AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Perşembe

1 Şubat 2024

14:47:54
1434333

İnsan ile Allah Arasındaki Aşk: Molla Sadrâ 2

Nasıl ki “mevcûd” vücûdun doğası olmaksızın tasavvur edilemiyorsa ilim, kudret ve hayattan yoksun bir mevcûd (varlık) da tasavvur edilemez.

     Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA: Aşkın varlıktaki sirâyeti

   Vücûdun birliği[34] ilkesinin kabulüyle birlikte Allah’ın mahlûkâta muhabbetinin neticelerinden biri de aşkın varlıktaki sirâyeti olmaktadır. Gerçekte hakikî âşık ve maşûk Allah’tır; çünkü O’ndan başka varlık yoktur. Kâinâtın/varlıkların tamamı Hakk Teâlâ’nın muhtelif cilveleridir. O’nun vahdeti, varlığa sirâyet etmiştir. Bunun bir sonucu olarak aşk da varlıkta sârîdir. Fusûsu’l-Hikem’in şârihinin deyimiyle, “Muhabbet (aşk), vahdet-i hakîkiyyenin bir gereğidir. Vahdetin vücûda sirâyet etmesiyle muhabbet (aşk) de sirâyet etmiş olur.”[35] Âriflerin varlıklara sirâyet ettiğini söyledikleri aşk, gerçek aşk olup ilim, kudret ve hayat gibi özelliklerle donatılmıştır. Zira varlıkta aşktan başka bir şey yoktur: “Aşk her şeye, eşyânın tamamına kaçınılmaz bir şekilde sirâyet etmiştir.” “Varlıkta ondan başka hiçbir şey yokken, aşk nasıl inkâr edilebilir? Eğer aşk olmasaydı, zâhir (görünür) olan şeyler, zuhur edemezlerdi. Öyleyse onlara sirâyet etmiş olan aşk yine aşk ile zâhir olmaktadır. Hatta onların tamamı aşktır.”[36]

Molla Sadrâ’nın eserlerinde bu irfânî hususla ilgili üç delile rastlamak mümkündür:

   Birinci Delil: Nasıl ki “mevcûd” vücûdun doğası olmaksızın tasavvur edilemiyorsa ilim, kudret ve hayattan yoksun bir mevcûd (varlık) da tasavvur edilemez. Eğer varlıklarda hayat ve şuur mevcut ise, kat‘î olarak aşk da mevcut demektir.[37] Aynı şekilde her aşağı (sâfil) varlık, yüce (âlî) bir varlıktan sâdır olur ve bu tertip maddî varlıklara dek bu minvalde ilerler. Böylece Vâcibu’l-Vücûd’un aşkına (aşk-ı Vâcibu’l-Vücûd) ulaşır. Bu esas üzere tüm mevcûdât Allah’ın kemâllerine taliptir. Tüm varlıkların hedefi O’dur. Dolayısıyla aşk ve şevk, varlıkların vücûd ve bekâ sebebidir. Eğer aşk ve şevk olmasa idi, cismânî âlemin meydana gelmesi de mümkün olmayacaktı. İşte bu sebeple aşk tüm varlıklarda sârîdir.[38] Molla Sadrâ şöyle söylemiştir: “Mevcûdat içinde ilâhî muhabbetten, ilâhî aşktan ve rabbânî inâyetten nasibini almamış hiçbir şey yoktur. Eğer ondan bir an dahi yoksun olsalar, mahv ve helâk olurlardı. Dolayısıyla varlık âleminin her bir âşığı, kemâlin tâlibi olup yokluktan (ademden) ve noksanlıktan kaçmaktadır.”[39]

İkinci Delil: Zâtı hasebiyle maşûk olan her şey “hayır”dır/iyidir. İbn Sînâ’nın ifadesiyle “Kim hayrı idrâk ederse tabiatı itibariyle ona âşık olur.”[40] Âşığın hayır/iyi olması, hayırdır/iyidir. Zira aşk, güzelliği ve uygunluğu istemekten başka bir şey değildir. Güzel olan, iyi/hayır olandır ve her mevcûdun varlığıyla uyumlu olmaktır. İyilik/hayır ne kadar artarsa [onun] maşûkluk liyâkati/istihkâkı da bir o kadar artacak ve [ona olan] âşıklık da kuvvetlenecektir.[41] Dolayısıyla iyilik, aşkın kaynağıdır. Tabiat (madde) âleminde var olan suretlerin (formların) her biri, iyiliğin, kendisinin bir hüviyeti olduğu ve kendisinden fayda elde ettiği bir kemâle doğru çekilmekte, yokluğun (ademin) sınırlarıyla/hadleriyle ilişkili noksanlıklardan da kaçınmaktadır. Allah, iyiliğin nihâyeti/son noktası olduğundan ve kendisinde hiçbir noksanlık bulunmadığından âşıklığın ve maşûkluğun da nihâyetidir.[42]

Molla Sadrâ, Allah’ın mevcûdâta, mevcûdâtın da Allah’a olan aşkının sebebini, vücûdun hayır/iyilik olmasında bilmektedir. Ona göre vücûd, tamamıyla hayırdır. Vücûdun kemâli olan Allah ise hayrın hayrı, yani hayrın hakikatidir. Bu sebeple Allah, kendine âşık olup, fiili ve hayrı olan mevcûdâta da aşk/sevgi beslemektedir. Mevcûdâtın Allah’a olan aşkı, Allah’ın Mutlak Hayır ve mevcûdâtın varlığının aslı/özü olmasındandır. Her varlık doğal olarak iyiliğe/hayra eğilimlidir. Kendi zâtına duyduğu sevgi fıtrî olduğundan, muhakkak ki Zât’ın aslına – ki her şeyin zâtının aslı/özü Allah’tır – duyacağı aşk da [söz konusu varlığın] kendi zâtına duyacağı aşktan öncelikli olacaktır.[43]

Üçüncü Delil: Aşk, mevcûdâtın gâyesidir: “Bütün varlıklar münezzeh olan Allah’a âşıktır. O’nunla buluşmaya ve O’nun kerâmet yurduna ulaşmaya iştiyâk duyar.”[44] Allah, mevcûdâtın suretinde zuhur etmeyi murâd etmiştir. Molla Sadrâ ve takipçileri Allah’ın sıfatlarının, O’nun mukaddes Zât’ı ile aynı olduğunu ispatlamak suretiyle Allah’ın muhtelif suretlerdeki zuhurunu ve bu zuhura olan sevgisini O’nun sıfatlarından bilmektedir ki, [neticede bu sıfatlar] O’nun aşk olarak da adlandırılabilecek olan Zât’ının aynıdırlar. “Eğer aşk ve aşkın hatrı olmasaydı yer, gök, deniz ve toprak yaratılmazdı.”[45] denmesi bundan dolayıdır.

2. Allah’ın kemâl sahibi insanlara olan sevgisi

   Kur’ân’ın bazı âyetlerinde, Allah’ın, güzelliklere ve kemâllere sahip olmalarından dolayı kullarını sevdiği beyân edilmiştir.[46] Mütekellimler Allah’ın insanlara olan sevgisini genellikle “kendilerine sevap verilmesi, O’nun tarafından övülmek ve yüceltilmek” olarak tefsir etmişlerdir.[47] Molla Sadrâ bu yöndeki tefsirleri sebebiyle mütekellimleri şiddetle eleştirmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın, kullarına olan muhabbetinden bahseden âyetlerin, “sevap vermek, övmek” gibi mecâzî anlamlarla değil, muhabbetin/sevginin gerçek anlamıyla ele alınması gerektiğini belirtmiştir.[48] Muhabbetin gerçek anlamı “uygun/lâyık olan şeyden duyulan sevinç/mutluluk”tur.[49] Mümkin varlıkların varlığı, Allah’ın kudretinin nişâneleri ve mahlûklar da O’nun kemâllerinin tecellileri olduğundan, “her mümkinin varlığı Allah’ın kemâlinin ve varlığının cilvelerinden/boyutlarından bir cilvedir/boyuttur; O’nun kendi Zât’ından duyduğu, içinde kendisinin tüm fiillerinin ve eserlerinin dürüldüğü bir sürûrdur. Tıpkı mümkin varlıklara olan ilminin, kendi Zât’ına olan ilminde dürülmüş olduğu gibi…[50]

   Mahlûkât ya da Hakk Teâlâ’nın eserleri “vücûdun teşkîkî birliği” (vücûd mertebelerinde derecelilik) ilkesi gereği muhtelif mertebelere sahiptir. Oysa “vücûdun şahsî birliği” ilkesince Allah’ın tecellileri, rütbeleri/mertebeleri bakımından sonsuz mazharlara sahiptir (mazharlarda derecelilik). Bu sebeple Allah’ın sevgisinden nasiplenmeye diğer her şeyden (varlıktan) daha layık mahlûk, kavs-ı nüzûlî ve kavs-ı su‘ûdîde Allah’a diğer tüm varlıklardan daha yakın olan eşref-i mümkinât (mümkin varlıkların en şereflisi/yücesi) yani insan-ı kâmildir. Buna mukabil, vücûdî mertebelerin en altında yer alan mahlûk, yani canlı varlıklar arasında İblis ve ölüler arasında heyûlâ ilâhî muhabbetten en az nasiplenmiş varlıktır.[51] Her insan kendi iradesi ile ilim ve amel kesbederek Allah’a yakınlaşabilecek ve bu yakınlık nispetinde de Allah’ın muhabbetinden nasiplenebilecek bir istidâda sahiptir.

   Hakikatte mümkin varlıklar Allah’ın tecellisini kabulde ve Zât-ı İlâhî’den haber verme konusunda yakınlık ve uzaklıkları veya kendilerindeki perdelerin azlığı ve çokluğu bakımından farklıdırlar. İnsanın imân ve sâlih amel vesilesiyle kalbindeki perdeyi kaldırıp daha güçlü bir var oluşa/vücûda ve dolayısıyla Allah tarafından daha fazla muhabbete mazhar olması mümkündür. Bu sebeple “Kur’ân ve hadîslerde, Allah’ın bazı özel kullarına muhabbeti hakkında geçen sözcükler, onların kalplerindeki perdelerin keşfedilmesi/ortaya konulması anlamındadır.”[52] “Kurbu nevâfil: Nâfilelerle yaklaşmak” hadîsine göre, kulun müstehapları yerine getirmek suretiyle Allah’a yakınlaşması; bâtınının safâ bulmasının ve kalbindeki perdelerin kaldırılmasının sebebidir. Bu da başlı başına ilâhî lütuf ve muhabbetten kaynaklanır.[53]

   Elbette Allah’ın bu kullara sevgisi, her türlü noksanlıktan uzak bir sevgidir. Bu sebeple Molla Sadrâ’ya göre Allah, kaynağını, muhibbin (sevenin) en kâmil kemâlden noksanlığının oluşturduğu bir muhabbetten münezzehtir. O, bu durumu bir misâlle şöyle açıklar: Allah’ın sevgisi; bir şahsı, bazı temâyülleri gereği kendisine yardım etmesi, varlığından haz alması ya da bazı devlet meseleleri hakkında onunla istişare etmesi ve güvenliğini sağlaması gibi nedenlerle kendine yakınlaştıran bir padişahın sevgisi gibi değildir. Bilakis O’nun kula olan sevgisi; bir şahsı güzel ahlâkı ve beğenilen sıfatları sebebiyle kendine yakınlaştıran bir padişahın sevgisi gibidir. Öyle ki böyle bir şahsa da padişahların huzurunda olmak yaraşır. Bu örnekte görüldüğü gibi, eğer bir şahıs güzel sıfatlar -padişahın huzurunda yer alabilmesi için kendisinden perdelerin kalkmasına vesile olacak sıfatlar- edinmek üzere girişimde bulunursa, [bu şahsın] kendisini padişahın sevgisine (onun tarafından sevilmeye) bırakacağını söylemek mümkündür.[54] Kulun Allah’a yakınlaşması ve O’na muhabbet/aşk duyması gerçekte insanın şeytanların ve kötülerin sıfatlarından uzaklaşıp ilâhî ahlâkla ahlâklanması yoluyla gerçekleşir. Bu durum Zât-ı İlâhî’de kesinlikle bir değişikliğe yol açmayacaktır.[55]

   Diğer taraftan, “Şüphesiz ki Allah müşriklerden berîdir.” (Tevbe Sûresi, 3) ve “Allah onlara gazaplandı ve lanet etti.” (Fetih Sûresi, 6) âyetleri minvalince insanların bir bölümü de Allah’ın gazabına duçâr olmuşlardır. Molla Sadrâ, tüm mevcûdâtın Allah tarafından sevildiği bahsine tekitle bu hususu şu şekilde açıklamaktadır: Bazı varlıklar -dünya ve içindeki varlıklar gibi- ademle (yoklukla) karışmışlardır. Bu nedenle Allah’ın gazabına duçâr olmuşlar ve O’nun özel rahmetinden nasiplerini alamamışlardır. Oysa “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”[56] âyetine göre ilâhî genel rahmet her şeyi kaplamıştır.[57] Gerçekte zâtı itibariyle Allah’ın gazabını üzerine çeken şey, hiçbir surette Allah’tan sâdır olmayan gerçek şer (şerr-i hakîkî) yani ademdir. Nâkıs vücûd ise adem ve şer ile karışmıştır. Arazî olarak gazâba duçâr olan kâfirler ve günahkârlar buna örnektir. Çünkü onlar mukarreblerin, seçilmişlerin menzilgâhındaki ve nurlar âlemindeki ilâhî rahmetten uzaktırlar.[58]

.............................................

[34] Molla Sadrâ illet-ma‘lûl bahsinde “vücûdun şahsî birliği” hakkında delil öne sürmüş ve kendi deyimiyle felsefeyi tekmil etmiştir (Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 2, s. 292-294). Onun getirdiği delili şu şekilde izah etmek mümkündür: Gerçek illiyet-ma‘lûliyyet [nedensellik], varlığın zâtında ve hakikatindedir. Dolayısıyla varlığı meydana getiren illet (neden) veya [bir diğer ifadeyle] câ‘il (meydana getiren, varlık bahşeden), zâtı dışındaki bir olgu hasebiyle değil, bizzat kendi zâtı hasebiyle vücûd bahşetmektedir. Gerçek bir ma‘lûl ve mec‘ûl ise ma‘lûlün yalnızca varlığı demek olup, onun sıfatlarından bir sıfat değildir. Eğer [ma’lûl için] bundan başka bir durum söz konusu olsaydı, illete ve câ‘ile ihtiyaç duymazdı. Netice itibariyle mec‘ûlün varlığı, câ‘ile bizatihi bağlılıktır. Eğer böyle olmasaydı, yani [mec‘ûlün/ma‘lûlün] zâtı ve hakikati [câ‘ile] bağlılık ve taalluktan başka bir şey olsaydı, aynı şekilde fâile taalluk, [mec‘ûlün/mef‘ûlün] zâtının dışında bir nitelik olsaydı; - her sıfat, mevsûfundan sonra var olduğundan - kendi zâtının varlığından sonraya kalacaktı. Bu durumda o şeyin zâtı müstakil olmuş olacaktır ki, bu da tüm varsayımlara aykırıdır. Her illetin, illet olması hasebiyle zâtı dışındaki bir olgudan değil bizatihi zâtı itibariyle illet, yine her ma‘lûlün de zâtı hasebiyle ma‘lûl olduğu ispatlandığında, ma’lûlün gerçekte illetten başka hiçbir zâtının ve hüviyetinin olmadığı görülecektir. Aynı zamanda o [ma‘lûl], kendi illetinden ayrı ve farklı bir varlık değildir: “Bizim nezdimizde her illetin, zâtı ve hakikati itibariyle illet ve her ma‘lûlün de zâtı ve hakikati itibariyle ma‘lûl olduğu,… [illetin] illet olarak adlandırılmasının ma‘lûle döndüğü [ma‘lûlden kaynaklandığı], [yani] illetin ma‘lûl üzerindeki tesiri, onu tekâmül ettirip ona kendisinden asla ayrılmayacak bir itibar bahşetmesi hasebiyle olduğu âşikâr olmuştur.” (Sadrüddîn Şîrâzî, 1990, c. 2, s. 257 ve 301). Hatta bu, onun fiillerinden/şuûnâtından biridir; yani zuhur ve tecelli eden bizzat kendisidir. Zira eğer ma‘lûlün illetten öte/ayrı bir varlığı olsaydı, ma‘lûlü illetten ayrı değerlendirmek gerekecekti. Oysa ma‘lûl, ma‘lûl olması bakımından, illete bağlı olmak dışında başka bir şekilde tasavvur edilemez. Gerçekte illiyyet-ma‘lûliyyet [birbirine nispetle] iki mütezâyif [birbiri olmaksızın tasavvur edilemeyen/akledilemeyen iki vücûdî/varlıksal nitelik] olgudurlar. O halde varlık yurdunda tek bir varlık tahakkuk etmiştir: “Ve Hüve’l-Hakk.” Geri kalan işler (şuûnât)/varlıklar ve tecelliler, O’nun cihetlerinden bir cihettirler (a.g.e.).

[35] Kâşânî, 1370, s. 299.

[36] Irakî, 1363, s. 68.

[37] Sadrüddîn Şîrâzî, 1990, c. 7, s. 150.

[38] a.g.e., s. 160.

[39] a.g.e., s. 149.

[40] İbn Sînâ, 1400, s. 391.

[41] a.g.e., s. 377.

[42] Cevâdî-i Âmulî, 1376, c. 9, s. 352.

[43] Sadrüddîn Şîrâzî, 1363, s. 269.

[44] a.g.e., 1990, c. 7, s. 148.

[45] Feyz-i Kâşânî, 1375, s. 79-80.

[46] “Şüphesiz Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (Bakara Sûresi, 222. âyet); “Allah muttakileri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 76. âyet); “Allah muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 134. âyet); “Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 146. âyet); “Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 149. âyet); “Allah âdil olanları sever.” (Mâide Sûresi, 42. âyet); “Şüphesiz imân edenler ve sâlih amel işleyenler için Rahman [gönüllerde] bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem Sûresi, 96. âyet); “Rabbinizden bağışlanma dileyip sonra O’na tevbe edin. Çünkü benim Rabbim çok merhametli ve [kullarını] çok sevendir.” (Hûd Sûresi, 90. âyet).

[47] Râzî, 1420, c. 7, s. 17; Tûsî, ty., c. 3, s. 557.

[48] Sadrüddîn Şîrâzî, 1354, s. 156-157.

[49] a.g.e., s. 155.

[50] a.g.e., s. 156-157.

[51] a.g.e., s. 157.

[52] a.g.e., s. 158.

[53] a.g.e., s. 159.

[54] a.g.e.

[55] a.g.e., s. 159-160.

[56] A‘râf Sûresi, 156. âyet.

[57] Molla Sadrâ vücûdun Feyyâz (feyiz veren) bir Mebde’den varlığa sirâyetini açıklarken Basîtu’l-Hakîka adlı bir kâideden faydalanmıştır. Allah, basît-i hakikî olup tüm cihetlerden Vâcibu’l-Vücûd’dur. Bu sebeple her vücûd ve her vücûdî kemâl, O’nun Zât’ı için hâsıl olup, O’ndan başkasına feyiz verir. Nitekim O, şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır.” (Mü’min Sûresi, 7. âyet) (Sadrüddîn Şîrâzî, 1382, s. 37). “Rahman” ve “Rahîm” kelimelerinin her ikisinin de kökeni “rahmet” sözcüğüdür. Allah, varlıkta işte bu isimlerle tecelli etmiştir. “Rahman” sıfat-ı mübâlâğa olup, “dünyadaki rahmet” anlamına gelir. Mü’min ve kâfiri kapsar. Yalnızca Allah hakkında kullanılır; çünkü Allah, Zât ve sıfatlarında Kâmil-i Mutlak, Cevâd-ı Mutlak ve Râhim-i Hakk’tır. O’nun rahmet ve muhabbeti kemâl kesbetmek için değildir (a.g.e., s. 65-66).

[58] Sadrüddîn Şîrâzî, 1363, s. 271.