AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Perşembe

1 Şubat 2024

14:38:45
1434332

İnsan ile Allah Arasındaki Aşk: Molla Sadrâ 1

Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde “hubb: sevgi” sözcüğünden türetilen kelimeler kullanılmıştır. Bazı âyetler Allah’ın güzel sıfatlara sahip[3] insanlara duyduğu sevgiyi anlatırken, bazı âyetler O’nun çirkin niteliklere sahip kimselere muhabbet duymadığını ortaya koymuştur.

     Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA: Kur’ân-ı Kerîm’in birtakım âyetlerinde Allah’ın insanlara ve bazı insanların da O’na olan sevgisinden bahsedilmiştir. Molla Sadrâ, aşkı “ibtihâc bi-emri muvâfık: lâyık/doğru olandan mutluluk duyma/mesrûr olma” şeklinde tanımlamak suretiyle onun hakikatinin Allah’ta olduğuna inanır. Tıpkı vücûd sözcüğünün Allah’tan başkasına ıtlak edilmesinde olduğu gibi aşk sözcüğünün O’ndan başkasına ıtlakını da mecâzî bulur. Dolayısıyla her mümkin varlık, ilâhî (Allah’a ait) kemâlin boyutlarından bir boyuttur ve Allah’ın kendi Zât’ına aşkı, mümkinâtın tamamına duyduğu aşktır. Ancak mümkin varlıklar Allah’ın tecellisini kabulde ve İlâhî Zât’ı beyân etmede yakınlık ve uzaklıkları ya da kendilerindeki perdelerin çokluğu veya azlığı açısından birbirlerinden farklılık arz ederler. İnsanın imân ve sâlih amel vesilesiyle kalbindeki perdeyi kaldırıp daha güçlü bir var oluşa/vücûda ve dolayısıyla Allah tarafından daha fazla muhabbete mazhar olması mümkündür.

Anahtar Kelimeler: Kur’ân-ı Kerîm, muhabbet (aşk, sevgi), Vahdet-i Vücûd, muhibbî (seven) makamı, mahbûbî (sevilen) makamı. /// Murtaza Şecârî [1] //Şehîn Necefzâde [2]

Mukaddime

   Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde “hubb: sevgi” sözcüğünden türetilen kelimeler kullanılmıştır. Bazı âyetler Allah’ın güzel sıfatlara sahip[3] insanlara duyduğu sevgiyi anlatırken, bazı âyetler O’nun çirkin niteliklere sahip kimselere muhabbet duymadığını ortaya koymuştur.[4] Geri kalan âyetlerin bir bölümü, insanlardan bazılarının Allah’a olan sevgisini,[5] diğer bir bölümü de Allah ile bazı insanlar arasındaki karşılıklı sevgiyi beyân etmektedir.[6]

İslâm düşünürleri ve ilâhî kelâmın müfessirleri, bu âyetlerin her birini kendilerine özgü yaklaşımlarla tefsir etmişler ve gerektiğinde kendi görüşlerini teyit etmek amacıyla onlardan faydalanmışlardır. Mütekellimlerin büyük çoğunluğu muhabbeti/aşkı, “irade”[7] ya da “bir irade türü” olarak anlamlandırmışlardır.[8] Öte yandan onlara göre irade yalnızca mümkin varlıklarla ilgili olduğundan, insanın sevgisinin Vâcibu’l-Vücûd olan Allah’ın Zât’ına ve sıfatlarına müteallik olması muhaldir. Dolayısıyla Allah’ı sevmek, ya O’na itaat etmek ya da O’nun vereceği sevâbı ve ihsânı sevmek anlamlarına gelir.[9] Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozoflar ise muhabbeti/aşkı “hayır/iyi olması bakımından hayrın/iyinin idrâki” şeklinde tanımlamışlar ve Allah’ın, kendi Zât’ının en büyük âşığı ve maşûğu olduğunu söylemişlerdir. Varlıklar/mevcûdât da kemâl kazanmak amacıyla içgüdüsel bir şekilde Mutlak Hayr’a/İyi’ye yönelmiş olup, Vâcibu’l-Vücûd’un âşığıdırlar.[10]

İslâm irfânında ise aşk, varlığın esasıdır. İbn Arabî ve takipçilerine göre aşkın hakikati, hakikî âşık ve hakikî maşûk Allah’tır. Zira O’ndan başka bir varlık yoktur ve tüm kâinât O’nun cilveleridir. Bu sebeple aşk, hükmü “ilâhî mertebe” ile “kevnî mertebe” arasında paylaşılan/ortak olan küllî bir hakikat olduğundan, onu hem Hakk’a hem de halka isnâd etmek mümkündür.[11] Nitekim zâhir ile mazhar arasında tam bir münasebet söz konusudur.

Aşkın iki boyutu vardır: Bir yanda, varlıklarda tahakkuk etmek ve onlara onlar için aşikâr olmak isteyen gizli bir hazinenin [Allah’ın] iştiyâkı/arzusu vardır. Diğer tarafta ise mevcûdâtın Allah’a olan aşk ve iştiyâkı söz konusudur ki, -dolayısıyla mevcudât, Allah’ın muhtelif tecellileridir- gerçekte bu Allah’ın, kendine olan aşkıdır. Çünkü Allah hem âşık ve hem maşûktur.

Aşkın; Allah’ın varlıklarda ortaya çıkma, varlıkların da bizzat tecelli mazharları olan Esmâ (İsimler) ile bir olma eğilimleri şeklindeki iki [yönlü] hareketi; biri ebedî feyizlerin numûnesi, diğeri ise rubûbiyyete dönüşün mazharı olan kavs-ı nüzûl ve kavs-ı urûca karşılık gelir.

   İbn Arabî’nin ve takipçilerinin sözlerine her zaman saygı ve hayranlık duyan, bunları delillerle süsleyen ve Kur’ân’a mutabık bir hale getirmeye çalışan Molla Sadrâ -Hikmet-i Müteâliye’nin kurucusu- vahdet-i teşkîkî anlayışını terk edip vücûdun şahsî birliği şeklindeki görüşü kabul etmek ve illet-ma‘lûl gibi konularda söz konusu görüşe delil getirmek suretiyle âriflerin iddialarının büyük bir bölümünü ispatlama imkânı bulmuştur. O, Allah’ın kullarına, kullarının da O’na olan sevgisinden bahseden Kur’ân âyetlerinin tefsirinde kendine özgü felsefesinin ilkeleriyle (vücûdun asıl, mâhiyetin itibârî oluşu [vücûdun nesnelliği ve dışsallığı], vücûdun basit oluşu, vücûdun birliği) âriflerin açıklamalarını burhân (delil) ile süslemiş ve Kur’ân ile uyumlu bir hale getirmiştir.

Hâlihazırdaki makale, Molla Sadrâ’nın aşk/muhabbet hakkındaki Kur’ân âyetlerini tefsirinin bir incelemesi ve analizidir. Konuya giriş yapmadan önce şu hususa dikkat çekmek gerekir ki Molla Sadrâ ve takipçileri, “hubb: sevgi” sözcüğünü, kuvvetli/şiddetli olması halinde aşk olarak adlandırsalar da, pek çok bahiste “hubb: sevgi” ve “aşk” sözcüklerini tek bir anlamda kullanmışlardır. Bizim de bu makalede icra ettiğimiz şey budur:

Sevgi (hubb) ile aşk arasında bir fark yoktur

Şam’ın Dımeşk’ten başka bir anlamı yoktur[12]

Molla Sadrâ’nın bakışından “Aşk” kavramı

Ârifler, aşkı tadılabilir bir hakikat bilmektedirler. O ne anlatılabilir ne de tarif edilebilirdir:

Sevgi (aşk) hem insana hem Allah’a aittir

O, bilgimizin kavrayamayacağı bir bağdır

Sevgi, hakikati anlaşılamayan bir zevktir

And olsun ki o, pek şaşırtıcıdır[13]

Aşk kavramı gerçekte vücûd kavramı gibi açık olup, gizli bir hakikate sahiptir. Yani Sebzevârî’nin vücûd hakkındaki meşhur beyti aşk hakkında da geçerlidir:

O, eşyânın en açık kavramıdır

Künhü ise gizliliğin son noktasıdır[14]

Dolayısıyla aşkın, zâtî/hakîkî bir tanımı yoktur. Yalnızca ona sahip olan kimse tarafından gerektiği şekilde anlaşılabilir.[15] Mevlânâ’nın ifadesiyle aşk, Allah’ın bir vasfıdır. O halde Allah’a mahsus bir vasıf sözcüklerle nasıl ifade edilebilir?

Aşkı anlatmaya kalksam

Yüz kıyâmet kopar da yine de noksan kalır

Kıyâmetin kopacağı bir tarih/vakit vardır

Fakat Allah’ın sıfatına sınır/son nerede?[16]

   Aktarılanlar ışığında, aşkın birtakım özelliklerini zikretmek suretiyle onun lafzî bir tarifini yapmak mümkündür. Molla Sadrâ, aşkı “ister aklî ve hissî ister zannî olsun, lâyık/doğru olan şeye karşı hissedilen mutluluk, ondan duyulan sevinç” olarak tanımlamıştır.[17] Varlığın mertebelerinde güzelliği idrâk etmekten hâsıl olan haz ve sevinç -vücûdun, mertebeleri olduğunu savunan görüş esasınca- kesinlikle birbirinden farklıdır. Hissedilen/duyumsanan (mahsûsât) şeylerdeki bu haz, kemâlin aracısız ve herhangi bir mani/perde olmaksızın idrakidir. Ancak Allahu Teâlâ’daki sürûr, en yüce mertebededir.[18] Molla Sadrâ’nın illet-ma‘lûl bahsinde beyân ettiği vücûdun şahsî birliği ilkesi gereğince aşkın hakikati Allah’tadır. Tıpkı vücûdun Allah’tan başkasına ıtlakında olduğu gibi, aşkın O’ndan başkasına ıtlakı da[19] mecâzîdir.

Gerçekte Molla Sadrâ aşkın tıpkı vücûd gibi tek bir mânâ ve hakikate sahip olduğuna inanır:

Muhabbet, aşk veya meyil, tıpkı vücûd gibi eşyânın tamamına sirâyet etmiş bir hakikattir. Ancak insanların geneli, alışkanlıktan veya mânânın gizliliğinden dolayı onları bu isimlerle anmamaktadırlar.[20]

Dolayısıyla Allah hakkında aşk, âşık ve maşûk sözcükleri kullanılabilir. O’nun varlığı kuvvet ve kemâl bakımından sonsuzdur. Aşkı, âşıklığı ve maşûkluğu da böyledir:

Allah güzellerin en güzelidir. O’nun ilmi, ilimlerin en kâmilidir. Buna göre O’nun sürûru ve aşkı tam olup, tamlığın da üstündedir.[21]

Allah’ın yaratılmışlara olan muhabbeti

Allah’ın sevgisi, Kelâm-ı İlâhî’nin bazı âyetlerinde genel bir şekilde beyân edilmiş olup tüm mahlûkâtı kapsamaktadır. Vücûdun birliği ilkesine göre bunun sonucu, aşkın varlıktaki sirâyeti olacaktır. Diğer âyetler de Allah’ın sevgisinin, [O’nun] bazı özel kullarını kapsadığına işaret etmektedir.

1. Allah’ın tüm mahlûkata sevgisi

   Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisini göklerin ve yerin nuru olarak tanıtmıştır.[22] Molla Sadrâ, - vücûdun asıl oluşu/önceliği, nesnelliği ve dışsallığı ilkesi gereğince – nuru, hakikatte ve mânâda vücûdun kendisi olarak bilmektedir. Bundan dolayı Allah saf nur ve salt vücûddur.[23] Mâhiyetler, O’nun nurunun aydınlığıyla gizlilikten sıyrılıp görünür olur, gaypten ve ademden (yokluktan) zuhur ve vücûd sahnesine adım atarlar. Bundan dolayı her bir şeyin varlığı (vücûdu), ilâhî nurun tecellisidir. Bu, mâhiyetlerin zuhur sebebi olan nurdur.[24] “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”[25] âyet-i kerimesinde zikredilen ilâhî rahmetin kendisi olup mevcûdâtın tamamını şâmildir. Molla Sadrâ’nın deyimiyle, her şeyi kuşatan rahmet, Hakk’ın vechidir (ya da eşyânın varlığıdır). Zira, “O’nun vechinden (Yüzünden) başka her şey fânidir.”[26] âyetine göre Allah’ın vechinden başkası helâk olucudur. Çünkü O’nun vechinden gayrısı mevcut değildir.[27]

“Men ehabbe şey’en ehabbe âsârehu”[28] kâidesi gereğince kim bir şeyi severse muhakkak ki ona isnâd edilmiş ve ondan sudur eden şeylerin tümünü de sevecektir. Allah kendi Zât’ını sevdiğinden (Vâcibu’l-Vücûd a‘zamu mübtehic bi-zâtihi), Zât’ından sâdır olmaları hasebiyle eşyânın tamamını da sevmektedir. Eşyânın vücûda gelmesini işte bu sebeple murâd etmektedir. “Allah eşyâyı murâd etmekte ve sevmektedir” ile “Yalnızca kendisinden sâdır olması hasebiyle” ifadelerine vurgu yapılması,[29] “Şüphesiz ki yüce olan, aşağı olanı murâd etmez”[30] felsefî kâidesine bir halel gelmemesi içindir. Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür: Yüce bir varlık -örneğin Allah- bir fiili yerine getirdiği esnada aşağı olana -örneğin kendi ma‘lûlüne- teveccüh eder ve onu murâd ederse, bu durum yüce olanın (âlî), aşağı (sâfil) aracılığıyla kemâle ulaşmasını gerektirecektir. Böyle bir durumda âlî için sâfilin varlığı, yokluğundan evlâ olacaktır. Bu da [âlî için] bir tür istikmâl (kemâle erme) demektir. Oysa aklî açıdan bakıldığında illetin ma‘lûl aracılığıyla kâmil olması/tamamlanması (kemâl bulması) muhaldir. Molla Sadrâ bu meseleye şöyle cevap vermiştir: “Allah eşyâyı, onların zâtları hasebiyle murâd ediyor değildir [ve onlara bu yönleriyle teveccüh etmemektedir]; bilakis bu irâde ve teveccüh, eşyânın O’nun Zât’ından sudûru hasebiyledir.”[31] Dolayısıyla “Eğer Allah, mahlûkunu seviyorsa bu, o mahlûkun O’nun Zât’ının eserlerinden bir eser ve feyzinin hüzmelerinden bir hüzme olmasındandır. Sonuç itibariyle o mahlûkun varlığı Allah için bir sürûr ve hayır teşkil etmez. Aksine Allah’ın sürûru, doğası/zâtı gereği sevilene (mahbûba) yöneliktir ve o da Allah’ın kendi Zât’ıdır. Her kemâl ve cemâl, O’nun cemâl ve kemâlinden bir feyizdir.”[32]

   Allah’ın en büyük sürûru, her cemâlin ve kemâlin kaynağı Zât’ına olan ilmi nedeniyle, yine kendi Zât’ınadır. O’nun sürûru, aynı zamanda Zât’ından hâsıl olan eserlere yöneliktir. Nitekim mümkinâtı da zâtî hususiyetleri olan imkân niteliğinden dolayı değil, O’nun Zât’ının eserleri/sonucu olmalarından dolayı sevmektedir. Bundan dolayıdır ki bazı ârifler şöyle söylemişlerdir: “Eğer aşk olmasaydı ne yer ne gök ne kara ne deniz ne hava ne de su var olurdu.”[33]

.......................................................

[1] Tebriz Üniversitesi Felsefe Bölümü Doçenti (Sorumlu yazar: [email protected])

[2] Tebriz Üniversitesi Felsefe Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi

Makalenin Alındığı Tarih: 6/1/2012.

Makalenin Kabul Tarihi: 4/10/2013.

[3] “Şüphesiz ki Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (Bakara Sûresi, 202. âyet). Ayrıca bkz.: Âl-i İmrân Sûresi, 76-134-146 ve 149. âyetler; Mâide Sûresi, 42. âyet; Meryem Sûresi, 96. âyet.

[4] “Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara Sûresi, 190. âyet). Ayrıca bkz.: Âl-i İmrân Sûresi, 32. ve 57. âyetler; Nisâ Sûresi, 36. ve 107. âyetler; Mâide Sûresi, 64. âyet; En‘âm Sûresi, 141. âyet.

[5] “İnsanlar arasında, Allah’tan başkasını O’na ortak koşanlar vardır ve onları Allah’ı severcesine sevmektedirler. Oysa mü’minlerin Allah’a olan sevgisi çok daha kuvvetlidir.” (Bakara Sûresi, 165. âyet)

[6] “Ey imân edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir topluluk getirir ki onlar Allah’ı, Allah da onları sever.” (Mâide Sûresi, 54. âyet). Ayrıca bkz.: Âl-i İmrân Sûresi, 31. âyet.

[7] Kadı Abdülcebbâr, 1422, s. 309; 1962-1965, c. 6, s. 52.

[8] “Muhib (seven) olmak, mürîd (isteyen) olmaktan ayrı bir sıfat değildir. Muhibb’in, bu bilgiyi bilmek için herhangi bir delile ihtiyaç duyması muhaldir. Çünkü muhibb’in hali, mürîdin hali olup, biri diğerinden farklı değildir. Öyle ki [kişi] sevdiği şeyi ister ve istediği şeyi sever.” (Kadı Abdülcebbâr, 1962-1965, c. 6, s. 52).

[9] Râzî, 1420, c. 4, s. 176.

[10] Fârâbî, 1381, s. 115; İbn Sînâ, 1400, s. 379.

[11] Konevî, 1375, s. 52.

[12] Sebzevârî, 1383, s. 176.

[13] İbn Arabî, ty., c. 2, s. 320.

[14] Sebzevârî, 1369-1379, c. 2, s. 59.

[15] İbn Arabî, ty., c. 2, s. 111.

[16] Mevlânâ, 1363, Beşinci Defter, 2189 ve 2190. beyitler

[17] Sadrüddîn Şîrâzî, 1354, s. 155.

[18] a.g.e., 1382, s. 145.

[19] a.g.e., 1354, s. 152.

[20] a.g.e., 1990, c. 6, s. 340.

[21] Sebzevârî, 1375, s. 142-143.

[22] Nûr Sûresi, 35. âyet.

[23] Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 4, s. 356.

[24] a.g.e., s. 360.

[25] A‘râf Sûresi, 156. âyet.

[26] Kasas Sûresi, 88. âyet.

[27] Sadrüddîn Şîrâzî, 1990, c. 9, s. 375.

[28] Sebzevârî, 1383, s. 176.

[29] Sadrüddîn Şîrâzî, 1990, c. 2, s. 264; 1354, s. 135; Sebzevârî, 1383, s. 360.

[30] “İnne’l-âlî lâ-yürîdu’s-sâfil”

[31] Sadrüddîn Şîrâzî, 1354, s. 135.

[32] a.g.e.

[33] a.g.e., 1361, c. 5, s. 389.