AhlolBayt News Agency (ABNA)

source :
Çarşamba

9 Nisan 2014

16:27:45
601567

Hz. Muhammed Mustafa (salallahu aleyhi ve alihi) (3)

Ahzab savaşı, Beni Kurayza Yahudilerinin teslim olması ve iki üç savaş hicretin altıncı yılında gerçekleşti ve hepsi de Müslümanların lehine tamamlandı. Savaşlardan elde edilen ganimetler, İslam’ın gücünü Arap yarımadası sakinlerinin gözünde yükseltti. Nit

 Hudeybiye Antlaşması
 
Artık Hz. Peygamberin (s.a.a) İslam’ın azamet ve gücünü Mekke halkına gösterme ve onları İslam’a davet etme zamanı gelmişti. Kureyş eğer zorluk çıkarmaz ve Müslüman olursa, kendilerinin ve Müslümanların lehine olurdu; çünkü bir taraftan onların kurtuluşu Müslüman olmalarında ve diğer taraftan Arapların gözünde önemli bir makama sahip olan bu şehir halkı aynı zamanda nitelikli ve deneyimlilerdi, dolayısıyla bu halkın İslam’ı seçmesi İslam’ın geleceği için az ehemmiyetli değildi. Hicretin altıncı yılı Zilkade ayında Hz. Peygamber (s.a.a) Medine halkından bin beş yüz kadarı ile umre ibadeti için Mekke’ye doğru yola çıktı. Kureyş, Hz. Peygamberin (s.a.a) niyetini anlayınca onu engellemek için girişimde bulundu. İlk olarak Halit b. Velid ve İkrime b. Ebu Cehil’i Hz. Peygamberin Mekke’ye girişine engel olmaları için gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.a) Hudeybiye denilen Harem topraklarının sınırı olan yerde konaklayarak Mekke halkına umre için geldiklerini ve savaş kastlarının olmadığını bildirdi. Kureyş kabul etmedi. Sonunda Efendimizle Mekke halkı temsilcileri arasında bir barış antlaşması imzalandı. Antlaşma gereği iki taraf arasında on yıl boyunca herhangi bir savaş olmayacaktı. Müslümanlar bu yıl Mekke’ye girmeksizin geri çekilecek, ancak gelecek yıl aynı dönemlerde Mekke halkı üç günlüğüne şehirden dışarı çıkacak ve Beytullah’ı ziyaret etmeleri için şehir Müslümanlara bırakılacaktı. Antlaşma maddelerinden biri de Mekke halkından her kim Hz. Muhammed’e (s.a.a) sığınacak olursa Mekke’ye geri gönderilecek, ancak Medinelilerden birisi Mekkelilere sığınacak olursa Kureyş’in onu geri gönderme mecburiyeti olmayacaktı. Bir başka madde ise kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş'in koruması altına girebilecekti.[2]
 
    [3]
 
Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) bu sulh antlaşmasıyla bir hadde kadar Kureyş’ten gelebilecek saldırı ve taarruzlardan rahatlamıştı. Hicretin yedinci yılında, çevre ülkelerin kral ve yöneticilerine davet mektupları gönderme kararı aldı. Doğru Rum İmparatorluğu, İran, Necaşi ve ayrıca Şam Gassaniyan ve Yemame emirlerine mektuplar gönderdi.[4] (Bkz. Hz. Peygamberin Mektupları)
 
Hayber Savaşı
 
Hicretin yedinci yılında, Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Hayber Yahudilerine karşı zafer kazandı. Bundan önce Hayber Yahudileri defalarca Efendimizin düşmanları ile ona karşı ittifaklar kurmuş ve dolayısıyla Efendimiz onların nahiyesinden rahat değildi. Medine yakınlarında bulunan Hayber kalesi, Müslümanların kontrolü altına geçti ve Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Yahudilerin o bölgede ziraat işiyle meşgul olmalarını ve her yıl hasattan bir kısmını Müslümanlara vermelerini kabul etti.[5]
 
Hayber Savaşında, kalelerden birisinin fethedilmesi zorlaşmıştı. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) sırasıyla Ebu Bekir ve Ömer’i kalenin fethi için gönderdi, ancak başaramadan geri dönmüşlerdi. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurmuştur:
 
لاُعطينّ هذه الرايةَ غداً رجلاً يَفتح اللهُ علی يديه، يحبُّ اللهَ و رسولَه، و يحبُّه اللهُ و رسولُه (Tercüme: “Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecektir; O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever.”)
 
Sabah olunca Hz. Ali’yi çağırarak göz ağrısını ağzının suyuyla iyileştirdikten sonra şöyle buyurdu: Bu sancağı al ve Allah seni galip kılana kadar ilerle.
 
İbn İshak Ebu Rafi’den şöyle rivayet etmiştir: Ali (a.s) kalenin yanına gitti ve onlarla savaştı. Bir Yahudi’nin saldırısı sırasında kalkanı elinden yere düştü, kalenin kapılarından birisini yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı ve fetih gerçekleşene kadar onu kendisine kalkan olarak kullandı. Savaş bitince onu yere attı. Ebu Rafi diyor ki: ben ve yedi kişi onu yerinden kaldırmaya çalıştık, ama kaldıramadık.[6]
 
Beytullah’ı Ziyaret
 
Hicretin yedinci yılında Zilkade ayında, Peygamber Efendimiz Hudeybiye sulhu gereği Mekke’nin yolunu tuttu. Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mescid-i Haram’a girişleri, umre yapmaları, merasimlerin görkemi ve Müslümanların peygamberlerine olan ihtiram ve saygıları Kureyş’in gözünde çok büyük bir etki yaptı. Ve neredeyse artık Hz. Muhammed’le (s.a.a) başa çıkacak güçlerinin olmadığını anladılar. İleri görüşlülüğü olanlar, kabile reisleri ve tacirler için büyük bir dönemin başladığını ve halka yeni kapıların açıldığını anladılar. Dolayısıyla o kabilelerin iki önde geleni olan Halit İbn Velid ve Amr b. As, kendilerini Medine’ye ulaştırarak Müslüman oldular.[7]
 
Mekke’nin Fethi
 
Hudeybiye sulhu gereği, her kabile isterse Hz. Muhammed’in ve isterse Kureyş’in koruması altına girebilir ve müttefik olabilirdi. Huzaa kabilesi Hz. Muhammed’in (s.a.a) himayesi altına, Beni Bekr kabilesi de Kureyş’in himayesi altına girdi. Hicretin sekizinci yılında Huzaa ve Beni Bekr kabileleri arasında çatışma çıktı. Kureyş, Beni Bekr kabilesini Huzaa kabilesine karşı destekledi. Bu şekilde Hudeybiye barış antlaşması geçerliliğini yitirmiş oldu. Zira Kureyş, Hz. Peygamberin himayesi altında bulunan müttefik kabile ile çatışmaya girmişti. Bu küstahlığın cezasız kalmayacağını anlayan Ebu Süfyan, kendisini Medine’ye ulaştırarak antlaşmayı yenilemek istedi, ancak bundan bir sonuç alamadı.
 
لا اله الا الله وحده لا شریک له صدق وعده و نصر عبده و هزم الاحزاب وحده ; la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh sadeke vadehu ve nesere abdehu ve hezeme’l ahzebe vehde.
 
İddialı insanları Kâbe’ye hizmet etmek ve hacılara su vermek dışında ayakları altına aldılar. Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) iki hafta Mekke’de kalarak şehrin işlerini yoluna koydu. Örneğin Mekke’nin çevresinde bulunan putları kırması için birilerini gönderdi ve Kâbe’de bulunan putları kırdırdı. Hz. Peygamberin Mekke halkına davranışı İslam’ın cömertliğini ve bu din Peygamberinin büyüklüğünü muhaliflerin gözünde aşikâr etti. 20 yıl boyunca Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve takipçilerine hiçbir eziyet ve işkenceyi esirgemeyen Kureyş, cezalandırılmaktan korkuyordu. Ama kâinatın Efendisi (s.a.a) onlara şöyle cevap verdi: Hepinizi azat ettim; o günden sonra İslam’a karşı savaşacaklarına, İslam adına Müslüman olmayanlara karşı savaşma kararı aldılar.[8]  
 
Huneyn Savaşı
 
    [9]
 
Tebük Savaşı
 
Hicretin dokuzuncu yılı olaylarından birisi de Tebük gazvesidir. Hz. Peygambere (s.a.a) Rumların Müslümanlara saldırmak için Balga’da (bugünkü Ürdün) büyük bir ordu hazırladıkları haberi ulaştı. Yazın şiddetli sıcağı ve meyvelerin hasat zamanı idi. İnsanlar evlerinde sükûnet içinde yaşamak istiyordu. Beytülmal’da da yeterince mal yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ordu hazırlamaya koyulduğunda hedefi belirlemezdi, ancak Tebük savaşında kendilerini bekleyen zorluklardan dolayı bu kez Rumlara karşı savaşa gideceklerini ilan etti. Bazıları: sıcakların yoğun olduğu dönemdeyiz, bu mevsimde savaşa gitmeyin, diyordu. Bu grup aşağıdaki ayetle kınanmıştır:
 
وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ (Tercüme: Dediler ki: «bu sıcakta sefere çıkmayın» De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!) (9–81)
 
Bu gazvede İslam ordusu sayısının otuz bin olduğunu yazmışlardır.[10] Bu rakam İslam gazveleri içindeki en kalabalık ordu sayısı ve hatta o güne kadarki Arabistan’da o kalabalıkta bir ordu kurulmamıştı. Bu savaşta Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi işleri yoluna koyması için Medine’de bıraktı. Münafıklar, Hz. Peygamberin bu savaşta Hz. Ali’nin yanında yer almasından hoşlanmadığı söylentilerini çıkardılar. Hz. Ali (a.s) bu konuda şikâyette bulunduğunda Efendimiz şöyle buyurdu: “Ben seni kendi yerime halife bıraktım. Senin bana olan menzilet ve konumun Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber olmayacaktır.” İslam ordusu susuzluktan bitkin düşmüştü. Tebük’e vardıklarında ise Bizans ordusunun savaşmak için hazırlık yaptığı haberinin doğru olmadığı anlaşıldı. Tebük savaşı, Müslüman olmayanlarla Müslümanlar arasındaki Peygamberimiz hayattayken yapılan son savaştır. Bundan sonra Arabistan’ın tamamı teslim oldu. Bu hadiseden sonra her kabile kendi kabilelerinin Peygambere itaat ederek İslam dinini kabul edeceklerini izhar etmek için Peygamber Efendimizin (s.a.a) huzuruna elçiler göndermeye başladılar. Söylenebilir ki kabilelerin geneli Müslüman olmuştu. Bu yıla, bu nedenden dolayı Senetü’l Vüfud (elçiler yılı) denmiştir. (Vüfud, vefd kelimesinin çoğulu ve elçi, temsilci veya misafir anlamına gelmektedir).[11]
 
Senetü’l Vüfud (Elçiler Yılı)
 
Tebük savaşından sonra, İslam dini Arap Yarımadasının her yerine yayılmaya başladı. Artık her yerden çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye gelmekte ve İslam dinini kabul ettiklerini açıklamaktaydılar. Pratik olarak Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) “Senetü’l Vüfud” diye adlandırılan hicretin onuncu yılının tamamında Medine’de kalmış ve kabile elçilerini kabul etmişti. Bu yıl, Necran Hıristiyanları ile antlaşma yapmış, Hacca gitmiş ve dönüşünde Gadir-i Hum denilen yerde Hz. Ali b. Ebu Talib’i (a.s) kendisinden sonra Müslümanların “Mevla” ve “önderi” olarak ilan etmiştir.[12]
 
ثُمَّ اَفٖيضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ (Tercüme: Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin.) (2–199)
 
İnsanlar, kendisi de Kureyş’ten olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) diğer insanlarla birlikte Arafat’tan akın ettiğini gördüler. Yine bu seferde şöyle buyurmuştur: Ey İnsanlar! Gelecek yılı görüp görmeyeceğimi bilmiyorum. Her kim cahiliyet döneminde kan dökmüşse ayaklarımın altına alıyorum. Allah’la buluşuncaya kadar, kan ve mallarınız birbirinize haram kılınmıştır.
 
Medine’ye dönüşte Cuhfe’de Mısır, Hicaz ve Irak halkının yollarının birbirinden ayrıldığı “Gadir-i Hum” diye meşhur olunan yerde Allah’ın emri kendisine ulaşarak Hz. Ali’yi (a.s) kendi ardıl ve halefin olarak tayin et ve daha açık bir ifade ile Peygamber Ekrem’den sonraki İslam hükümetinin alın yazısını belirle. Allah Resulü (s.a.a) yazıldığına göre sayıları doksan veya yüz bin olan Müslümanların içinde bunu ilan ederek şöyle buyurmuştur:
 
من کنت مولاه فعلی مولاه. اللهم وال من والاه و عاد من عاداه و أحب من أحبه و أبغض من أبغضه و انصر من نصره و اخذل من حذله و أدر الحق معه حیث دار
 
(Tercüme: Ben kimin Mevla ve önderi isem Ali de onun Mevla ve önderidir. Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Ona dost olana dost, buğz edene buğz et, Ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak. Ve o her nerede dönerse hakkı onunla döndür.)
 
Hacdan döndükten sonra İslam’ın güç ve ihtişamı her yeri sarmaya başladığında, Efendimizin durumu kötüleşmişti, ancak hasta olmasına rağmen, Mute savaşını telafi etmek için Usame b. Zeyd komutasında bir ordu hazırladı, ancak bu ordu sefere çıkmadan önce, Peygamber Efendimiz (s.a.a) Rabbiyle buluştu. Ebedi yurduna intikal etmeden önce, İslami vahdeti Arabistan Yarımadasında hâkim kıldı ve İslam’ı iki büyük imparatorluk olan İran ve Rum imparatorlukları arasına soktu.
 
Vefatı
 
Hicretin 11. Yılının başlarında, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) hastalık ve vefatı gerçekleşti. Hastalığı ilerleyince minbere çıkarak insanların birbirine şefkat olmasını isteyerek şöyle buyurdu: Eğer birisinin üzerimde hakkı varsa onu istesin, yoksa helal etsin. Eğer birisini kırdıysam şimdi telafi etmesi için geldim.[13]
 
    [14]
 
O dönem Hz. Fatıma (s.a) dışında hiçbir çocuğu hayatta değildi. İbrahim gibi Efendimizin çocukları vefatından birkaç yıl önce gerçekleşmişti. Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) mutahhar naaşı, Hz. Ali (a.s) ve hanedanından birkaç kişi tarafından gusül verilerek, kefenlendi ve ardından kendi evinde –şu anda Mescid-i Nebi’de yer almaktadır- toprağa verildi.
 
    Gadir Bayramı) ümmetin başını belirleme fikrine düştüler! Mekke halkından bir grup (Muhacirler) ile Medine halkından bir grup (Ensar), Beni Saide Sakife’si denilen yerde toplandılar! Onlar bir an önce Müslümanlar için bir yöneticinin seçilmesini istiyorlardı! Ancak bu iş için kimi seçmeliydiler?! Tartışma ve çekişmeler yaşandı.[15]
 
Muhacir ve Ensar her ikisi de kendilerinin bu işe daha layık ve uygun olduklarını zannediyorlardı. Mekkeliler şöyle dediler: İslam bizim şehrimizde ve bizim aramızda ortaya çıkmıştır; Peygamber bizim halkımızdandır; Bizler onun akrabalarıyız; Bizler sizden daha önce dini kabul ettik, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği Muhacirlerin olmalıdır. Ensar ise şöyle diyordu: Mekke, Muhammed’in (s.a.a) davetini kabul etmedi. Ona karşı çıkmış ve düşmanlığa kalkmıştır; Yapabildikleri kadar ona eziyet ettiler, o da mecburen Mekke’yi terk ederek bizim yanımızda Yesrib’e geldi; Ona yardım eden bizlerdik ve İslam’ı biz yaydık, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği Ensar’ın olmalıdır. Ensar’dan bazıları hükümet işlerinin Muhacir ve Ensar’ın ortaklaşa katılımıyla yerine getirilmesine razı olarak şöyle dediler: Bizden bir emir, Muhacirlerden de bir emir. Lakin Ebu Bekir bu görüşü kabul etmeyerek şöyle dedi: böyle bir girişim Müslümanların vahdetini bozacaktır. Emir bizden, vezirler ise Ensar’dan seçilmeli ve onlarla meşveret edilmeden bir şey yapılmamalı. Ardından Peygamber Efendimizden şöyle bir rivayet nakletti: “İmamlar Kureyştendir”. Bu hadisin her ne kadar senet ve metninde münakaşalar olsa da oradakilerde öylesine bir etki bıraktı ki Ensar’ın itirazlarına son verdi.[16]  
 
Ebu Bekir’in rivayeti dışında öyle anlaşılıyor ki Ensar’dan Evs ve Hazrec kabilelerinin geçmişten gelen düşmanlıkları da Muhacirlerin görüşlerinin daha ağır basmasında etkili oldu. Çünkü emirlik Ensar’a verilseydi bile bu kabileden hiç birisi bir diğerinin riyasetini kabul etmeyecekti.
 
Hazrec kabilesinden Beşir b. Sa’d’ın Ebu Bekir’in konuşmasını teyit etmesi ve Muhacirlerin emirliğine razı olması bu hoşnutsuzluğun bir göstergesi niteliğindedir. Kureyş ve Muhacirlerin yöneticiliği kesinleşince, şahıs üzerinde tartışmalar yaşandı. Orada işleri evirip çeviren birkaç kişi topu bir birine atıyorlardı. Sonunda Ömer ve Ebu Ubeyde Cerrah, Ebu Bekir’in riyasetini kabul ederek ona biat ettiler! Orada hazır bulunanların çoğu da onları takip ettiler.
 
O günün sabahı Ebu Bekir, Mescid-i Nebi’ye geldi. Ömer, bir hutbe okuyarak Ebu Bekir’in fazileti, İslam’daki önceliği, dine yardımları ve Peygamberin Mekke’den Medine’ye gidişinde onunla birlikte oluşunu anlattı ve halktan ona biat etmesini istedi! Halk da Ensar’dan bir grup ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) yakınları dışında ona biat etmeyi kabul ettiler ve Ebu Bekir resmen halife oldu! Ebu Bekir’in hilafetinde Muhacir ve Ensar’dan bir grubun Sakife’de toplanarak halifeyi seçtikleri için bu durum, gelecektekiler için de bir gelenek oldu.
 
Ebu Bekir orada bir hutbe okuyarak şöyle dedi: Beni yönetici olarak seçtiniz, ancak ben sizin en üstününüz değilim ve bu sorumluluğu üzerimden atmaya hazırım. Ben kendi ve Müslümanların işlerinin idaresi konusunda Allah’ın kitabına ve Peygamberin sünnetine bakarak amel edeceğim.[17]
 
    [18] O tarihin üzerinden 14 asır geçmektedir. Orada toplananların İslam derdi olduğunda mı yoksa Müslümanların dağınıklığından korktuklarından mı Müslümanları böyle bir yola sevk ettiler bilmiyoruz. Ama her ne olursa olsun Allah’ın huzuruna çıkacak ve O’na hesap vereceklerdir, ancak o günden beri İslam’ın kalbinde bir gedik açıldı ve asla kapanmadı.[19]
 
Biat etmeyenlerden Hazrec kabile reisi Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir’e biat etmemiş ve hiçbir zaman onun namazında hazır olmamış ve arkasında namaz kılmamıştır. Ömer’in hilafeti döneminde Şam’a gitmiş ve (Dimeşk’e bağlı büyük bir kasaba olan) Havran’da sükûnet etmiştir. Bir gece yarısı aldığı ok yarası ile hayatını kaybetmiştir. Ancak demişlerdir ki: cinler onu öldürdü! Ve onun ölmesi hakkında şiir bile okumuşlardır:
 
Bizler Hazrecin Efendisi Sa’d b. Ubade’yi kalbine iki ok vurarak öldürdük
 
Ve bu efsaneyi uydurarak, onu öldürenleri kısastan kurtardık
 
Sa’d b. Ubade dışında, Hz. Ali (a.s), Beni Haşim ve ashaptan birkaç kişi de bir süre Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Bazı tarihçilerin yazdıklarına göre Hz. Fatıma (s.a) hayatta olduğu sürece Hz. Ali (a.s) altı ay boyunca Ebu Bekir’e biat etmemiştir, ancak bu görüşte çelişkiler bulunmaktadır; çünkü öncelikle Hz. Fatıma’nın (s.a) vefatı altı aydan daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir; ayrıca Hz. Ali’nin (a.s) ümmet için hayır severliği ve Müslümanlar arasında tefrika çıkmasından korkuyor olması bu gecikmeye mani oluyordu. Bunun dışında kavmin ileri gelenleri hükümetin sütunlarını bir an önce sağlamlaştırmak istiyorlardı, dolayısıyla bu uzun süre zarfında onu kendi haline bırakmaları mantıklı görülmemektedir.
 
Her ne şekilde olursa olsun, biat edip etmemekte kararsız kalan Abbas, Zübeyir ve başkalarına halifeyi kabul ettirmişler ve hükümet işlerini rayına koymuşlardır![20]  
 
İtibarı
 
    “Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.”[21] Ebu Cehil’den nakledildiğine göre şöyle diyordu: bizler seni yalanlamıyoruz, bilakis bu ayetleri kabul etmiyoruz.[22] Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kureyş’e risaletini açıkladığı zaman onlara şöyle buyurmuştur: “Acaba size bu dağın arkasında bir ordunun olduğunu söylersem sözümü kabul eder misiniz?” hepsi evet kabul ederiz senden hiçbir zaman yalan duymadık, dediler. Sonra Hz. Peygamber onlara Allah tarafından insanları uyarmak için gönderildiğini açıkladı.[23]
 
Güzel geçmişinin yanı sıra, kabile ve ailesinin önemi de Peygamber Efendimizin makam ve konumunda etkin bir role sahipti. “Kureyş” kabilesi yıllar önce Arap kabileleri arasında kabile olarak tanınmıştı ve önemliydi. Bu önem onların kabile üstünlüklerini kendileri için kabul etmelerine sebep olmakta ve ta bir hadde kadar bazı işlerde onlara itaat etmelerini sağlamaktaydı. Öte yandan Hz. Peygamberin ceddi (Kusay b. Kilab, Haşim ve Abdulmuttalib) Arapların nezdinde şeref ve büyüklükleri ile tanınmaktaydı. Arap yarımadasındaki Arap toplumu tarihin o kesitinde kapalı bir toplumdu ve diğer bölgelerden kendine has kültürel irtibatı yoktu. Bu durum, bir çeşit “Arapçılık” ruhiyesini güçlü bir şekilde onlarda oluşturmuştu ve başkalarının konularını “başkaları” oldukları gerekçesiyle kabul etmiyorlardı ve yalnızca “kendi”lerinden olanları kabul ediyorlardı. Muhtemelen şu ayet: “Onu (Kur’an’ı) Arapça bilmeyen birine indirmiş olsaydık. Onlara okusaydı, yine ona iman etmeyeceklerdi.”[24] Bu duruma işaret etmektedir. İslam’ın ilk muhataplarının Arap olması, Peygamberin kendilerinden olması, onun mesajını kabul etmelerinin ortamını hazırladı. Kur’an’da bu konuya işaret etmiştir.[25]
 
Ahlak
 
    “Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin.”[26]
    [27]
 
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) siması hakkında şöyle diyor: “Geçmiş bir aşinalığı olmayan birisi onu tanıdığında, heybeti onu kaplardı. Her kim onunla muaşeret eder ve tanırdıysa onun sevenlerinden olurdu.[28]Hz. Peygamber bakışlarını ashabı arasında taksim eder ve herkese eşit oranda bakardı.[29] Allah Resulü (s.a.a) birisiyle tokalaştığında karşı taraf elini çekmeyene kadar o elini çekmezdi.[30]
 
    [31] Ona haksızlık edenlere karşı af ve bağışlaması herkesin dilinde idi,[32] öyle ki hatta (amcası Hz. Hamza’nın katili) Vahşi ve İslam’ın azılı düşmanlarından Ebu Süfyan’ı bile bağışlamıştı. İnsanlara öylesine samimi davranırdı ki herkes Peygamberin ona son derece ilgi gösterdiğini zanneder ve onu diğerlerine tercih ettiğini sanırdı.[33]
 
Züht
 
Yemeği, ev, eşya ve elbiseleri de zahitçe idi. Belki de aylar geçer, ama onun evinden yemek pişirmek için ateş tütmezdi. Yemeğinin tamamı hurma ve arpa ekmeği idi. Hiçbir zaman iki gün ardarda doyana kadar yemek yemezdi. Bir günde iki kez sofradan doymuş olarak kalkmazdı. Çok defalar gecelerce aç uyurdu. Bir gün Hz. Fatıma (s.a) kendisine arpa ekmeği getirmiş ve ekmek pişirdim ve sana getirmemeye razı olamadım, demişti. Efendimiz onu yemiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu yemek babanın üç gün sonra yediği ilk yemektir.” Bir gün Ensar’dan birisi hurma bahçesinde hurma yiyordu, Efendimiz buyurdu ki: “Bir şey yemeden geçirdiğim dördüncü gündür.” Bazen şiddetli açlıktan karnına taş bağlardı (böylece açlık bastırılmış olsun). Öldüğü sırada kalkanı otuz ölçüm arpa karşılığında bir Yahudi’nin yanında rehindi.[34]    
 
Düzen ve İnsicam
 
    [35] Namazın saflarını düzenler ve öylesine sıklaştırırdı ki sanki okların boy ve ölçülerini ayarlardı. Şöyle buyururdu: “Allah’ın kulları, saflarınızı düzenleyin, yoksa kalplerinizin arasında ihtilaf çıkar.”[36] Yaşamında da çok düzenli idi. Vakitlerini üç kısma ayırırdı; bir kısmını Allah’a ibadet, bir kısmını ailesi ve bir kısmını da kendisine ayırırdı, sonra da kendisine ayırdığı vakti kendisi ile halk arasında taksim ederdi.[37]  
    [38] Yolculuklarında bile zahiri düzenine dikkat eder ve her zaman yanında beş şey bulundururdu; Ayna, sürme kabı, tarak, misvak ve makas.[39]
 
Ümmü Olması
 
    “Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun.” Bu, Efendimizin vahiyden önce okumadığına ve yazmadığına delalet etmektedir. Ayetin devamında şöyle buyurmaktadır: “Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.”[40]
 
Fazilet ve Erdemleri Hakkında Hadisler
 
Sözlerinden Seçmeler
 
    Mümin, kendi komşusu olmadan doymamalıdır.[41]
    Mümin, (terörle) kan dökmez.[42]
    Amelsiz iman ve imansız amel kabul değildir.[43]
    Her kimde üç şey olmazsa işleri yolunda gitmez: kendisini günahtan alıkoyan takva, insanlarla iyi geçinmeyi sağlayan güzel ahlak ve sefihi karşılayan hilim.[44]
    Hoşgörülü ve eli açık ol ki sana da öyle olunsun.[45]
    Yakınlara iyiliğin sevap ve mükâfatı başkalarının iyiliğinden daha çabuk ulaşır ve akrabalık bağını koparma ve sitemde bulunmanın cezası kötülerinkinden daha çabuk ulaşır.[46]
    Dinin afeti üç şeydir: Bozguncu fakih (âlim), zalim imam ve cahil müçtehit.[47]
    Allah katında en nefret edilen helal talak ve boşamadır.[48]
    Fakirlere iyilik edin, zira ahirette büyük devletleri olacaktır.[49]
    Allah katında en üstün kul, ahlakı en iyi olandır.[50]
    Allah katında en üstün kul, Allah kullarına faydalı olanlardır.[51]
    Sizin en üstünleriniz kadınlarına en iyi davrananlardır.[52]
 
Şia inanç ve itikadında Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a), nebi ve resuldür. Hatemu’l Enbiya olduğu için ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed (s.a.a), Ulu’l Azm peygamberlerindendir ve Allah tarafından beşer için yeni bir şeriat getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.a) On Dört Masumun ilkidir. Kendisi ne yalnızca vahyin alınması ve iblağında, bilakis yaşamının her boyutunda masum ve ismet sıfatına sahiptir. Aynı şekilde kendisinden mucizeler nakletmişlerdir ki onların en önemlisi Kur’an’dır. (Bkz. Peygamberin Mucizeleri)
 
Şia inancına göre, Ehlibeyt İmamlarının (a.s) rivayetleri (hadisleri) de Hz. Peygamber Ekrem’in (s.a.a) hadisleri gibi hüccettir ve onlara uymak gerekir. Bundan dolayı hadisler arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla Şia’nın asli hadis kaynağı olan Kutub-u Erbaa’da (Usul-u Kâfi, Tehzib, Men La Yahduruhu’l Fakih ve İstibsar) Hz. Peygamberin (s.a.a) sözleri ile Ehlibeyt İmamlarının sözleri arasında ayrımdan sakınılmıştır. Onlardan çeşitli konularda farklı hadisler nakledilmiştir.
 
Buna rağmen Hz. Peygamber Efendimize ait sözleri bir araya getiren kaynaklar bulunmaktadır veya kitaplarda nebevi hadisler adında bir bapta yer vermişlerdir. Aşağıdaki kitaplar bu kaynaklardan bazılarıdır:
 
Hicri dördüncü yılda yaşamış Şia’nın büyük alim ve fakihlerinden olan İbn Şu’be Harrani’nin yazdığı “Tuhafu’l Ukul An Al-i Resul (s.a.a). Bu kitap, Hz. Resulullah Efendimiz ve Ehlibeytinin (a.s) çok değerli söz ve nasihatlerini içermektedir. Kitabın bir babı Efendimizin sözlerine ayrılmıştır.
 
Seyyid Razi’nin yazdığı, El-Mecazatu’n Nebeviyye kitabı. Bu eser Peygamber Efendimizin edep, tembih, kinaye, işaret ve teşbih içerikli sözlerini ihtiva etmektedir.
 
Merhum Ayetullah Ahmedi Miyaneci’nin kaleme aldığı Mekatibu’r Resul kitabı. Bu kitap, Peygamber Efendimizin krallara, yetkililere, valilere gönderdiği mektuplar ve ayrıca ahitnameler, antlaşmalar ve farklı konularla ilgili yazılmış metinlerden oluşmaktadır.
 
Allame Tabatabai’nin yazdığı Sünenu’n Nebi kitabı. Bu kitap, Efendimizin genel ahlak yapısını, seyri suluk tarz ve davranışını daha yakından tanımak için “Peygamberin Sünnetleri” mecmuası adı altında telif edilmiştir.
 
Nehcü’l Fesahet, Ebu’l Kasım Payende tarafından kaleme alınmıştır. Kitap, hadis ve hutbeler olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Hz. Peygamber Ekrem’den (s.a.a) nakledilen hikmetli söz ve hadisleri içermektedir.
 
Kaynaklar
 
Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, kitabında “İslam” makalesinin bir bölümü ve ayrıca Seyyid Cafer Şehidi’nin yazdığı “Tarihi Tahlilîyi İslam” kitabından iktibas edilmiştir.
 
    Payende, Ebu’l Kasım, Nehcü’l Fesahet, Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) hikmetli sözlerinin mecmuasının Farsça tercümesi, yayıncı; Dünyayı Danış, 1380.
    Peyam-ı Peygamber: Hz. Muhammed’in (s.a.a) mektup, hutbe, vasiyet, dua, temsil ve kapsamlı konuşmalarından oluşmaktadır. Yeni bir bakış açısıyla tedvin ve tercüme: Bahattin Hurremşahi ve Mesut Ensari, Tahran, ilmi ve ferhengi intişar şirketi, 1387.
    Şehidi, Seyyid Cafer, Tarihi Tahliliyi İslam, Tahran, Üniversite neşriyat merkezi, 1390.
    Tabatabai, Muhammed Hüseyin, Süneni’n Nebi, tercüme ve tahkik, Muhammed Hadi Fakihi, Tahran, İslamiye, 1354.
 
ABNA.İR
 
Wikishia.net
 
-------------------------------------------------
 
[1] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90.
 
[2] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90–91.
 
[3] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 91.
 
[4] — Taberi, c. 2, s. 644 ve sonrası.
 
[5] — Vakıdi, c. 2, s. 633 ve sonrası; Taberi, c. 3, s. 9 ve sonrası.
 
[6] — Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 410–411.
 
[7] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 92.
 
[8] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 94–95.
 
[9] — Vakıdi, c. 3, s. 885 ve sonrası.
 
[10] — Mağazi Vakıdi, c. 3, s. 996; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97’den naklen.
 
[11] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97–98.
 
[12] — Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 2, s. 108–111.
 
[13] — İbn Sa’d, c. 2, s. 255.
 
[14] — Nehcü’l Belağa, tercüme, Seyyid Cafer Şehidi, hutbe: 202, s. 237.
 
[15] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106.
 
[16] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106–107.
 
[17] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 107.
 
[18] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 108.
 
[19] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109.
 
[20] — Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109–110.
 
[21] — En’am, 33. Ayet.
 
[22] — Mecmeu’l Beyan, c. 3, s. 294.
 
[23] — Siyre-i İbn Hişam, c. 1.
 
[24] — Şuara, 198. Ayet ve ayrıca Bkz. Fussilet, 44. Ayet.
 
[25] — Tövbe, 128. Ayet; Al-i İmran, 164. Ayet.
 
[26] — Kalem, 4. Ayet.
 
[27] — Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, kitabında “İslam” makalesi.
 
[28] — Eş-Şifau bitarifi hukuku’l Mustafa, c. 1, s. 150; el-Marifet ve’t Tarih, c. 3, s. 283; el-Musannif li-ibni Ebi Şeybe, c. 11, s. 512.
 
[29] — Biharu’l Envar, c. 16, s. 260; el-Mizan fi Tefsiri’l Kur’an, c. 6, s. 332.
 
[30] — Biharu’l Envar, c. 16, s. 237; el-Bidayetu ve’n Nihayet, c. 6, s. 39.
 
[31] — Biharu’l Envar, c. 16, s. 287.
 
[32] — Hayatu’s Sahabe, c. 2, s. 526.
 
[33] — Mecmeu’z Zavaid, c. 9, s. 15.
 
[34] — Nehcü’l Fesahet, Ebu’l Kasım Payende, intişar dünyay-ı danış, üçüncü baskı, 1380, s. 35–36.
 
[35] — Mustafa Dilşad Tahrani, Siyre-i Nebevi, “Mantık-ı Ameli”, Tahran, Derya, 1385, ikinci baskı, c. 3, s. 352.
 
[36] — Müslim, Sahihi Müslim, Beyrut, Daru’l Fikr, c. 2, s. 31; Beyhaki, Sunenu’l Kubra, Beyrut, Daru’l Fikr, c. 2, s. 21.
 
[37] — Tabakatu’l Kubra, c. 1, s. 423; Sa’lebi, Tefsiri Sa’lebi, Beyrut, Daru ihyau’t Turasu’l Arabi, 1418, c. 4, s. 306.
 
[38] — Tabersi, Mekarimu’l Ahlak, Kum, Şerif Razi, altıncı baskı, 1392, s. 34–35.
 
[39] — Halebi, es-Siyretu’l Halebiyye, Beyrut, Daru’l Marifet, c. 3, s. 352.
 
[40] — Ankebut, 48. Ayet.
 
[41] - «لایشبع المؤمن دون جاره» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2545.
 
[42] - «لایفتک مؤمن» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2550.
 
[43] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 684, Sayı. 2553.
 
[44] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 424, Sayı. 1288.
 
[45] - «اسمح یسمح لک» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 293.
 
[46] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 291.
 
[47] - «آفة الدین ثلاثة: فقیه فاجر و امام جائر و مجتهد جاهل» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 156, Sayı. 4.
 
[48] - «ابغض الحلال الی الله الطلاق» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 157, Sayı. 16.
 
[49] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 160, Sayı. 29.
 
[50] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 169, Sayı. 84.
 
[51] — Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 163, Sayı. 86.
 
[52] - «خیارکم خیارکم لنسائهم» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 465, Sayı. 1477.