AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : ابنا
Pazartesi

18 Kasım 2024

14:18:50
1505699

Hz. Zehra (s.a) ve Ubudiyet 8.Bölüm

Hz. Zehra (Selamullahi Aleyha)’nın –ve de bütün ilahi evliyanın- şahsiyetinin en önemli ve en temel boyutu Yüce Allah’a karşı kulluğu, huşu ve huzusu, raz’u niyazıydı. Hayatına hakim kıldığı ibadet, dua, Allah ile irtibat kurma ve maneviyat yönüydü.

Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA: Mahlukatını fakir yaratan Allah Teala, yarattıklarında bir ihtiyaç ortaya çıkardığında hikmetinin gereği olarak kendisinin rezzak olduğunu, kendisinin o ihtiyacı gidereceğini de bilir. Yoksa bir şeyi muhtaç yarattığı halde onun ihtiyacını, rızkını karşılamamasının bir anlamı olmaz. Bu açıdan, Allah’ın genel feyzi, O’nun rahmaniyeti bütün yaratılmışları –fakir yaratıldıkları için –kapsar. 

Recep duasında okuduğunuz da aynen budur: Ya men yu’ti men seele. Ya men yu’ti men lem yes’elhu ve men lem ye’rifhu tahannunen minhu ve rahme. Allah kendi feyzinden, onu hiç tanımayan ve kendisinden hiçbir şey istemeyen kimselere de verir. İster insan ister insan dışındakiler, ister mümin insan ister kafir insan olsun hepsi onun genel feyzinin kapsamına girer. 

Hepsi fakir olup muhtaç yaratıldığından Allah onların ihtiyaçlarını giderir. Sadi’nin kurduğu şöyle bir cümle var: Ey gaybın hazinesinden mecusla yahudiyi besleyen kerem sahibi Allah! Bustan adlı eserinde de şöyle güzel bir kıssa anlatır: Adamın biri çocuk sahibi olmuştu. Bir iki yaşındaki çocuğunun dişi çıkmıştı. “Tıflın biri diş çıkarmıştı, babası kara kara düşünceye dalmıştı”. Bu çocuk diş çıkarmış, bundan sonra bir şeyler yemesi gerekecek, onun ekmeğini suyunu nasıl temin edeceğim diyen babası başını iki elinin arasına almış düşüyordu. “Baba düşünceye dalmıştı, ekmeğini nereden getireceğim diyordu, kendi haline bırakmak insanlığa sığmaz. 

Düşündüklerini eşine söyleyince, bak eşi ne muhteşem bir söz söyledi: İblisin hilesine kanma ki (Allah) can versin, dişleri veren ekmeği de verir”. Dişleri veren Allah onun rekmeği de verir. Rezzak başka biri. “Mevlaye ya mevlaye! Entel gani ve enel fakir ve hel yerhemul fakire illel gani”. Demek ki Allah’ın genel feyzinin, onun rahmaniyetinin ölçüsü yaratılmışların fakirliğidir. Ancak Allah’ın bir de özel ve hususi bir feyzi, bir inayeti, bir rahmeti ve rahimiyeti var ki sadece fakirliğini izhar eden, Allah’ın evinin kapısında dilenip yalvaran, benlik testisini ilahi kapının önünde kıran inkisar haline sahip kimselere hastır ve onlara yöneliktir. 

İnsan ne kadar Allah’ın evinin kapısında mütevazi olursa, fakirlik tasını öne tutarsa daha fazla feyz alma liyakatine sahip olur ve Allah’ın rahimiyetinden nasiplenir. Bu son derece önemli bir nokta. Allah’ın o özel feyzinin dinlenmekle, yalvarmakla elimize geçeceğini unutmamak lazım. Kuran Kerim’de ‘gelin dilenin, gelin dua edin, gelin Allah’ın kapısına’ diyen “Ud’uni estecip lekum” ayetinin devamına bakın: “İnnel lezine yestekbirune an ibadeti” bana ibadet edilmesine yani dua edilmesine tekebbür ile yaklaşanlar “seyedhulunel cehenneme dahirin” onlar zillet içinde cehenneme yani özel azabıma girer. 

Ayetten anlaşılıyor ki, Allah’ın has rahmeti, tazarru eden, kibirli olmayan, Allah’ın kapısında dilenen, huzu ve inkisar hali içinde olan kimseler içindir, sadece onları kapsayan bir rahmettir. Öyledir de. Onun içindir ki dua ederken duanızı dile getirin denilmiştir. Allah bildiği halde, evet Allah insanın ihtiyacını biliyor ama sen onu dile getir, acizliğini diler getir ki aciz olduğunu, kimse olmadığını anlayasın. Bunun içindir ki duanın adabında denilmiştir ki ellerinizi yukarıya kaldırın, tazarru ve acziyetinizi dile getirin, ağlayın ve dua ederken ağlamıyorsanız en azından tebaki edin yani ağlıyorsunuz gibi yapın. 

Bütün bunlar, insanın acziyetini, dilenciliğini Allah’ın evinin kapısına götürmesi gerektiğinin işaretidir. Böyle olduğunda insanın dilenme kabı büyük olur ve ona göre de kendisine büyük feyz nasip olur. Konuşmamın son noktası olarak şunu arz edeyim: Dediklerine göre kör birisi, İmam Rıza’nın (a) Hareminin kapısında dilencilik ediyormuş. Elini onun bunun önüne uzatıp dileniyormuş. Dönemin padişahı –meşhur anlatıma göre Nadir Şah olduğu söylenir – Nadir Şah ziyarete gelmiş. Bu a’ma kişi, bir gürültü patırtının, birilerinin geldiğini hissedince etrafındakilere ne oluyor diye sormuş. Onlar da Nadir Şah ziyarete gelmiş derler. Nadir Şah dilencilik yapan bu kör kişiye yaklaşıp der ki: Kaç yıldır İmam’ın Hareminin kapısında oturup dilencilik yapıyorsun? Kör: Efendim altı yıldır. 

Nadir Şah: Yani altı yıldır burada oturup dinlencilik yapıyorsun henüz görme yetisini İmam Rıza’dan almamış mısın? Ben yarım saat ziyarete gidip geleceğim eğer bu süre içinde görme yetisini almazsan emredeceğim boynunu vursunlar. Topluma yük olmuşsun. Nadir, bir yere kaçmasın diye iki kişiyi de o amanın yanında görevlendirip ziyarete gitti. Bu zavallı ama ayağa kalkıp yönünü İmam Rıza’ya çevirdi ve “Ağacan! Mesele ölüm kalım meselesi. Allah’ım imdadıma yetiş” deyip başladı muztarca/çaresizçe yalvarmaya. 

Allah rahmet eylesin merhum Allame Tabatabai el-Mizan tefsirinde diyor ki, Allah Kuran’da muztar duanın müstecab olduğunu –Emmen yucibul mudtarra iza deahu ve yekşifus sue –buyuruyorsa şu yüzdendir ki muztar dua, gerçek duadır, dua düzeyine yeni gelmiştir, tokluktan ve Allah’a kuşkuyla yaklaşarak yapılmış dua değildir, gerçek anlamına yeni kavuşan duadır. O kör adam, ‘Ya İmam Rıza! Feryadıma yetiş’ diye yalvarıp dua ediyordu. Yarım saat geçti ve Nadir Şah geldi ama bu kör adam görme yetisini almıştı. 

Durumu gören Nadir Şah ona dönüp şu cümleyi söyledi: Demek ki şimdiye kadar İmam Rıza’nın dilencisi değildin yoksa görme yetisini alman için altı yıldır burada oturmana gerek yoktu”. Dilencilik kabımızı Allah’ın evinin kapısına götürmeliyiz.

Hz. Zehra-i Ether, dua ve zikirde doruktaydı. Hani bazen kendi aramızda filan kişinin gıdası, yiyeceği filan şeydir deriz ya, Hz. Zehra’nın (sa) da yiyeceği zikir ve duaydı, Rabbiyle raz’u niyaz etmekti. Peygamber (s.a.a) buyurdu: Fatıma beşeri bir huriyedir, melek sıfatında/melek soylu bir insandır. Efendimiz nasıl yani, dediklerinde şöyle buyurdu: Allah ademi, dünya alemini, cisimleri ve maddeyi yaratmadan önce, ruhlar aleminde Hz. Fatıma-i Zehra’nın ruhunu ve onun muttahar nurunu yarattı. Adem yaratılmadan önce o, ruhlar aleminde ve o nurani varlık içinde bulunuyordu. Eshab sual etti ki ruhlar aleminde nerede bulunuyordu? Peygamber öyle bir cümle buyurdu ki bendeniz gibilerin idrak kapasitesini aşan bir cümledir. Buyurdu: Zehra’nın mutahhar nuru, o inci, arş-i ilahide bir hazinenin, bir sedefin içindeydi. Sordular ki, Fatıma-i Zehra’nın ruhlar alemindeki yiyeceği neydi? (Dikkat edin, cisimler aleminde değil. Şu an içinde bulunduğumuz cisimler aleminde bizim yiyeceklerimiz ekmek, pirinç ve benzeri şeylerdir. Bunlarla biz beslenip büyümeye başlarız, açlığımızı bu tür yiyeceklerle teskin edip sakinleşiriz.)  Peygamber buyurdu: Fatıma’nın oradaki yiyeceği zikirdi, takdis ve tesbihti yani subbuhun, kuddusun, subhanallah diyerek, la ilahe illallah ve elhamdülillah diyerek besleniyordu. Bu zikirlerle beslenip rüşt ediyordu. Besini, gıdası, onun rüştünü sağlayan, ona huzur veren şey, zikirdi. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Zehra’nın tesbihatını kendisine verdiler. Peygamber’in Hz. Zehra’ya bu dünyada hediye ettiği tesbihat; ‘34 kere Allahu Ekber, 33 kere elhamdülillah ve 33 kere sübhanallah’ zikridir. İmam Bakır (a) buyurdu: Eğer bundan daha değerli bir şey olsaydı Peygamber onu kızına hediye ederdi. Peygamber Efendimiz bu tesbihatı, zikirle huzur bulan bir kimseye verdi. Her ruh, Hz. Zehra’nın tesbihatını alma kabiliyetine sahip değildi. Bu tesbihatı, melekut aleminde yiyeceği tesbih olan bir ruh almalıydı. 

Hüccetul İslam Mesut  Âli