kadarıyla, Ebu Talib vefat edince
Resulullah'a şöyle emir geldi: "Artık çık oradan (Mekke'den) çünkü senin
yardımcın vefat etmiştir."
Babası böyle bir şahsiyete sahip olan Hz. Ali aynı zamanda
geçmiştekilerin ve gelecektekilerin efendisi Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
amcası oğludur. Hakkında Resulullah (s.a.a): "Ca'fer, yüz hatları ve
ahlak açısından bana herkesten çok benzemektedir" buyurduğu Cafer-i
Tayyar Hz. Ali'nin kardeşidir.
Dünya kadınlarının en hayırlısı olan Hz. Fatime-i Zehra (s.a) onun
eşidir. Cennet gençlerinin efendileri olan Hasan ve Hüseyn (a.s) onun
oğullarıdır.
Bilahere babaları, Resulullah'ın (s.a.a) babaları ve anneleri
Resulullah'ın anneleridir. O ikisinin et ve kanları Allah Teala'nın
Adem'i yarattığı günden itibaren, Abdulmuttalib'in oğulları olan
Abdullah ve Ebu Talib'e varıncaya kadar bir idi.
Resulullah (s.a.a), "halkı Allah'ın azabıyla korkutan" o ise "halkın hidayetcisi idi."
Yeryüzünde yaşayan insanların, taşlardan yapılmış putlara taptığı bir
ortamda Resulullah'dan (s.a.a) gayri hiç bir kimse tevhid inancında
ondan öne geçmemiş olduğu bir şahsiyet hakkınde ne söyleyebilir ve ne
yazabilirim?!...