AhlolBayt News Agency (ABNA)

source :
Cumartesi

3 Mayıs 2014

05:22:33
606161

İmam Humeyni'den İçtihadi Fıkıh Dersleri (3)

Teyemmümün Abdestten Kifayeti ve İadenin Farz Olmaması

Her kim namazını sahih bir teyemmümle kılarsa, namazını iade etmesi veya kaza etmesi farz değildir. Çünkü teyemmümle namaza emrin iktizası, o namazın kâfi ve muczi olduğudur.

Tartışma ve bahsimizin mahalli o yerdedir ki diyoruz ki namaz, teyemmümle sahihtir ya ahkâmda genişlemeye kail olduğumuzdan yahut başka bir amaç için namazın teyemmümle sıhhatini savunuyoruz veya sabık vaktin henüz baki kaldığı zamandan dolayı.

Bir önceki konudan çıktıktan sonra başka bir ifadeyle şöyle diyoruz: her nerede teyemmüm almak ve onunla namaz kılmak sahih olur ve onunla namaz kılarsa, kaza etmesi bir yana, böyle bir namazın iadesi bile farz değildir. Şartın bağımsız sebep olma kabiliyetinin olduğunu ve ister onunla mukayyet olan mürekkep emrin ondan ayrılmasına ihtiyacı olmadığını söyleyelim, isterse söylemeyelim bu hükümde farklılık yoktur. 

Birinci yorum esasına göre şart için, “caal-i müstakil” (bağımsız sebep olma) kabiliyetine kail olursak, konu açık ve nettir; zira ayeti kerimenin[1] zahiri, abdest ve gusülle ikame edilmesini istediği namaz için taharet ve temizliğin şart kılınması yönündedir ve su olmaması durumunda ise teyemmümle ikame edilmesidir. Dolayısıyla namaz, vahit bir emri olan bir yapıdır ve ihtiyar ve ıstırar mısdak ve örnekleri vardır. Bundan dolayı ıstırar ve zorunluluk durumunda –eğer namazın vakti henüz baki kalırsa- mükellefin, ıstırar halinde kendisine emrolunan, yani teyemmümle namaz kılmak veya ihtiyar halinde namaz kılmak için sabretmek arasında seçme hakkı vardır.

İhtiyari ve ıstırari mısdakların her ikisi de memurun bih (emrolunmuş şey) değildirler, bilakis namazın doğa ve yapısına taalluku olan yalnızca bir emir vardır. Ve bu emrin, hatta emrin mütealliki yerine getirildiği zaman bile baki kalması makul değildir; ister ihtiyari fert ve isterse ıstırari fert yerine getirilmiş olsun. Şartiyet ve maniyyete taalluku olan bağımsız bir sebebin mevcudiyetinin mümkün olması farzıyla bile, abdest ve guslün şart olduğu ve özür sırasında namaz için teyemmümün şart olduğuna delalet eden ayetin zahirinden el çekemeyiz.

İkinci yorum esasına göre: şart için, “caal-i müstakil” (bağımsız sebep olma) kabiliyetine kail olmazsak, mecburen iki emrin olması gerekir; bir emir suyu olan için, diğer emir ise suyu olmayan için, lakin zaruret, namazın yalnızca bir matlup olmasını icap etmektedir. Emrin çokluğunun – böyle olduğu farz edilirse- nedeni dar boğazda olduğumuzdan ve birden çok emre ihtiyaç duyduğumuzdan ve fakat emrin çokluğundan namaz için taharetin şart olduğunu ortaya koyabiliriz. Böyle birkaç emrin olduğu yerlerde ve emirde çokluk, abdest ve gusülle namazın bir matlup olduğunu, ancak teyemmümle bağımsız bir matlup olduğunu ortaya koymamaktadır.

Bu konu: emir nahiyesinden gelen bir şeyin alınmasının olanaksız olduğunu söylememiz gibidir. Örneğin onun, emrin müteallikini (ilintili, bağlantılı) kast etmesi ve bizim iki emre yükümlü olmamız gibi. Hiç şüphesiz ikinci emir, birinci matlubu sınırlamak için ve ayrıca müstakil ve bağımsız bir emir değildir. Dolayısıyla bahsimizde emirlerin çok olmasının fakat her durumda taharetin şart olduğunu ulaştırması ve birinci matlubu sınırlandırmak için faydası vardır.

Bu durumda, şek ve şüphe yoktur ki ayeti kerimeden teyemmümün kafi ve muczi olduğu anlaşılmaktadır. Zira ayeti kerimeden malum olmaktadır ki mükellef kendisine emredilen namazı kılmak istediğinde onu su tahareti ile yani onu abdest ve gusülle yerine getirmeli ve mazeret durumunda onu toprak tahareti ile yerine getirmelidir ve bu ıstırar vazifesini yerine getirdiği vakit, ona emredilmiş olan namaz tabiat ve yapısını yerine getirmiş olur. Ayetin ıtlak ve hususiyetlerin ilga edilmesinin iktiza ettiği şey ise, - önceden söylendiği gibi- yolculuk ve gayri yolculuk arasında farkın olmaması ve aynı şekilde cenabetin hasıl olma sebepleri ile başka şeyler arasında da farkın olmamasıdır.[2]

Dolayısıyla, eskiden iadenin farz olduğu[3] görüşüne sahip bazı ulemaların görüşleri, -Seyyid Murtaza’dan nakledildiğine göre yolcu ve gayri yolcu arasında fark koymuş ve yolcu olmayana iadenin farz olduğuna kail olmuştur[4]- zayıftır.*[5]

***

(Teyemmümde Mutlaka Muvalatın Şart Olmasının Delili)

Güçlü görüşe göre teyemmümde kesinlikle muvalat[6] şarttır. Delili ise: “el-Ğonye”, “Camiu’l Makasid”, “er-Ravzu’l Cenan”, “Mecmeu’l Burhan” kitaplarının icması ve “el-Münteha”, “ez-Zikra” ve “el-Medarik”[7] kitaplarının zahiridir. Buna ilave olarak tertip bahsinde söylediğimiz kesintisiz siyre keşfetmektedir ki Şari-i Mukaddesin zamanından bugüne kadar teyemmüm bu şartlarla vardı,[8] gerçi bu konuya itiraz etmek mümkündür, çünkü bu kesintisiz siyre adet ve alışkanlıktan dolayı idi ve başka bir tarzda yerine getirmek için delilleri yoktu, yoksa teyemmümde bunu şart bildiklerinden dolayı değildi. Ve şöyle demeleri de mümkündür: müteşerri efradın zihninde, teyemmümün bu durumlarda şart olduğu vardı.

Evet, konunun delili, ayeti kerimedir: “temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve ellerinizi onunla mesh edin.”[9]

Bu, meşhurun görüşü[10] de olan “fa” harfinin ittisal tertip için olmasına binaendir. Dolayısıyla ayetin: “mesh edin” kısmı; yüz ve iki el ile ayetin “teyemmüm edin” kısmının kast ettiği iki eli zeminde karar kılmak veya zemine vurmak arasındaki örfi ittisal tertibini anlatmaktadır. Zira şüphe yok ki zemin ve toprağı irade etmek, kendi kendiliğine hükmün mevzusu değildir. Bilakis asli maksat olmayan tariki unvandır. Şayet asli bir amaç, maksat ve hakikatin varlığına delil olmuş olsun. Özellikle eğer buna bir karinemiz olursa. Çünkü Allah, “su bulamamışsanız” cümlesinden sonra “toprakla teyemmüm edin” diye buyurmuştur. Bu ayetin, toprağa ulaşmanın amacının yüzü mesh etmek için olduğu ve ellerin toprakta karar kılınması veya ona vurulmasına örfi zuhuru vardır. Hatta eğer bu amel dışsal bir delille anlaşılsa bile. Örneğin Allah şöyle buyurmuştur: “Ellerini yere vur ve sonra hemen yüz ve iki ellerini mesh et.”

Eğer “fa” harfi, ittisal tertibe delalet ederse, delaleti tamdır ve artık kimsenin fasla kail olmadığı iddiasına da ihtiyacımız kalmaz. Anlatıldığına göre[11] Muhakkik Sani,[12] böyle bir iddiada bulunmuştur, ancak “fa” harfinin ittisal tertibe delalet ettiğine eleştiri ve teemmül vardır.

Elbette, “fa” harfinin; tertip, takip, peşi sıra gelmek anlamlarına delalet ettiğinde hiçbir şüphe ve itiraz yoktur, ancak bu, bizim bahsimiz için yeterli değildir. 

Dolayısıyla, bu bahiste matlubumuzun sabit olması için, yani muvalat ve “minhu” lafzının ittisalini istidlal etmemiz daha yerinde olacaktır. Zira “min” -önceden de söylendiği gibi- burada “tebyiz”[13] anlamında değil, “iptidaiye” anlamındadır. Dolayısıyla, ayetin anlamı şöyle olur: “Topraktan başlayıp, yüz ve ellerinizle son vererek yüz ve ellerinizi mesh edin.” Toprağa mesh etmek –bu anlamda- örfi olarak sıdk etmemektedir, meğer toprağa elleri vurmakla ve toprağa vurulan elle, yüz ve iki eli mesh etme arasındaki alaka ve ilişkiyi korumakla olmuş olsun.

Dolayısıyla, hasta birisine: “kendini teberrük için mukaddes zerihlere sür” denildiği zaman, akıl sahipleri bu cümleden bir şey anlamamaktadırlar, ancak zerihe mesh etmekle, ağrı ve marazın olduğu yerin mesh edilmesi arasında bir alaka kurulmuş olsun! Dolayısıyla eğer eliyle zerihi mesh eder ve geri dönerek işinin peşi sıra giderse ve bir süre sonra aralarındaki örfi alaka ortadan kalkarsa; ellerini ağrıyan yere ve marazı olan uzvuna çeker, sanki söylenen: “zerihe mesh et” emir ve tavsiyesine amel etmemiştir. Çünkü o mesh mahsus alakası ile yerine getirilmiş olsaydı, o alaka bu fasıla ile ortadan kalkmış ve kat olmazdı. Bu alakanın başka şeylerle de ortadan kalkması mümkündür. Örneğin ellerini toprağa vurur ve yıkarsa. Anlaşılan bu durumda alaka selp olmakta ve toprağa mesh etmek sıdk etmemektedir. Bunun nedeni, topraktan bir miktarın ellere yapışmasının muteber olmasından değil, bilakis burada muteber olan örfi has bir alakadan dolayıdır.

Elbette eğer: “mesh edin… ondan” ayetinin maksadı bazı toprağı mesh edindir veya maksat yapışmak ve zeminden bir izin kalmasıdır, dersek bu istidlal tam değildir. Çünkü zeminden bir parçanın elde baki kalmasıyla yahut zeminin elde iz bırakması, bu anlama sıdk etmektedir, ancak önceden zikredildiği[14] gibi ayeti kerimeden anlaşılan bu anlam, araştırmaların hilafınadır. Bu anlamda yakında ele alacağımız bazı konular bulunmaktadır.*[15]-[16]

***

(Elleri Yere Vurmanın Şart veya Cüziyeti) 

Acaba meshin gerçekleşmesi için elleri toprakta karar kılmak veya toprağa vurmak şart mıdır, yoksa cüz müdür?

Kur’an ve hadislerin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla meshin gerçekleşmesi için elleri toprakta karar kılmak veya toprağa vurmak şarttır ve teyemmümün cüzü değildir. Zira ayetin: -“yüzünüzü ve ellerinizi onunla mesh edin” kısmına müteferri olan:- “temiz toprakla teyemmüm edin” kısmının zuhuru vardır. Şöyle ki elleri toprağa koymak veya toprağa vurmanın niyeti, mesh etmek ve meshe ulaşmak içindir. Eğer ulema[17] arasında icma ve ittifak olmasaydı, bizlerde mesh etmede has bir aletin etki ve karışımının olmadığını söylerdik, ancak ulemanın mesh için has bir vesilenin itibarına kail olmasından şüphe yoktur ki ayetten elleri toprağa vurmak yüz ve elleri mesh etmek için olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde: “Teyemmümde, elleri bir kere yere vurmak yüz için, bir kere daha vurmakta iki eller içindir.”[18] Ve “İki kere, iki kere, yüz ve eller içindir.”[19] Bu iki hadisten de bu mana anlaşılmaktadır. Bunların tümü, cüz olmasıyla çelişmektedir.

Ellerin toprağa konulması yahut toprağa vurulmasının hem cüz ve hem de şart olduğuna delilimiz yoktur. Şöyle ki toplama nispeti cüz ve geriye kalan ecza için şart olmuş olsun. İmamın (a.s) buyurduğu: “İki elini yere vur, sonra ellerini salla ve onunla yüz ve ellerini mesh et.”[20] Bu hadisin eğer şart olduğuna delalet ettiğini söylemezsek, cüziyata delaleti yoktur. Özellikle bu ayeti kerime için bapta bulunan tüm hadisler, bir tefsir hükmündedir.

Teyemmümün keyfiyeti makamında olan bu hadislerin[21] –ve aynı şekilde önceden zikredilen hadislerin benzerlerinin- teyemmümün mahiyet ve asli cüzlerinin beyanı makamında olduğu tevehhümü[22], kabul edilemez bir tevehhümdür. Zira İmamların (a.s) bu hadislerde, sahih teyemmümün keyfiyetinin beyanı doğrultusunda oldukları ve İmamların kesinlikle teyemmümde şart yahut cüz unvanlarının muteber olup olmadığı konusunda nazarlarının olmadığı akla gelmektedir. Eğer eğer bazı hadislerin –zikredilen hadis gibi- şartiyette zuhurlarının olduğunu söylemezsek, daha net görüş şudur ki elleri toprağa koymak veya toprağa vurmak teyemmümün şartıdır.

(Cüz veya Şart Olma Bahsinin Faydaları)

Ama bu iki bahis ve görüşün neticesinin faydası belli değildir, elbette eğer dersek: mürekkeplere taalluku olan emirlerin zuhuru vardır. Şöyle ki; mürekkeplerin eczalarının birbirinin peşi sıra ve bir birleriyle ilişkili olarak getirilmeleri gerekir ve –teyemmümde muvalatın itibarı için bu emirlerin zuhuruna istidlal[23] edildiği gibi.- teyemmümde muvalatın muteber olmasının delili işte bu zuhurdur. Eğer böyle dersek bu iki görüşün neticesi şöyle olur: cüziyat olması durumunda, elleri toprağa vurmak ve mesh etmek arasında muvalat, muteberdir, ancak şartiyet olması durumunda, böyle bir muvalat muteber değildir. Çünkü burada en çok iddia edilebilecek şey, emirlerde muvalatın eczalar arasında zuhuru olduğudur, hem şartlar arasında ve hem de eczalar arasında muvalat yoktur. Elbette bu konu kimseye gizli değildir.

Lakin, muvalatın muteber olmasının delilinin başka bir şey olduğu[24] malum oldu. Dolayısıyla bu bahis ve iki görüşün fayda ve semeresi değildir. Dolayısıyla önceki konulara rücu et.

Mümkündür ki şöyle densin: elleri toprağa koymak veya vurmak şart olursa, onda gurbet ve ibadet kastı gerekli değildir, ancak eğer cüz olursa, gurbet ve ibadet kastı gerekir. Çünkü biz, teyemmümün ibadet olduğuna dair hasıl olan icmadan yakin etmekteyiz ki teyemmümün mahiyeti ibadettir. Mahiyet ve şartı da kapsayacak şey değildir.

Ancak eğer şöyle denirse: müteşerrianın zihninde olan şeyin iktiza ettiği şey, şu olmuş olsun ki elleri toprağa koymak veya vurmakta ibadettir.

Bu iki görüş arasında doğru olmayan başka iki netice daha söylenmiştir.*[25]-[26]

Devam edecek…

İmam Ruhullah Musevi Humeyni (r.a)

Derleyen: Seyyid Muhammed Ali İyazi

Gözden geçiren: Ayetullah Muhammed Hadi Marifet

ABNA.İR

-----------------------------------------------------------------

[1] — Maide, 6.

[2] — Taharet kitabında, c. 2, s. 27 ve 30’da bu konu açıklanmıştır.

[3] — Bkz. Hilli, Cemalettin, Muhtelefu’ş Şia, c. 1, s. 286; Zikra’ş Şia, c. 2, s. 273.

[4] — Bkz. Hilli, Necmettin, el-Muteber, c. 1, s. 365.

[5] —* Kitabu’t Taharet, c. 2, s. 347 – 348.

[6] — Muvalat, her uzvu, birbiri arkasından ara vermeden, başka işle meşgul olmadan acele olarak yıkamaktır. Diğer bir ifadeyle, normal şartlar altında, bir önceki yıkadığı uzuv kuruyacak kadar ara vermemektir.

[7] — Halebi, İbn Zühre, Ğonyetu’n Nuzu’, c. 1, s. 64; Kereki, Camiu’l Makasid, c. 1, s. 493; Şehid Sani, Ravzetu’l Cenan, s. 127, satır. 3; Erdebili, Mecmeu’l Faide ve’l Burhan, c. 1, s. 238; Hilli, Cemalettin, Munteha’l Matlab, c. 1, s. 149, satır. 32; Şehid-i Evvel, Zikra’ş Şia, c. 2, s. 267; Amuli, Medariku’l Ahkâm, c. 2, s. 227.

[8] — Bu konu, Taharet kitabının c. 2, s. 235’te bahsedildi.

[9] — Maide, 6

[10] — Bkz. Esterabadi, Muhammed b. Hasan, Şerh-i Kifaye, c. 2, s. 365; İbn Hişam, Muğni’l Lebib, c. 1, s. 213 – 214; Suyuti, el-Behcetu’l Marziyye, c. 2, s. 69.

[11] — Sebzevari, Muhammed Bakır, Zahiretu’l Maad, s. 106, satır. 14; Hekim, Müstemsek-u Urvetu’l Vuska, c. 4, s. 416.

[12] — Kereki, Camiu’l Makasid, c. 1, s. 463.

[13] —Bu konu Taharet kitabının 2. Cilt, sayfa 147’de geçti ve bahsin başında ayetin zeylinde gündeme geldi.

[14] — Taharet kitabının 2. Cilt, Sayfa 151- 153’te geçti.

[15] — * Kitabu’t Taharet, c. 2, s. 242 – 244.

[16] — Taharet Kitabının, c. 2, 264 – 267. Sayfalarında gelecek.

[17] — Bkz. Şehid-i Evvel, Zikra’ş Şia, c. 2, s. 258; Kereki, Camiu’l Makasid, c. 1, s. 489, c. 1, s. 489 ve 498; Amuli, Medariku’l Ahkâm, c. 2, s. 217; Cevahiru’l Kelam, c. 5, s. 179.

[18] — Vesailu’ş Şia, c. 3, s. 361, Kitabu’t Taharet, ebvabu’t teyemmüm, bap. 12, hadis: 3.

[19] — Aynı kaynak, h. 1.

[20] — Aynı kaynak, bap. 11, h. 7, s. 360.

[21] — Bkz. Vesilu’ş Şia, c. 3, s. 358, kitabu’t taharet, ebvabu’t teyemmüm, bap. 11.

[22] — Bkz. Hamedani, Misbahu’l Fakih, et-Taharet, c. 6, s. 258.

[23] — Misbahu’l Fakih, et-Taharet, 486, satır. 13, tab-u cedid, c. 6, s. 258.

[24] — Taharet kitabının, c. 2, s. 242 ve önceki sayfalarda bu açıklama geçti.

[25] — Bkz. Misbahu’l Fakih, et-Taharet, 487, satır. 28, tab-u cedid, c. 6,s. 259.

[26] —* Kitabu’t Taharet, c. 2, s. 254 – 256.