AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Cumartesi

3 Şubat 2024

14:12:43
1434791

İnsan ile Allah Arasındaki Aşk: Molla Sadrâ 3

İnsanın gönlünde Allah’ın sevgisine neden olan/Allah sevgisini uyandıran şey, kemâle ve güzelliğe olan marifettir/bilgidir. “Allah güzeldir ve güzelliği sever.” hadîsine göre Allah güzeldir ve âlem, Hakk’ın âyinesi olup, Allah onu kendi sureti/Zât’ı esasınca yaratmıştır. “Her şey kendi varlık yapısına/mizacına göre hareket eder.”

     Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA:  İnsanın Allah’a olan aşkı

   “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’ı bırakıp bazı putları ilâh edinir ve onları Allah’ı sever gibi severler. Oysa imân edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir.”[59] âyetinde insanlar müşrik ve mü’min olmak üzere iki gruba ayrılmışlardır. Müşrikler, Allah’tan başkasını Allah’ı sever gibi seven kimselerdir. Ancak mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha kuvvetlidir. Mütekellimlerin çoğu mü’minlerin Allah’a olan sevgisinin O’na tazim, medh ü senâ ve hâlis bir ibadet mânâsında olduğuna inanmışlar ve bu sevgiye sevap kazanma ümidi ile cezalandırılmaktan duyulan korkunun eşlik ettiğini söylemişlerdir. Ancak ârifler, muhabbeti, marifetin bir neticesi olarak görmektedirler. Bundandır ki kimin Allah’a olan marifeti daha çok olursa, sevgisi de daha kuvvetli olacaktır.[60]

Molla Sadrâ insanın sevgisini nefsânî sevgi ve ilâhî sevgi olarak ayırmak suretiyle, her sevginin bir tür kulluk olduğunu[61] beyân etmektedir. Bu sebeple insanın her şeye duyduğu -ister taş ve tahtadan yapılmış put olsun ister mal, evlat ve dünyevî makamlar olsun- nefsânî sevgi şirk sayılmaktadır. Zira nefsânî sevgi, Allah’tan başkasına teveccüh ve ona kulluktur. Ancak “hikmet ve marifet sevgisi” olarak adlandırılabilecek ilâhî sevgi, her ne kadar zâhirde dünyevî şeylere yönelik olsa da nefsânî şehvetlerle uyumlu bir sevgi değildir ve gerçekte yalnızca Allah’a mütalliktir. Nitekim gerçek bir mü’min her şeyi Allah’ın bir cilvesi olarak görür ve böylesi bir marifetin neticesi de Allah’a muhabbet ve ibadetten (kulluktan) başkası olmayacaktır.

   İnsanın gönlünde Allah’ın sevgisine neden olan/Allah sevgisini uyandıran şey, kemâle ve güzelliğe olan marifettir/bilgidir.[62] “Allah güzeldir ve güzelliği sever.” hadîsine göre Allah güzeldir ve âlem, Hakk’ın âyinesi olup, Allah onu kendi sureti/Zât’ı esasınca yaratmıştır. “Her şey kendi varlık yapısına/mizacına göre hareket eder.”[63] Bu sebeple âlem de güzelliğin nihâyetidir. Ârif, âleme nazar etmek ve onun hakkında tefekkür etmek suretiyle Allah’a olan muhabbetini artırır. Zira güzellik sıfatı, sürûru vücûda getirir. Bu türden bir sürûr, yalnızca kalbini kötülüklerden arındırmış bir kimse için hâsıl olur.[64] Böyle bir kimse “muhabbet makamı”na nâil olur. Yaratılmışlar içerisinde bu makam insanlara mahsustur. Zira insan, kendisini diğer varlıklardan ayıran birtakım özelliklere sahiptir.

Muhabbet Makamı’na erişen insanların özellikleri

“İnsan zayıf yaratılmıştır.”[65] âyetinde insana yaratılış zayıflığı atfedilir. Oysa bu zaaf onu muhabbet makamına ulaştırabilir. Molla Sadrâ’ya göre hilkatte zayıf olmak, insanî bir nitelik olup, insan için bir keramettir/yüceliktir. Bu yaratılışsal zayıflık diğer varlıklar için söz konusu değildir. Zira her varlığın muayyen bir haddi, bilinen bir makamı ve tam bir sureti vardır. Oysa, “Henüz anılmaya değer bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.”[66] âyetine göre insan, bir zamanlar anılmaya değer bir şey değildi. Çünkü insanın başlangıçtaki sureti, “atılmış bir su” olup, tedrîcî olarak ve hareket-i cevherî ile (her fenâ ve zevâlden sonra) kemâle ulaşmaktadır. Yani sürekli bir halden başka bir hale geçmekte, böylece kemâl hedefine, yani ilâhî evliyâya has olan “muhabbet makamı”na ulaşmaktadır.

Kur’ân’ı Kerîm’de “anılmaya değer bir şey değildi” ifadesi yalnızca insan için kullanılmıştır. Molla Sadrâ’ya göre bunun sebebi, insanın yaratılışının zayıflığıdır. Zira “hiçbir şey olmamaktan: lâ şey’den” daha zayıf bir şey yoktur. İnsan, hilkatin başlangıcında zayıflığın son noktasındadır. Nefsin “cismâniyyetü’l-hudûs” olduğu esasına göre insanın hudûsu (ortaya çıkışı), hakir bir maddeden ve heyûlânın karanlığındandır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Onları karanlıklardan aydınlığa/nura çıkarır.”[67] İnsan nefsini noksanlıktan kemâle ulaştıran Allah’tır. O, heyûlânî mertebenin karanlığından akıl âleminin aydınlığına hidayet eder.[68]

   Molla Sadrâ’ya göre[69] insan her ne kadar hayvan türlerinden biri olup diğer mahlûklardan, daha güzel bir surete sahip olması yönüyle ayrılsa da his ve hareket bakımından hayvanlardan daha zayıf bir mertebededir. Örneğin, sıcaktan ve soğuktan korunmak için kendi cilt dokusuyla yetinemez. Yine yemek konusunda da, diğer hayvanların doğal mutfağı olan mide ve karaciğer insan için yeterli değildir ve o dışarıdan bir mutfağa ihtiyaç duyar. Allah’ın, “İnsan zayıf yaratıldı.”[70] âyetinden murâdı, [insandaki] hayvânî kuvvelerin zayıflığıdır. Gerçekte bu zayıflık insanın en aşağı mertebeden en yüce mertebeye intikâlinin menşeidir. Molla Sadrâ, insan dışındaki diğer varlıkların hallerine dikkat etmek suretiyle, onların kendi makamlarında sabit olup kemâl yönünde hiçbir hareketlerinin olmadığının ya da istenen hedefe oldukça yavaş ilerlediklerinin anlaşılması gereken bir husus olduğunu vurgular:

1. Mukarreb meleklerin, kemâl talebine veya kemâle doğru hareket etmeye ihtiyaçları yoktur. Zira onların en yüce Ma‘bûd’a daimî bir yakınlığı söz konusudur.

2. Semâvî meleklerin her biri, kendilerine özgü dâimî bir ubudiyyet makamında olup, o makamdan ayrılma yönünde bir insiyâka sahip değildirler. Onlar tıpkı cennet ehli gibi kendi menzillerinde ve makamlarındadırlar. Allah’ın nurlandırmaları (işrâkât), onlarda dâimî bir haz ve sürûr meydana getirir.

3. Şeytanlar ateşten yaratılmışlardır. Ateşin gücü, onlardaki bencilliğin ve riyaset sevgisinin sebebi olmuştur. Bu sebeple kulluğa teslim olmamışlar, büyüklenme ve böbürlenmeden vazgeçmemişlerdir. İçlerinden bazıları Müslüman olmalarına rağmen cinlerin durumu da böyledir. Onlar da ateşten yaratılmışlardır. Ateş [dört] unsurun en kuvvetlisi olup, tesir kabul etmekten oldukça uzaktır.

4. Cemâdât iki türlüdür: Bazıları -hareket-i cevherî ve insan nefsinin cismâniyetü’l-hudûsu kâideleri esasınca- insan olma yolunda ilerleyip insana dönüşmekte iken, bazıları ise böyle değildir. İkinci grup, ya taş ve yakut gibi cemâdî bir kuvvete sahiptir ve sertlikleri/dayanıklılıkları sebebiyle başka bir şeye dönüşmemektedir ya da böyle olmayıp, nihayetinde tıpkı taş gibi sert bir surete sahip olan başka bir şeye dönüşmektedir.

5. Bitkiler ve insan dışındaki hayvanlar da cemâdâtın hükmüne sahiptirler.

Dolayısıyla kendi nihâî maksadına erişmek üzere daimî bir hareket halinde olup, saf kuvve ile salt fiiliyyet arasında yer alan varlık yalnızca insandır. İnsanda rücû‘: dönüş, tevbe ve sülûkun var olmasının sebebi budur. Bundan dolayı, varlıkların en faziletlisidir. Bu faziletin sebebi, sözü geçen kuvve ve noksanlıktır. Sâbiîler gibi bazı topluluklar, insanın derecesinin meleklerin derecesinden daha aşağı olduğunu zannetmişlerdir. Oysa söz konusu noksanlık, insanın meleklere üstünlük sebebi olup, onların makamını da aşmasını sağlamaktadır.

Mahlûklar içerisinde kuds âlemine yücelme ve Allah’ın rızasına erişme istihkâkına sahip olan tek varlık insandır. Öyle ki o, meleklerden bile daha yüce bir makama erişebilir. Molla Sadrâ’ya göre bu hususun menşei zaaf, acz, fakr, âfetlerin çokluğu ve hastalıklardır. Hilkatinin başlangıcı böyle olmayan bir mahlûk kendisinde bir kemâl[in varlığını] tasavvur edecek ve o kemâle ulaşma beklentisine girmeyecektir.[71]

İnsanın kemâli, ilâhî yakınlığa erişmektir. Bunun neticesi de Allah’a aşktır. “İlâhî yakınlığın” bir diğer ifadesi, “velâyet makamı”dır. Zira velâyet sözlükte “yakınlık” anlamına gelir.[72]

   “Allah Velî’dir.” [73] âyetine göre ilâhî isimlerden biri de “Velî”dir. Çünkü Allah insana her şeyden daha yakındır: “Biz ona şah damarından daha yakınız.”[74] Hilkatinin başlangıcında zayıflığın nihayetinde olan insanın, Hazret-i Hakk’a yakın olma istidâdı vardır. İnsan, ilâhî yakınlığın belli bir derecesine eriştiğinde bu ilâhî isimle (Velî) vasıflanma liyâkatine erişir. İmân ve sâlih amel, insanı Hakk’a yaklaştırdığından Molla Sadrâ, velâyeti genel ve özel olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Genel velâyet (velâyet-i âmme), Allah’a imân edip sâlih amel işleyen herkes içindir. Böyle bir mü’min Allah’a muhabbet ve marifetin belli bir derecesine/mertebesine sahiptir. Ancak özel velâyet (velâyet-i hâssa), Hakk’ta fâni olan ve Allah’ın Esmâ ve Sıfatları’yla ahlâklanan bir âşık içindir.[75]

Makâm-ı Muhibbî (Seven Makamı) ve Makâm-ı Mahbûbî (Sevilen Makamı)

“Ey imân edenler sizden her kim dininden dönerse Allah onun yerine, sevdiği ve kendisini de seven bir toplum getirir.”[76]

Molla Sadrâ, âyet-i kerimenin “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.” kısmını ilim ve amel bakımından muhibbîn ve mahbûbîn mertebesine nâil olan kimseler ile Allah arasındaki karşılıklı sevginin bir nişânesi olarak görür.

Muhibbullah (Allah’ı seven kimse), ilmî bakımdan dinî maarifin ve itikâdî esasların tamamına, apaçık kudsî deliller ve ilâhî ilkelerle imân eden, ilmî açıdan Allah’ın sıfatlarından bir sıfatın kendisinde tecelli edip varlığının tüm cüzlerine sirâyet ettiği, tüm kuvve ve duyularının O’na tâbi olduğu kimsedir. Peygamber (s.a.a)’in ifade ettiği, “Şeytanım, benim ellerimde teslim olmuştur.”[77] sözü bu mertebeyi açıklamaktadır.

Mahbûbullah (Allah’ın sevdiği kimse) ise, kendisinde ilim ve amelin tek bir şey haline geldiği kimsedir. Bu mertebe, enâniyet perdelerinin kaldırılmasından sonraki mertebe olup, Hakk’ın cemâlî ve celâlî sıfatlarla kulda tecelli etmesi yoluyla hâsıl olur. Mahbûb-i Hakk (Hakk’ın sevdiği kimse), tüm hakikatleri Hakk Teâlâ’nın nuruyla müşâhede eder. Onun gözlerinin nuru mülkün, melekûtun, halkın/yaratılışın ve emrin/işlerin hakikatlerini görebilecek kudrete sahiptir. Bu, tam olarak Peygamber’in Mi‘râc gecesi sahip olduğu haldir.[78]

Gerçekte mahbûbî (mahbûbluk/sevilme/sevilen) makamı, velâyet mertebesine ulaşmış kimselere özgüdür. Molla Sadrâ, velâyeti, “Allah’ta zâtî, sıfâtî ve fiilî bir fenâ” olarak tanımlamaktadır.[79] Bundan dolayı asıl itibariyle velâyet, Hâtemü’l-Enbiyâ’ya mahsustur. Çünkü o, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâkidir. Tıpkı bir hadîste zikredildiği gibi, “Kıyâmet Günü peygamberlerin tamamı ‘Nefsim, nefsim!’ diyecek, ancak Nebî (salât ve selâm onun ve âlinin üzerine olsun) ‘Ümmetim, ümmetim!’ diyecektir.” Bu ifade, İslâm Peygamberi’nin varlığının Hakk Teâlâ’da fâni olduğuna delildir.[80] Bu sebeple İslâm Peygamberi’nin makamı diğer tüm peygamberlerin makamından daha yüce ve dini de en kâmil dindir: “Bugün dininizi ikmâl ettim ve üzerinize olan nimetimi tamamladım.” (Mâide Sûresi, 3. âyet).[81] İslâm dininin kemâli, Ali’nin hilâfetinin tayini ve imametinin nasbı iledir ki, Vedâ Haccı’nda Peygamber-i Ekrem (s.a.a), O’nun, tüm Müslümanların imâmı ve tüm mü’minlerin velîsi olduğunu haber vermiştir.[82] Zira velâyet, nübüvvetin bâtınıdır.[83]

   Velâyet yalnızca fenâ yoluyla hâsıl olmaktadır. Elbette burada söylenmek istenen, kulun mutlak fenâsı değildir; bilakis beşerî cihetin, rubûbî cihetteki fenâsı kastedilmektedir. Velâyet makamına ulaşmasından önce insan, kendi fiillerinin ve sıfatlarının beşerî cihetten mebdeidir. Ancak velâyet makamıyla muttasıf olduktan sonra kendi fiil ve sıfatlarının rabbânî cihetten mebdei olmuştur: “Bu fenâ, son aşamada kulun hakkânî taayyünler ve rabbânî sıfatlarla müteayyin olması [ortaya çıkması]dır. Bekâ ise, mutlak surette [kulun] kendisinden taayyünün kaldırılmamasıdır.”[84] Molla Sadrâ, Mefâtîhü’l-Gayb adlı eserinde ârifâne sülûkun nihâyetini Hakk Teâlâ’da fâni olmak olarak görür. O, sâlikte Hakk Teâlâ’nın tecellilerinin olduğuna inanır. Bu tecellilerden bazıları sıfâtî tecelli olup, beşerî sıfatlardan ilâhî sıfatlara dönüşmeyi ifade eder. Bunun neticesi de fenâ-i sıfâtî (sıfatî fenâ) olacaktır. Ancak tecellinin en üstün türü zâtî tecellidir. Sâlikin zâtî taayyünü ve mukayyed vücûdu bu tecelli sayesinde ortadan kalkar. Bu tür bir fenâ da fenâ-i zâtî (zâtî fenâ) olarak adlandırılır.[85]

Netice

1. Molla Sadrâ, aşkın tıpkı vücûd gibi eşyânın tamamına sirâyet eden tek bir mânâ ve hakikate sahip olduğunu söyler. Ancak insanların geneli alışkanlıktan ya da mânânın gizliliğinden dolayı eşyâyı bu isimlerle (aşk, âşık ve maşûk) adlandırmamaktadır. Dolayısıyla aşk, âşık ve maşûk sözcükleri Allah’a ıtlak edilebilir. O’nun vücûdu/varlığı kuvvet ve kemâl bakımından sonsuz olup, aşkı, âşıklığı ve maşûkluğu da böyledir.

2. Mümkin varlıklar, Allah’ın muhtelif cilveleridirler. Molla Sadrâ’nın kabul ettiği vücûdun birliği ilkesine göre bu cilvelerin, mertebe bakımından sonsuz mazharları vardır. Bu sebeple Allah’ın sevgisinden nasiplenmeye diğer her şeyden (varlıktan) daha layık mahlûk, kavs-ı nüzûlî ve kavs-ı su‘ûdîde Allah’a diğer tüm varlıklardan daha yakın olan eşref-i mümkinât (mümkin varlıkların en şereflisi/yücesi) yani insan-ı kâmildir. Buna mukabil, vücûdî mertebelerin en altında yer alan mahlûk, yani canlı varlıklarda İblis ve ölüler arasında heyûlâ ilâhî muhabbetten en az nasiplenmiş varlıktır. Her insan kendi iradesi ile, ilim ve amel kesbederek Allah’a yakınlaşabilecek ve bu yakınlık nispetinde de Allah’ın muhabbetinden nasiplenebilecek bir istidâda sahiptir.

3. İnsanlar arasında mahbûbî (mahbûbluk/sevilme/sevilen) makamı, velâyet mertebesine ulaşmış kimselere özgüdür. Molla Sadrâ, velâyeti, “Allah’ta zâtî, sıfâtî ve fiilî bir fenâ” olarak tanımlamaktadır. Bundan dolayı asıl itibariyle velâyet, Hâtemü’l-Enbiyâ’ya mahsustur. Çünkü o, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâkidir.

..............................................

[59] Bakara Sûresi, 165. âyet.

[60] Râzî, 1420, c. 4, s. 178.

[61] Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 5, s. 335-336.

[62] Molla Sadrâ, marifetin hakikati ile ilgili olarak Fudayl’den şöyle nakletmiştir: Kalbin illiyyîndeki kanat çırpışı ve perdelerde gezinmesi; kulağı bâtıla sağır, gözleri şehvetlere kör ve dili boş sözlere lal olmuş kişiden başka hiç kimsenin bilmediği bir kudrettir. Nitekim şöyle söylenmiştir: “Kim Allah’ı tanırsa/bilirse lisânı lal olur, aklı dehşete kapılır, hayreti dâim olur.” (a.g.e., 1990, c. 7, s. 305).

[63] İsrâ Sûresi, 84. âyet.

[64] Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 1, s. 153-154.

[65] Nisâ Sûresi, 28. âyet.

[66] İnsan Sûresi, 1. âyet.

[67] Bakara Sûresi, 257. âyet.

[68] Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 5, s. 64.

[69] a.g.e., c. 3, s. 63-64.

[70] Nisâ Sûresi, 28. âyet.

[71] a.g.e., c. 5, s. 270.

[72] a.g.e., 1363, s. 487.

[73] Şûrâ Sûresi, 9. âyet.

[74] Kâf Sûresi, 16. âyet.

[75] Sadrüddîn Şîrâzî, 1363, s. 487.

[76] Mâide Sûresi, 54. âyet.

[77] Sadrüddîn Şîrâzî, 1383, c. 1, s. 232.

[78] a.g.e., 1361, c. 7, s. 157-159.

[79] a.g.e., 1363, s. 487.

[80] a.g.e., 1361, c. 7, s. 162.

[81] Sadrüddîn Şîrâzî, 1361, c. 7, s. 161-162.

[82] a.g.e.

[83] a.g.e., 1363, s. 485.

[84] Kayserî, 1357, s. 146-147.

[85] Sadrüddîn Şîrâzî, 1363, s. 635.