Uluslararası Ehl-i Beyt (a.s) Haber Ajansı – ABNA: Mahlukatını
fakir yaratan Allah Teala, yarattıklarında bir ihtiyaç ortaya
çıkardığında hikmetinin gereği olarak kendisinin rezzak olduğunu,
kendisinin o ihtiyacı gidereceğini de bilir. Yoksa bir şeyi muhtaç
yarattığı halde onun ihtiyacını, rızkını karşılamamasının bir anlamı
olmaz. Bu açıdan, Allah’ın genel feyzi, O’nun rahmaniyeti bütün
yaratılmışları –fakir yaratıldıkları için –kapsar.
Recep duasında
okuduğunuz da aynen budur: Ya men yu’ti men seele. Ya men yu’ti men lem
yes’elhu ve men lem ye’rifhu tahannunen minhu ve rahme. Allah kendi
feyzinden, onu hiç tanımayan ve kendisinden hiçbir şey istemeyen
kimselere de verir. İster insan ister insan dışındakiler, ister mümin
insan ister kafir insan olsun hepsi onun genel feyzinin kapsamına girer.
Hepsi fakir olup muhtaç yaratıldığından Allah onların ihtiyaçlarını
giderir. Sadi’nin kurduğu şöyle bir cümle var: Ey gaybın hazinesinden
mecusla yahudiyi besleyen kerem sahibi Allah! Bustan adlı eserinde de
şöyle güzel bir kıssa anlatır: Adamın biri çocuk sahibi olmuştu. Bir iki
yaşındaki çocuğunun dişi çıkmıştı. “Tıflın biri diş çıkarmıştı, babası
kara kara düşünceye dalmıştı”. Bu çocuk diş çıkarmış, bundan sonra bir
şeyler yemesi gerekecek, onun ekmeğini suyunu nasıl temin edeceğim diyen
babası başını iki elinin arasına almış düşüyordu. “Baba düşünceye
dalmıştı, ekmeğini nereden getireceğim diyordu, kendi haline bırakmak
insanlığa sığmaz.
Düşündüklerini eşine söyleyince, bak eşi ne muhteşem
bir söz söyledi: İblisin hilesine kanma ki (Allah) can versin, dişleri
veren ekmeği de verir”. Dişleri veren Allah onun rekmeği de verir.
Rezzak başka biri. “Mevlaye ya mevlaye! Entel gani ve enel fakir ve hel
yerhemul fakire illel gani”. Demek ki Allah’ın genel feyzinin, onun
rahmaniyetinin ölçüsü yaratılmışların fakirliğidir. Ancak Allah’ın bir
de özel ve hususi bir feyzi, bir inayeti, bir rahmeti ve rahimiyeti var
ki sadece fakirliğini izhar eden, Allah’ın evinin kapısında dilenip
yalvaran, benlik testisini ilahi kapının önünde kıran inkisar haline
sahip kimselere hastır ve onlara yöneliktir.
İnsan ne kadar Allah’ın
evinin kapısında mütevazi olursa, fakirlik tasını öne tutarsa daha fazla
feyz alma liyakatine sahip olur ve Allah’ın rahimiyetinden nasiplenir.
Bu son derece önemli bir nokta. Allah’ın o özel feyzinin dinlenmekle,
yalvarmakla elimize geçeceğini unutmamak lazım. Kuran Kerim’de ‘gelin
dilenin, gelin dua edin, gelin Allah’ın kapısına’ diyen “Ud’uni estecip
lekum” ayetinin devamına bakın: “İnnel lezine yestekbirune an ibadeti”
bana ibadet edilmesine yani dua edilmesine tekebbür ile yaklaşanlar
“seyedhulunel cehenneme dahirin” onlar zillet içinde cehenneme yani özel
azabıma girer.
Ayetten anlaşılıyor ki, Allah’ın has rahmeti, tazarru
eden, kibirli olmayan, Allah’ın kapısında dilenen, huzu ve inkisar hali
içinde olan kimseler içindir, sadece onları kapsayan bir rahmettir.
Öyledir de. Onun içindir ki dua ederken duanızı dile getirin
denilmiştir. Allah bildiği halde, evet Allah insanın ihtiyacını biliyor
ama sen onu dile getir, acizliğini diler getir ki aciz olduğunu, kimse
olmadığını anlayasın. Bunun içindir ki duanın adabında denilmiştir ki
ellerinizi yukarıya kaldırın, tazarru ve acziyetinizi dile getirin,
ağlayın ve dua ederken ağlamıyorsanız en azından tebaki edin yani
ağlıyorsunuz gibi yapın.
Bütün bunlar, insanın acziyetini, dilenciliğini
Allah’ın evinin kapısına götürmesi gerektiğinin işaretidir. Böyle
olduğunda insanın dilenme kabı büyük olur ve ona göre de kendisine büyük
feyz nasip olur. Konuşmamın son noktası olarak şunu arz edeyim:
Dediklerine göre kör birisi, İmam Rıza’nın (a) Hareminin kapısında
dilencilik ediyormuş. Elini onun bunun önüne uzatıp dileniyormuş.
Dönemin padişahı –meşhur anlatıma göre Nadir Şah olduğu söylenir – Nadir
Şah ziyarete gelmiş. Bu a’ma kişi, bir gürültü patırtının, birilerinin
geldiğini hissedince etrafındakilere ne oluyor diye sormuş. Onlar da
Nadir Şah ziyarete gelmiş derler. Nadir Şah dilencilik yapan bu kör
kişiye yaklaşıp der ki: Kaç yıldır İmam’ın Hareminin kapısında oturup
dilencilik yapıyorsun? Kör: Efendim altı yıldır.
Nadir Şah: Yani altı
yıldır burada oturup dinlencilik yapıyorsun henüz görme yetisini İmam
Rıza’dan almamış mısın? Ben yarım saat ziyarete gidip geleceğim eğer bu
süre içinde görme yetisini almazsan emredeceğim boynunu vursunlar.
Topluma yük olmuşsun. Nadir, bir yere kaçmasın diye iki kişiyi de o
amanın yanında görevlendirip ziyarete gitti. Bu zavallı ama ayağa kalkıp
yönünü İmam Rıza’ya çevirdi ve “Ağacan! Mesele ölüm kalım meselesi.
Allah’ım imdadıma yetiş” deyip başladı muztarca/çaresizçe yalvarmaya.
Allah rahmet eylesin merhum Allame Tabatabai el-Mizan tefsirinde diyor
ki, Allah Kuran’da muztar duanın müstecab olduğunu –Emmen yucibul
mudtarra iza deahu ve yekşifus sue –buyuruyorsa şu yüzdendir ki muztar
dua, gerçek duadır, dua düzeyine yeni gelmiştir, tokluktan ve Allah’a
kuşkuyla yaklaşarak yapılmış dua değildir, gerçek anlamına yeni kavuşan
duadır. O kör adam, ‘Ya İmam Rıza! Feryadıma yetiş’ diye yalvarıp dua
ediyordu. Yarım saat geçti ve Nadir Şah geldi ama bu kör adam görme
yetisini almıştı.
Durumu gören Nadir Şah ona dönüp şu cümleyi söyledi:
Demek ki şimdiye kadar İmam Rıza’nın dilencisi değildin yoksa görme
yetisini alman için altı yıldır burada oturmana gerek yoktu”. Dilencilik
kabımızı Allah’ın evinin kapısına götürmeliyiz.
Hz.
Zehra-i Ether, dua ve zikirde doruktaydı. Hani bazen kendi aramızda
filan kişinin gıdası, yiyeceği filan şeydir deriz ya, Hz. Zehra’nın (sa)
da yiyeceği zikir ve duaydı, Rabbiyle raz’u niyaz etmekti. Peygamber
(s.a.a) buyurdu: Fatıma beşeri bir huriyedir, melek sıfatında/melek
soylu bir insandır. Efendimiz nasıl yani, dediklerinde şöyle buyurdu:
Allah ademi, dünya alemini, cisimleri ve maddeyi yaratmadan önce, ruhlar
aleminde Hz. Fatıma-i Zehra’nın ruhunu ve onun muttahar nurunu yarattı.
Adem yaratılmadan önce o, ruhlar aleminde ve o nurani varlık içinde
bulunuyordu. Eshab sual etti ki ruhlar aleminde nerede bulunuyordu?
Peygamber öyle bir cümle buyurdu ki bendeniz gibilerin idrak
kapasitesini aşan bir cümledir. Buyurdu: Zehra’nın mutahhar nuru, o
inci, arş-i ilahide bir hazinenin, bir sedefin içindeydi. Sordular ki,
Fatıma-i Zehra’nın ruhlar alemindeki yiyeceği neydi? (Dikkat edin,
cisimler aleminde değil. Şu an içinde bulunduğumuz cisimler aleminde
bizim yiyeceklerimiz ekmek, pirinç ve benzeri şeylerdir. Bunlarla biz
beslenip büyümeye başlarız, açlığımızı bu tür yiyeceklerle teskin edip
sakinleşiriz.) Peygamber buyurdu: Fatıma’nın oradaki yiyeceği zikirdi,
takdis ve tesbihti yani subbuhun, kuddusun, subhanallah diyerek, la
ilahe illallah ve elhamdülillah diyerek besleniyordu. Bu zikirlerle
beslenip rüşt ediyordu. Besini, gıdası, onun rüştünü sağlayan, ona huzur
veren şey, zikirdi. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Zehra’nın
tesbihatını kendisine verdiler. Peygamber’in Hz. Zehra’ya bu dünyada
hediye ettiği tesbihat; ‘34 kere Allahu Ekber, 33 kere elhamdülillah ve
33 kere sübhanallah’ zikridir. İmam Bakır (a) buyurdu: Eğer bundan daha
değerli bir şey olsaydı Peygamber onu kızına hediye ederdi. Peygamber
Efendimiz bu tesbihatı, zikirle huzur bulan bir kimseye verdi. Her ruh,
Hz. Zehra’nın tesbihatını alma kabiliyetine sahip değildi. Bu tesbihatı,
melekut aleminde yiyeceği tesbih olan bir ruh almalıydı.
Hüccetul İslam Mesut Âli