AhlolBayt News Agency (ABNA)

source :
Pazar

22 Haziran 2014

09:57:26
617986

Ariflerin Manevi ve Ruhani Seyri

Salik olan insan, ilahî sünnetlere riayet ettiğinde, şeriat elbisesine büründüğünde, batınını temizlediğinde, içini nurlandırdığında, ruhunu temizlediğinde ve kalbini münezzeh kıldığında, yavaş yavaş ilahi gaybi nurlardan kalp aynasında bir takım tecelliler hâsıl olur. Bâtıni cezbeler ve yaratışsal fıtri aşk sebebiyle de gayp âlemine meczub olur.

 

وَكَذَٰلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ ﴿۷۵﴾ فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَىٰ كَوْكَبًا ۖ قَالَ هَٰذَا رَبِّي ۖ فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَا أُحِبُّ الْآفِلِينَ ﴿۷۶﴾ فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَٰذَا رَبِّي ۖ فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لَأَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ ﴿۷۷﴾ فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَٰذَا رَبِّي هَٰذَا أَكْبَرُ ۖ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ ﴿۷۸﴾ إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا ۖ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ ﴿۷۹﴾

Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. (75)

Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi. (76)

Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. (77)

Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. (78)

Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. (79)”

  1. [1]

***

Ama evliyanın namazı -daha önce zikredilmişti- tecelliyat nakşıdır. O halde, saf kalplerini gayb aleminin bir parçası kıldıkları ve zât aynalarını hakiki güneşe çevirdikleri için, kalpleri münasebetiyle onlara hazreti gayptan özel bir tecelli olur. İşin başında takyidi tecelli gerçekleştiğinde tekbir getirirler, "O, takyidi tecelliden daha yücedir."

Sonra onu nur hicaplarından addeder, kalplerini ondan çevirir ve elleriyle, kalbî hicabı kaldırmanın sırrını gösterirler. Hicap kalktıktan sonra, kalplerine ilk tecelliden daha yüksek ve daha yüce olan bir diğer tecelli doğar. Sonra tekbir getirirler ve bu hicabı da kaldırırlar…

Sonra, kalplerine takyitsiz ve hicapsız zatî tecelli olduğunda, “Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim.[2] Derler, namaza dururlar; kendilerini ihram tekbiriyle Hakk dışındakileri hatırdan uzak tutarlar, Dost'tan başka her şeyi kendilerine haram sayarlar, başka şeye teveccühü hakiki kıbleye sırt çevirmek olarak görürler ve namazı batıl kılacağını kabul ederler, inniyyet ve enaniyetlerini namazı bozan hadeslerden sayarlar. Bu makamla istikrar buldukları ve işin üzerinde müstakim olduklarında “Rabbin verdiği süre tamamlanmıştır.”[3] Ve marifet ehli, “Gecenin karanlığı onu kaplayınca…” ayeti kerimesinin Cenabi İbrahim Halilullah'ın seyri manevî ve seferi ruhanîsinin keyfiyetine işaret olduğunu söylerler.*[4]

***

Namazdan Önce İbrahim Şiarını Okumanın İstihbabı

(Muhammedî marifetlerin takipçilerinin) İbadetlerinin kemal mertebesinin evveli, kalplerinin, Hakk Teâlâ’nın kendisi için buyurduğu ve dergâhın seçkinlerinin onunla dillerini nemlendirdikleri sena ile Hakk'ı sena edecek şekilde ibadete hazır olmalarıdır. Eğer senayı evliyanın lisanı ile yaparsa daha iyidir. Zira yalan ve nifak şaibelerinden ari (temiz) olacaktır. Zira bunlar ibadette, özellikle de namazda, kemale ulaşmış evliya ve ihlasın zirvesindeki asfîya dışında kimsenin başaramayacağı duaları kapsayan senalardır. O'nun kavlindeki gibi: “Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim…”*[5]

***

Namazda Hz. İbrahim’in Duasına Riayet Etmeye Başka Bir Vurgu

Salik olan insan, ilahî sünnetlere riayet ettiğinde, şeriat elbisesine büründüğünde, batınını temizlediğinde, içini nurlandırdığında, ruhunu temizlediğinde ve kalbini münezzeh kıldığında, yavaş yavaş ilahi gaybi nurlardan kalp aynasında bir takım tecelliler hâsıl olur. Bâtıni cezbeler ve yaratışsal fıtri aşk sebebiyle de gayp âlemine meczub olur. Bu aşamaları kat ettikten sonra, gaybi ve batıni yardım sayesinde, Allah’a doğru suluk başlar. Kalp Hakk’ı talep eder ve Hakk’ı arar. Kalp yönü, tabiattan koparak hakikate doğru yola koyulur. Birisi aşk Refrefi, diğeri ise, seyir Burak’ı olan muhabbet ateşinin kıvılcımı ve hidayet nuruyla sevgilinin sokağına doğru ve ezeli cemilin cemaline doğru yola koyulur. Elini ve yüzünü gayrisine teveccüh pisliğinden temizler. Temiz bir kalple ayrılığın hakikati ve ayrılığın ve kesretin iğrenç, uğursuz ağacının esaslarının esası olan şeytanın pisliklerinden temizler. Hedef ve maksadına yönelir. “Ben muhakkak yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim”  hakikatini terennüm eder. Tıpkı Halil gibi, noksanlık ve pisliğin merkezi olan vatanlardan nefret eder. Mut-lak kemal, kalbinde şekillenir. Böylece, âlemden ve alemde olan her şeyden –ki kendisi de o alemden bir parçadır- fani olduğunda ve azameti yüce olan Allah ile baki kaldığında ise yöneliş hakikati tahakkuk eder.*[6]

***

Nefsintecerrüdüne delalet eden ayetlerden bir diğeri de bu mübarek ayettir: “Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” Elbette melekutun Hz. İbrahim (a.s) tarafından görülmesi bu gözle değildi, bilakis şühudi, huzuri ve aklani idi. Zira aklani görüş mümkündür ve rüyetin gerçekleşmesi için insanın yalnızca bu iki görü ile görmesi gerekli değildir. Uykuda da rüyet vardır, hâlbuki bu iki görü (uyku esnasında) birbirinin üzerine konulmuştur.

  1. tabiri kullanılmıştır.

Sonuç olarak “İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” Ayeti kerimesindeki “melekut”u her ne manada alırsak, İbrahimi nefsin tecerrüdünü ispat etmektedir. Ya melekutu “esma” ve “sıfat” mertebesinden alalım, çünkü tağutun tuğyanda mübalağası gibi melekut kelimesi de, malikiyette mübalağadır. Mülk makamı çok zayıf olduğundan dolayı, aslında vücudu yoktur ki bir de malikiyette mübalağa edilmiş olsun. Dolayısıyla zat mertebesinde, “esma” ve “sıfat”ın kesreti yoktur ve o görülmeyen gayp ve sırf mertebesidir ve mutlak gayp, isimsiz ve nişanesizdir. Dolayısıyla onun tecellisinden olan malikiyet mertebesinde, malik adında değildir, nitekim başka sıfatlar da itibar olunmamaktadır. Sıfat ve esma mertebelerinin itibarı, esmai ve sıfati tecelliyatların makamıdır.     

Tecelli mertebesi melekût ve malikiyet adına çok katı ve serttir. O kadar ki alemdeki tüm mevcudat İlahî Hakk Malikiyeti altında ve öyle ki gökler, yerler ve baştan aşağı alem, tek bir memlukiyetten idare edilmektedir. 

Varlıkların bu sırf bağlılığı, “keyfe yeşa yetemellek ve yetesseref” (istediği şekilde temellük etmekte ve istediği şekilde tasarruf etmekte) olur, hatta eşyanın cevherinde bile tasarruf edilmektedir. Eğer bu mertebe Hz. İbrahim’e (a.s) verilmek isteniyorsa, Hz. İbrahim’in kaçınılmaz olarak veçhe-i ilahîye-i âlem ve Hakk melekûtu müşahede edebilecek bir mertebede olması gerekir. Ve Hz. İbrahim (a.s) o veçhe-i ilahîye-i âlemle, bir uyuma sahip olmalıdır ki veçhe-i ilahîye ve Hakk melekûtu müşahede edebilsin. Hz. İbrahim, tüm varlıklardan ve hatta mücerret varlıklardan bile daha yüce ilahî bir kuvveye sahip olmadan bu uyum muhakkak olmaz. Böylece Hakkın hak malikiyet tecellisini mevcudatta rüyet edebilir ve bu mana, tecerrüt üstünü ispat etmektedir.   

Sonuç olarak: Heyula âleminden, mümkünatın başında yer alan son mücerrede kadar tüm imkan ve mevcudat alemi, veçhe-i yeli rabbi (Allah’ın hükümeti ile) nasıl nizam alemini bir kabza ile tedbir ve tasarruf ettiğini görsün.

Esma makamını ve ilahi sıfatları müşahede etmek ve bu tür huzuri müşahedeleri Hz. İbrahim’e sunmak demek, onun ilahi isim mertebesini görme gücüne sahip olma yönünün olmasını zorunlu kılmaktadır ve bu tecerrüt üstüdür. Anlatılanların tamamı “melekût” kelimesini ilahî hakk malikiyetinin sıfatı ve Hakkın isme tecellisini “malik” olarak aldığımızdadır. Elbette bu durumda, Hz. İbrahim’in (a.s) mertebesi, Hz. Âdem’in (a.s) mertebesinden daha üstün olmuş olur, dolayısıyla: “Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- gösteriyorduk.” Bu şekilde tabir olunmuştur. 

Veya “melekut” kelimesini “işraki ve meşşai filozofların lisanından ve “şerai” lisanından geldiği gibi mana edersek, İşrakilerin lisanında “Erbab-u Enva” olarak tabir edilmiş ve Meşşailerin lisanında ise “Ukul-u Kadise” olarak tabir edilmiştir. Şerai’nin lisanında ise “Meleiketullah” (Allah’ın melekleri) olarak varit olmuştur. Alemin tedbiri ile meşgul olan melekler ve bu alemin maliki melektir –Kürsiden, mülk aleminin son noktasına kadar olan Arş’a kadar- Allah’ın melekleri (meleiketullah), bu Arş’ı taşımaktadırlar, elbette “hemele”nin anlamı, hammallar gibi bir şeyi sırtlarına aldıkları anlamında değildir, bilakis Arş’ın tedbirinin onların uhdesinde olduğu anlamındadır. Gerçi bazı rivayetlerin dilinden, Arş’ın taşıyıcılarını sekiz kişi olarak belirtilmiştir. Dört tanesi eskilerden, dört tanesi ise yenilerden (sonradan gelenlerden) Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin’dir (a.s). bazı rivayetlerin lisanından dört mukarrep melek olan Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail (a.s), mülke aleminin işlerini çekip çevirmektedirler ve onların mülk alemine, ilahi kahır malikiyetine sahiptirler. Elbette bunlar mücerrettirler ve onların görülmesi mümkün değildir. Ancak mücerret olan ve mücerret nefse sahip olan Hz. İbrahim (a.s) gibiler (görebilir).

Veya melekut âlemini, baştan başa bu mülk ve cismani âlem olarak alalım; bu durumda şöyle deriz: asrımızda cismani alemin oldukça geniş hususiyetlerinin var olduğunun keşfedildiğini nazarda alırsak, melekut aleminin rüyetinin bu gözlerle olduğu mümkün olmaz, şundan dolayıdır ki eğer bu alemin bir kişiye verilmesi düşünülüyorsa, çünkü bu görüşün cismani olduğu farz edilmektedir ve elbette cismani gözle bu duvarın arkasını görmek mümkün değildir. Dolayısıyla eğer huzuru müşahede ve rüyet olursa, mecburen buradan geçmesi ve rüyet için duvarın arkasına gitmesi gerekir ve eğer bu şekilde rüyet gerçekleşirse, Âdem’den bu yana eğer birisi bu âlemin seyrine koyulursa, yine de rüyet tamam olmaz.*[7]

***

Arifler Açısından Gecenin Başka Bir Anlamı ve Seyri İnsan

Ne mutlu o kişilere ki bu âlemde Şuhut, dostu tanıma gözlüğü ve hakkı görme idesine sahiptirler. Ölü ve diri tabiattan, rububi hayya (diri) yönelmişler ve bu geceyi sona erdirmiş ve hakiki neyyir nurunun doğuşunu görmüşlerdir; nitekim Hz. İbrahim-i Halil (a.s) ışık görünümündekilerin battığını (ve söndüğünü) görmüştür: “Gecenin karanlığı onu kaplayınca…[8]

Bilcümle, neyyirin[9]sırfu’l vücudun ortasında gurup hicabını kenara atıp, tüm karanlıkları ortadan kaldırarak, görünmez kıldığında ve tüm setleri silip, hiç ve boş kıldıktan sonra bu gece sona erer ve âlemdeki seyrini sona erdirir: “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.”*[10]-[11]

***

Hakiki Vücutları Sorun Görmemek ve Gölge Vücudu Görmek

Yeryüzü her ne hareketle hareket ederse bizde hareket ederiz. Ama bize olan işaret yeryüzüne olan işaretten farklı işarettir ve iki hissiye işaret olması mümkündür.

Bazen vasıtalı ve vasıtasız olarak iki vücudu vardır, ancak onlar bir vaz’a sahip oldukları için iki hissi işaret olarak işaret edilemez. Örneğin cismin ‘uruz’da beyazlıkla nitelendirilmesi beyaz vasıtasıyladır, ama beyaz ve cisim bir vaz’a sahip iki vücutturlar, ancak her birisine ayrı ayrı olarak hissi işaret ile işaret edilemez. 

Bazen aklın, akıl âleminde tahlil ettiği bir vücuda kaimdirler. Örneğin fasl ve cins. Cins ayrı ve bir yanlı vücuda ve fasıl hem ayrı ve bir yanlı bir vücuda sahip değildir. Cinsin, faslın aynı vücuduna kaim olduğu bir vücuttur. Nitekim önceki tahkikte demiştik ki: fasl, cinsin edinme mertebesinde ve cinsin mukavvimi idi ve onun için “uruz”da vasıtadır. Gerçi o ikisinin bir vücutta kıyam etmeleri oldukça gizlidir, ama akıl tam bir dikkatle her ikisini de tahlil etmekte ve her ikisinden vücut mefhumunu çıkarmaktadır. “Mahiyette” “Uruz”da vasıta olmak, üçüncü kısımdır, hatta bu uruz ondan bile daha gizlidir ve güçlü akıllar onu tahlil edebilir. Normal akıl, gözünü açıncaya kadar, mahiyeti gördüğünü ve şöyle dediğini görürsün: mahiyetler mevcuttur, insan mevcuttur, hayvan mevcuttur.

Allah’ın Hz. İbrahim Hakkında Akli Keşfi Yönündeki Zikri Misali

“Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi.” (Hz. İbrahim) ay görmektedir, yıldız, güneş, deniz, yer, gökler, meyve, sebze ve bitki görmektedir, ama insan, akıl gözünü daha itinalı kılarsa, sayfanın arkasından bakar ve mahiyet vücudunun gölgeli olduğunu görür, onun mevcudiyeti, lahika mevcudiyet mertebesinde vücuttur, ancak onu gölge vücut olarak görür.

Eğer birisi akıl göz yuvasını büyütürse – ki bizler o ölçüde göz yuvalarımızı büyültemeyiz- ve eğer birisi gözünü açarsa mahiyetin bir şey olmadığını anlar:  “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”[12] Mevcudiyetin saltanatı, vücudun mutlak hakkıdır.*[13]

***

Peygamberler arasında, yüce makama sahip, hiçbir ismi galebesi olmayan, kemal ve istikameti olan, makama, Hz. Nebiyi Ekrem (s.a.a) sahipti. Bütün peygamberlerden makamı yüce olduğundan, böyle şerif bir mevcudun o erişilmez makamdan tenezzül (inmesi) etmesi ve bu güvercinler arasında onları terbiye etmesi için gönderilmesi nahoştur. Böyle bir varlık, bunlarla gazveler teşkil etmek ve onlarla savaşmak zorunda kalmıştır. Belki de “Hiçbir peygamber benim kadar eziyet görmemiştir.”[14] Hadisi şerifi bu manayı vermektedir. Peygamberler arasında o rütbeye sahip olan Hz. İbrahim-i Halilullah (a.s), tüm o Allah’a seyirlerden ve vücut mertebelerin sonlanmasından sonra: “Gecenin karanlığı onu kaplayınca” ve daha sonra en son batıştan sonra şöyle demiştir: “Şüphesiz ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[15] Ancak Hz. Nebiyi Ekrem (s.a.a) Allah’a doğru seyri yolunda, yani ümmet için miraçtan hediye getirdiği namazın daha birinci adımında “Allah-u Ekber” der demez ardı sıra “Şüphesiz ben yüzümü…”[16]demektedir.*[17]

***

Gecenin Bastırmasının Tevil Anlamı

  1. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü.”*[18]-[19]

***

Peygamberlerin (a.s) kıssasının zikri ve seyri suluklarının niteliği, Allah’ın kullarını terbiye ediş metotları, hikmetli sözleri, öğütleri ve güzel mücadeleleri; azameti yüce olan Hak Teâlâ’nın kullarının yüzüne açtığı marifet ve hikmet baplarının en büyüğü, saadet ve öğreti kapılarının en yücesidir. Nitekim marifet erbabı ve suluk ve riyazet ashabı bundan büyük ölçüde istifade etmiştir. Aynı şekilde diğerlerinin de bundan yeterli bir nasibi ve sonsuz bir kısmeti vardır. Nitekim ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü…[20]

Örneğin marifet ehli Hz. İbrahim’in (a.s) seyri sulukunun niteliğini idrak etmekte, Allah’a seyri sulukun yolunu öğrenmektedirler. Enfüsi seyrin ve manevi sulukun hakikatini o meslekte “gece basınca” olarak adlandırılan tabiat karanlığının nihayetinden, bu meslekte “Doğrusu ben yüzümü gökleri ve…” ayeti ile kendisine işaret edilen benlik ve bencilliği atmak, benliği ve kendine tapmayı terk etmek, kutsal makama ulaşmak ve dost mahfiline girmek derecesine kadar idrak etmektedirler. Diğerleri de ondan Halil’ur Rahman’ın afâki seyrini ve ümmetini terbiye ve talim etme niteliğini idrak etmektedirler.*[21]

***

Miracın anlamı, cisimleri görmek değildir, nitekim Hz. İbrahim’in (a.s) kıssasında da bu şekilde idi. Zira cisim âlemi ve cismi gezegen öyle bir özelliği yoktur ki onları görerek Hz. İbrahim miraca çıkmış olsun. Veya onların sunulması Hz. İbrahim’e nasip olmuş olsun. Bilakis maksat, mücerret âlemleridir. Yoksa bu gezegenler doğal bir bakışla hatta yer küre gibi bile değildirler. Çünkü Merih gibi bazı gezegenlerde mahlûk ve yaşayan canlı yoktur ve görüncesi olmayan bir avuç kayalıktır ve neyyiri azam olan bu güneş, görüsü olmayan bir ateş parçasıdır. Dolayısıyla görmek ve miraca çıkmak, mücerret âlemi ve “ukul-u kadisiye”[22] içindir.

Bizler “Burak”ın bindiğimiz bu atlar gibi bir at olduğunu, Hz. Peygamberimizin de ona bindiğini ve Cebrail’in o atın gemini tuttuğunu sanıyoruz, ancak o da mücerret bir mevcuttu.

Genel olarak: tüm bunları göz önünde bulundurmadan söylediğimiz gibi kısa bir süre içinde Hz. İbrahim’e (a.s) cismi kuvve ile bu kadar âlemi –Melekûtu, mülk âlemi olarak farz edersek- göstermeleri olmazdı. Dolayısıyla bu mülk âleminin tamamını kapsayacak mücerret bir kuvvenin olması zorunludur.

Bunların dışında, Hz. İbrahim’in (a.s) olayından (ayetin) baş ve sonunu dikkate alarak farklı bir şekilde konu için istidlal edebiliriz. Şöyle ki: Ayeti kerimenin Hz. İbrahim’in (a.s) seyrinin manasının hakikati, onun bu tabiat perdelerini ve âlemdeki kendisiyle perdelenmiş şemaları, parçalamış ve bunların kendiliğinden hiçbir nura sahip olmadıklarını; nurları olan Ay, Venüs ve Güneşin nurlarının kendilerinden olmadığını, bilakis bunların nuraniyet ve parlaklıklarının başka bir kaynaktan olduğunu anlar.

Özet olarak, ay ve güneşten geçmekten maksat şudur; Hz. İbrahim (a.s) tabiat âleminden tam olarak geçti ve bunların hepsinin “var”ın yansıması olduğunu, bir cemale sahip olmadıklarını ve sönen ve kaybolan olduklarını ve mümkün bir vücut olduklarını gördü. Mümkün vücut, vücudun mağribinde sonlu ve geçici vücuttur, hepsi sönecek ve sonludurlar. Çünkü hepsini sönen ve sonlu gördüğünden ve imkan âleminde sonlulardan başka bir şey olmadığını görünce, tüm bunları bertaraf ederek: “Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[23] diyerek envaı çeşit tüm şirkleri sona erdirdi. Zira mümkünü görmek, şirktir ve vücutları, sonlu ve sönen vücuttur. Elbette: “Ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan...” ayetini söylemesi fıtrıyati gördüğünden değil, esmanın mertebelerinin de zat mertebesinde sonlu olduğunu görmesindendir. Ancak “فطر” (fetere) tabirini kullanması da zata işaret babındandır, yoksa buna da nazarı vardır anlamında değildir.

Hakk’a ve göklerin yaratanına teveccüh bu şekil ve surette olmaz, çünkü Allah insanın karşısında değildir, bilakis nefis veçhesini, ilahî veçh etmeli ve ilahî veçh dışında bir şeye kail olmamak gerekir.

Sonuç olarak: (Hz. İbrahim) kapı ve açıklığı kapatmış ve mümkün mevcudat ve kendiliğinden nuru olduğu düşünülen şeyleri kapı ve açıklıktan görmüştür. Bu nefis veçhesi hiç olmuş ve hepsi ilahi veçheye dönüşmüştür. Ve bu, İbrahim-i nefsin mücerret olması dışında mümkün değildir. Dolayısıyla bu açıklamalarla, İbrahim-i nefsin tecerrüdü sabit olmuş oldu ve faslı olmaması sözüyle –Çünkü Hz. İbrahim (a.s) nefsi mücerret olmuştur- beşerin nefsi de mücerret olacaktır, zira Hz. İbrahim (a.s) beşer idi.*[24]   

***

Kıble’den Kasıt Hak, Kalbi Kemaller Ve Batını Saadete Yüz Çevirmektir

Bil ki mustaiz[25] (sığınan) insan için bizzat talep edilen şey, kemal, saadet ve hayır cinsindendir ve bu da saliklerin makamları ve mertebeleri hasebiyle farklılık arz etmektedir. Nitekim salik nefis evinde ve tabiat örtüsünde kaldığı müddetçe, seyrinin gayeti, nefsani kemallerin ve düşük doğal saadetlerin husulüdür ve bu sulukun başlangıcındadır. İnsan, nefis evinden dışarı çıkınca, ruhani ve kemaller makamından zevkli tecerrüde (soyutluk) erişince, hedefi yücelir, maksadı kemale erer, nefsani makamları geride bırakır. Maksadının kıblesi kalbi kemaller ve batını saadetler olur. Bu makamdan da geçip ruhani sır makamına erişince, batınında, ilahi tecellinin esasları ortaya çıkar. Batınının dili, işin başlangıcında: “Yüzümü Allah’ın yüzüne (yönüne) çevirdim”, ondan sonra da “Yüzümü Allah’ın isimleri veya Allah için çevirdim olur. Ondan sonra da “Yüzümü O’nun veçhi için çevirdim” olur. Belki de “Ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratana...”[26] çevirdim sözü de, “fatıriyyet” (yaratıcılık)[27] münasebetiyle birinci makamla ilgilidir.*[28]

***

Evet, kemali seyirde dikkat gereklidir ve insani makama layık olan kemale erişmek için, edinim işin içindedir ve maddenin sırf daha saf olması, gerçi vücudun kabul etmesi için (saf olması) daha müsaittir, ancak şahsın önündeki yolları kat etmesi ve tıpkı istidadına göre kemalattan yararlanmasına mani olması mümkündür.

Başka bir ifadeyle, maddenin saf ve berrak olması durumunda, “saf akla” ulaşma imkanı vardır, ancak manilerin oluşmasıyla “saf akla” ulaşmaması mümkündür. Nitekim birinci heyula insani dereceleri elde etme kabiliyetine sahiptir, ancak bu insani dereceye ulaşmak için sağlam amele, nefsani riyazete, ruhi kesbe ve “cenne’l leyl”e[29] ihtiyacı vardır. Böylelikle Hz. İbrahim Halilurrahman (a.s) gibi bir batma gördüğünde batandan yüz çevirmeli, ona itina etmemeli ve şöyle söyleyeceği o makama ulaşmalıdır: “Batan ve sönen, bir şey değildir; zira eğer batan bir şey olsaydı ve bir varlığa sahip olsaydı, kendisini koruyabilmeliydi, ancak bizim emsalimiz gibi ömrü boyunca bir batandan bile geçemez, hatta tüm sönenleri rab bilmiş, ona tevekkül etmiş ve ondan beklenti ummuşuz ve ömür boyunca bir kez bile olsun “cenne’l leyl”den dışarı çıkmayı başaramamışız.

Bunun sırrı Kur’an’da zikredilen Allah Resulünün seyridir. Şöyle ki seyir yolunu bize belirtmekte ve hakikat güneşine doğru nasıl seyir edeceğimizi bize göstermektedir. Nitekim Allah’ın nebisi (a.s) batanı görünce, batandan geçmiş ve batmanın söz konusu olmadığı hakiki güneşe nail olarak şöyle demiştir: “Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[30] ve böyle bir insan vücut dairesini bir devrede tekmil edebilir.

Ancak maalesef bizler de bir şey olduğumuzu sanıyoruz, gerçi aslında cevheri harekette –ki tabiat yurdundan zorunlu olarak çıkmak ve nakıstan kemale, maddiyattan tecerrüde (soyuta) seferdir- ilahi evliyalar ve kemalin zirvesindeki mükemmel insanlarla şerikiz ve hepimiz bir kafilede yer almaktayız. Bizim meselimiz ile onların meseli bir araçta yol alan insanlar gibidir. Onlardan bazıları yemekle, uyumakla ve sohbet etmekle eğlenmekte ve bazıları sanki bu yeryüzünün özelliğini, keyfiyetini ve durumunun haritasını çıkarmak için görevli memurdurlar, seyirleri bitince her birisi bu yolculuktan özel istifadeler elde etmiş olurlar.

Bu yolculukta âlemden istifade etmenin keyfiyeti, onların bakış ve görüşlerine bağlıdır. Bu âleme nasıl bakmaktaydılar? hepsi harekette olmalarına rağmen, istifadenin keyfiyet ve tarzı farklıdır. Aynı şekilde tüm mevcudatın cevheri hareketleri olmasına rağmen, cevheri hareketten istifadelerin keyfiyeti nazari ve edinim açısından farklı olabilmektedir.*[31]

***

Mutlak Kemale Aşkın Gereği, Sonsuz Mevcuda ve Kevni ve Mekânın Yaratanına Teveccühtür

Bütün insanlık ve beşeri aileler açıkça, tek dil ve tek yürek halinde, “bizler mutlak cemal ve celale sevgi besliyoruz, bizler mutlak kemale aşığız ve bizler mutlak güç ve mutlak bilginin talibiyiz” demektedir. Acaba bütün düşünce ve hayal varlıkları arasında, aklî ve itibari imkanlar dâhilinde, azameti yüce, alemin mebde/menşei olan Zat-ı Mukaddes’ten başka mutlak kemal ve mutlak güzelliğe sahip bir varlık daha var mıdır? Mutlak sevgiliden başka kusursuz bir mutlak güzelliğe sahip olan var mıdır?

Ey şaşkınlık vadisinin şaşkınları ve ey dalalet çölünün yol yitirmişleri! Hayır! Ey mutlak güzelin güzel mumunun çevresinde dönüp duran kelebekler ve ey kusursuz ve yok olmayan sevgilinin âşıkları! Şu fıtrat kitabına biraz dikkat edin ve kendi benlik kitabınızın sayfalarını bir miktar çevirip bakın, ilahî fıtratın kudret kalemiyle orada şöyle yazılı olduğunu göreceksiniz: “Doğrusu ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” [32] Ne zamana kadar batıl hayallerle bu Allah vergisi fıtri aşkı ve bu ilahî armağanı şuna buna harcayacaksınız? Eğer sevgiliniz şu noksan güzellikler ve bu sınırlı mükemmellikler ise, o halde niçin onlara eriştiğinizde arzu ateşiniz dinmemekte ve iştiyak ateşiniz daha da alevlenmektedir?

Uyanın şu gaflet uykusundan, müjdeleyin ve sevinin ki sizin yok olmayan bir sevgiliniz var.*[33]

 

***

Kalp Veçhesi Hak Olan Kimsenin Vusulünün Neticesi

Dostun muhabbet kadehinden içenler ve O’na ulaşmanın iksirinden ebedi hayatı elde edenler, her iki âlemi düşmana layık görürler. Halil’ur-Rahman’ın kalbi veçhesi: “Doğrusu ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” makamında olduğundan -vahiy ve ilim meleği olan- Cebrail-i Emin kendisine, “bir hacetin var mıdır?” diye sorduğu zaman şöyle buyurdu: “Ama sana ihtiyacım yoktur.”[34]

Onlar, hacet yükünü dostun geçidine attılar, ondan başkasına bir ihtiyaçları yoktur. Cemal âşıkları için hakiki kıbleden başka bir hedef yoktur.

“Aşk kıblesi bir geldi ve yeter”*[35]  

***

Hakk’ın Marifet Adım Adım Ve Menzil Menzil Ve Tedricidir

Bil ki eğer birisi, marifet adımıyla Allah’a doğru yolculuk ederse, son hedefine erişemeyecek, çoğun tekte kaybolduğu makama ulaşamayacak ve rabbini mutlak sıfatıyla müşahede edemeyecektir. Ancak, eğer menziller, dereceler, merhaleler ve miraçları kat ederek yaratılmıştan kayıtlı olan hakkı geride bırakarak yavaş yavaş kaydı yok eder; bir âlemden diğer bir âleme geçer; bir makamdan diğer bir makama ulaşırsa sonunda mutlak olan hakka ulaşır. Nasıl ki ilahî kitapta peygamberlerin şeyhi Hazreti İbrahim’in (a.s) yöntemi anlatılırken yüce Allah’ın şu sözüyle buna işaret edilmiştir: ‛‛Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi… “Ben yüzümü,  dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O’na ortak koşanlardan değilim.”

Hazreti İbrahim (a.s) bu şekilde yavaş yavaş tabiat âleminden rububi âleme doğru yükseldi. Ondan da daha öteye geçti ve çaban yıldızının batış ve sönüşüne kail oldu.

Başlangıçta nefsin rab oluşu çoban yıldızı olarak tecelli etti. Daha sonra Hazreti İbrahim (a.s) bu merhaleyi geçti ve onun battığını gördü. Sonra bu menzilden kalp menziline geçti. O menzilde kalbin ayı, varlığının ufkundan doğmuştu. Sonra da onun rububiyetine kail oldu. Bu makamdan da geçti ve ay da battı.  Bu makamdan daha yüksek makam olan ruhun güneşinin doğuşunun makamına ulaştı. O da hakikat nurunun ve hakikat güneşinin parlamasıyla batınca ruhun rab oluşunu da nefyetti ve ruhun yaratıcısına teveccüh etti. Her isimden, şekilden,  varlıktan ve işaretten kurtuldu ve yükünü mutlak rabbin dergâhına indirdi.

Hislerin, hayallerin ve akletmelerin menzillerini geride bırakarak,  aldatıcı yurt olan dünyadan son hedef olan yurda geçerek ve sıfatların,  şekillerin ve yönlerin hem dış âlemde ve hem de ilmi olarak nefyedilmesi gerçekleştikten sonra sadece şunun gerçekleşmesi mümkündür: Alçak ve yüksek berzahlardan oluşan orta berzah âleminden geçerek ahiret âlemine ulaşır… oradan da isimler ve sıfatlar âlemine adım atar. Oradan da ihatası az olan isimler ve sıfatlar âleminden ihatası daha çok olan âleme ulaşır. Oradan mutlak ulûhiyet âlemine ve oradan da aynı cem ahadiyyet âlemine ulaşır. Bu âleme ulaşmakla bütün yaratılmışların, isimlerin ve sıfatların tecellileri o âlemde yok olur ve hem dış âlem ve ilmi olarak tüm varlıklar fani olur. Merhale merhale olan bu seyre Mevlevi, Mevlana Celalettin şu şekilde işaret etmektedir:

Cansız varlıklardan öldüm bitki oldum,

Ve bitkiden öldüm hayvan oldum.*[36]

***

Allah Ehlinin Teveccühü Hakk’ın Cemalinde ve Visalin Hubbundadır

Vicdan sahibi herkes bilir ki insan asli yapısı ve fıtratı gereği tam ve mutlak olan kemale âşıktır ve gönlü mutlak güzel ve her açıdan mükemmel olana yöneliktir ve bu, Allah -Tebarek ve Teâlâ’nın- insanoğluna bağışladığı ilahî fıtrat nimetlerinden biridir. Bu mutlak sevgiyle mülk ve melekut âlemi idare edilir ve mutlak kemale aşık olanların vuslat sebebi temin edilir. Ama herkes kendi hal ve konumu icabı farklı şeyleri kemal sayar ve gönlü ona yönelir. Ahiret ehli, uhrevi makam ve dereceleri kemal saydığından, gönülleri bunlara yöneliktir. Allah ehli ise Hakk’ın cemalinde kemali ve kemalinde cemali bulmuş ve “Doğrusu ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” derler. “Benim için Allah ile öyle bir hal vardır ki…” [37] diye buyururlar. O’na varmanın sevgisi ve O’nun güzelliğinin aşkına sahiptirler.

Oysa dünya ehli, kemali dünyevi lezzetlerde sandıklarından ve dünyanın güzelliği gözlerini bürüdüğünden, fıtraten ona yönelmişler, ama her şeye rağmen, fıtrî eğilim ve zatî aşk mutlak kemale yönelik olduğundan, diğer ilgiler ilineksel ve uygulama hatası sayıldığından; mülk ve melekûttan, nefsani kemallerden, dünyevi hazinelerden veya saltanattan elde ettiği her lezzete rağmen açlığı günden güne çoğalır ve aşk ateşi günbegün daha da alevlenir.*[38]

***

Seyri Suluk Ve Dereceleri Kat Etmekle ‘Veccehtu’nun Sırrına Ermek Mümkün Müdür

Gaybî sırların sahipleri, ruhun batınını gayb ve şahadet kesretlerini dağınık yönlerinden çevirmekte, ruh sırrının yüzünü hiçbir eşyaya bağlamakta, bütün kesretleri toplu birlik sırrında fani kılmaktadırlar. Bu ruhsal sır kalbe inince, Hak Teâlâ, isimsel birlik makamı olan ismi azam (en büyük ismi) ile kalpte zuhur eder. Esmai kesretler en büyük isimde (ismi azamda) fani ve yok olur. Kalbin yönü bu makamda ismi azama doğru olur. Mülk zahiri ile zuhur eden kalbin batınından başkasını fani etme şekli, mülk âleminin doğu ve batısından yüz çevirmektir. Birlik makamına teveccühün şekli ise, -yerde Allah’ın eli olan- yeryüzünün genişleme merkezine teveccühtür.

Zahirden batına doğru seyreden ve açıktan gizliye doğru ilerleyen Allah saliki ise bu yeryüzü bereketleri merkezine zahiri teveccühü ve dağınık yönlere yönelmeyi terk etmeyi kalbi hâletlerine vesile kılmalı ve anlamsız suret ile yetinmemelidir. Hazret-i Hakk’ın teveccüh merkezi olan kalbini, hakiki putlar olan dağınık yönlerden çevirerek yer ve göklerin bereket kaynakları olan hakikat kıblesine yöneltmelidir. Gayriyyet ve gayri yolunu ortadan kaldırmalıdır ki, “yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim”[39] sırrına biraz da olsun ulaşabilsin, isimsel gayb âleminin tecellileri kalbinde bir örnek vücuda getirsin. Dağınık kesretler ve yönler ilahî nur ile yansın, Hak Teâlâ elinden tutsun, kalp batınından küçük ve büyük putları velayet eliyle yıksın…[40]

Kalbine bütün tahakkuk âleminin batıl olduğunu ve mukaddes zatın kemalini anlattığın zaman, kalbin hakiki kıbleye teveccühü, mutlak cemilin cemaline âşık olmak ve bütün tahakkuk âleminden nefret etmek hususunda mukaddes zatın cilvesi dışında herhangi bir metot uygulamaya artık ihtiyaç yoktur. Hatta fıtratullah da insanı fıtrî bir şekilde buna davet etmektedir ve : “Ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim” gerçeğini insanın zat, kalp ve halinin dili kılmaktadır: “Ben batanları sevmem” gerçeği ise insanın fıtrî dili olmaktadır.*[41]

***

Veçhe İle Bir Yönden Olunduğunda, Hak İnsanın Vücudunda İşçi Olur

Bu ruhani seferin başlangıç noktası, nefsin karanlık evidir. Menzilleri ise afakî ve enfüsî mertebeleridir. Bunun gayeti ise kâmil insan için, işin başında, tüm isim ve sıfatlarıyla ve işin sonunda ise isim ve sıfatların fenaya erdiği Allah-u Teâlâ’nın zatıdır. Diğerleri için ise bu seyrin sonu, esma, sıfat ve tecellilerden bir isim, sıfat veya tecellidir.

O halde salik insan varlık ve benliğini aştıktan, bu evden dışarı çıktıktan, aslî hedefini talep yolunda tecelli aşamalarını kat ettikten, hepsini geçtikten, zulmani ve nurani hicapları yırttıktan, tüm varlıklar ve kâinattan yüz çevirdikten, gönül kabesinden tüm putları velayet eliyle dışarı attıktan, kalp ufuklarında güneşleri, ayları ve yıldızları battıktan, kalbinin yönü gayrisine bağlanma tozuna bulaşmadan tek boyutlu ve tek yönlü olarak ilahileştikten, kalbinin hali “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” haline dönüştükten; esma, zat ve fiillerde fenaya erdikten sonra artık bu halde kendinden geçer, tam bir fena ve mutlak bir sa’k (kendinden geçiş) haleti hâsıl olur. Böylece Allah Teâlâ vücudunda tasarrufta bulunur. Hakk’ın kulağıyla duyar ve Hakk’ın gözüyle görür. Hakk’ın kudret eliyle tutar ve Hakk’ın lisanıyla konuşur. Hakk’ı görür ve Hak’tan başkasından yüz çevirir. Hakk ile konuşur ve Hak’tan başka bir şey söylemez. Hak’tan gayrisinden kör, sağır ve dilsiz olur. Gözü ve kulağı, Hak’tan başkasına açılmaz.[42] Bu makam sadece ilahî bir cezbe ve aşk ateşinin bir parçasıyla hâsıl olur.*[43]

***

İmam Rıza (a.s), “İlel” ve “Uyun-u Ahbar’daki rivayetlerle örtüşen ifadelerle şöyle buyurmuştur: “Namazda elleri kaldırmanın sebebi, tekbirde bir miktar Allah’a yöneliş, ihlas ve Allah’a yakarma hâletinin var olmasıdır. Allah-u Teâlâ zikredildiğinde kulunun sadece kendisine yönelmesini, yakarmasını ve ihlaslı olmasını istemektedir. Ellerini kaldırmakla teveccüh etmesi, niyetinin farkında olması ve kalbiyle Allah’a yönelmesi içindir...”[44]

Bu söylenenler marifet ehlinin elleri kaldırma sırrı hakkında söylediği, ellerini kaldırmakla Allah’tan gayrisini bir kenara ittiği, bütünüyle Allah’a ulaşma yolundaki dikenleri kaldırdığı ve kendisini Allah’tan gayrisinden halis kıldığı -zira aşk ve muhabbet mektebinde şirk sayılan Allah’tan gayrisine teveccühten arındırdığı- hakikatiyle de örtüşmektedir. İnsan bu teveccüh sayesinde manevi/hakiki miracı ve ilallaha yolculuğu gerçekleştirmiş olur. Bu yolculuk ve miraç ise Allah’tan gayrisini ve bencilliği terk etmedikçe gerçekleşemez. Nitekim namazdan önce söylenen yedi iftitah tekbiri de mülkî ve melekûti yedi hicabı yırtmak içindir.

O halde Allah’ın velileri her bir tekbirle hicaplardan birini yırtar, bu hicap âlemlerini aşar ve bu çadırların sakinlerini terk ederler. Daha sonra başka bir takım hicapları keşfeder ve kalplerine takyidi/sınırlı başka bir tecelli hasıl olur. Bu da yollarına engel olmaz, onları oyalamaz ve kalben teveccüh etmelerine neden teşkil etmez, onu da başka bir tekbirle ortadan kaldırırlar. Âdeta kalplerinin batını şöyle demektir: “Allah takyidi/sınırlı tecelli ile tecelli etmekten daha büyüktür.”[45] Nitekim evliya ve ihlas sahiplerinin efendisi Halilurrahman da (a.s) o irfanî/şuhudî yolculukta ve takyidi/sınırlı tecellide böyle buyurmuştur.

O halde ilallah saliki, aşk diyarının yolcusu ve vuslat yolunun aşığı olan bir insan, tek tek bütün hicapları yırtar ve son tekbire varır. Onunla da yedinci hicabı yırtar, Allah’tan gayrisini yok eder ve şöyle der: “Şüphesiz ki ben yüzümü yerleri ve gökleri yaradan Allah’a yönelttim.” Nitekim Hz. İbrahim de böyle buyurmuştur.*[46]

***

Hiç şüphesizİmam Humeyni’nintefsir ve tevillerinin en önemli bölümlerinden birisi, Hz. İbrahim Halil’in (a.s) nebevi deneyim ve ruhani seferini anlatan kıssası ile ilgili ayetlerdir. İmam Humeyni’nin irfani ve ahlaki eserlerinin tümünde bu ayetlere teveccüh edilmiş ve çeşitli boyutlardan inceleme ve araştırmaya tabi tutulmuştur. Seçilen pasajlar yirmi konuyu bulmaktadır ve onların en önemli yönelimi; gece (leyl), yıldız (kevkeb), ay (kamer), güneş (şems), rüyet, seyir, elde etme ve tabiatı müşahede etme mefhumlarının tevilidir.

Başka bir nokta ise tüm bu konular seyri sulukun açıklanması, makamların belirlenmesi, Allah ehlinin farkları ve Hz. Halil’in irfan alanındaki irfani deneyimlerinden yararlanma yönündedir. Dolayısıyla onu tefsir ve metin şerhi hesabıyla değerlendirmemek gerekir. Şimdi bu mesajlardan seçilenlere işaret edilecektir:

1- Gurup burhanının açıklama ve anlatımı, tefsir ve kelami yazılarda az görülen ıstılahlardandır, İmam Humeyni ayetlerin toplamından bu ismi alarak, tabiat ve mevcudatın batma (ve sönmeye) eğilimli olmalarıyla, her zaman parlayan, ebedi ve sonsuz bir mevcuda ihtiyaç olduğunu ispat etmektedir.

2- Hz. İbrahim’in (a.s) manevi seyri ve ruhani seferinin keyfiyetinin analizi, Allah ehlinin namazının mukayesesi ile bu büyük peygamberin seyridir ki bununla mabuda ulaşmıştır ve dolayısıyla bağlı ve mukayyet mevcutlar, ihtiyaçsız, ebedi ve sonsuz mevcudun farkına varabilirler.

3- İmam Humeyni’nin bazı eserlerindeki sözleri namaz ve ibadetin felsefe ve sırrına yönelim ve ilgidir ve onun başında Hz. İbrahim’in bu cümlesidir: “Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” bu soru akla gelmektedir ki neden ve hangi delile göre İmam Humeyni ondan irfani tahlilde bulunmuş ve onun önemini iki ayrı pasajda açıklamıştır; birisi bu cümleye riayet etmenin tekidinde, diğeri ise onun müstahap olmasında.

4- Hz. İbrahim’in (a.s) Kur’an’da buyrulan rüyetinin anlamı: “Böylece İbrahim'e, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” Ayetindeki bu rüyet hangi anlamdadır? Acaba bizim yıldızlar, ay ve güneşi gördüğümüz gibi maddi görmelerden midir? İmam Humeyni kısa açıklamasıyla Hz. İbrahim’in rüyetinin şuhudi, huzuri ve aklani olduğunu ispat etmektedir.

5- Müfessirler leyl (gece) hakkındaki ayetleri (En’am, 75 – 79) doğal bir gece olarak tefsir etmişlerdir, ama arifler o tefsiri kabul ederek, bu öykünün teviline de yönelmişlerdir. (Bkz. Futuhat-ı Mekkiye, c. 2, s. 278 ve c. 3, s 350) ve dolayısıyla İmam Humeyni geceye başka bir anlam daha katmaktadır ve o geceyi geçirmek, tabiatta dalış ve hakiki neyyir nurun doğuşuna kavuşmayı hak bilmektedir.

6- Onun tevillerinden bir başkası, yıldız, ay ve güneşin tevilidir. Onlar için seyri suluk, nefsin arındırılması, inniyet ve enaniyetten çıkmakla uyumlu ve orantılı olan irfani anlamlar ortaya koymuştur. Nitekim İbn Arabi onları ruh, akıl ve nefse işaret olarak bilmektedir. (Bkz. Rahmetu’n mine’r rahman fi işareti’l Kur’an, c. 2, s. 91.)

7- İnsanın yaşam seyrindeki sorunlarından birisi, hakiki vücudu görmemek ve tabiat âlemindeki sayemsi varlıklarla eğlenmek ve onun ifadesiyle zulmani (karanlık) gecede (cenne’l leyl) olmaktır. Bu nedenden dolayı İmam Humeyni, tabiat gecesinin hicabı O’nun (Allah’ın) görünmesine mani olmasın ve hakiki vücudun gölgesi olan âlemi görüp, ama O’nu görememek yaşanmaması için bu öyküyü salik için bir tavsiye bilmektedir.

8- İmam Humeyni başka bir pasajda leyle ilave olarak, gecenin perde atmasına da değinmekte ve onun tevilini ortaya koymaktadır. Sonra netice alarak perde kaldırmanın risaletten önce olması gerektiği, o perdeyle risalete (peygamberlik) erişilemeyeceği ve bu vadiden geçmenin zorunlu olduğuna değinmektedir.

9- Bu nebevi deneyimde İslam Peygamberi ile Hz. İbrahim Halil arasındaki fark nedir? Bu irfanın sorularından birisidir. Hiç şüphesiz her iki peygamberde bu iki aşamadan geçmiş ve bu geceyi sabaha ulaştırmışlardır. İmam Humeyni, İbrahimi ve Muhammedî nebevi deneyimin mukayesesinin analizinde, makamlara vusul ve elde etmedeki farklar olarak görmüştür. Her ne kadar bu tecrübelerin sebeplerine de işaret edilebilir. Dolayısıyla İmam bir cümle demektedir: İbrahimi tecrübe, takyidi/sınırlı tecrübe ve göklerin ve yerlerin halikinde Hakkın tecellisi idi, dolayısıyla şöyle demiştir: “Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” Ama Peygamberin Muhammedî tecrübesi: tümel ve ıtlak-i tecrübe idi ve dolayısıyla Hz. Peygamberin secde ve dualarında nakledildiği gibi şöyle demiştir: “Yüzümü Allah’ın veçhi için çevirdim.”

10- Buraya kadarki açıklamalardan okuyucuda şöyle bir soru akla gelebilir: tarihi bir öykünün nasıl irfani bir mesajı vardır? İmam Humeyni “Adabu’s Salat” kitabının pasajlarında peygamberlerin kıssaları hakkında genel bir tahlilde bulunmakta ve onların her birisinin suluk ve bir metodu ortaya koyduğunu dile getirmektedir. Kendi iddiasını ispat etmek için de bu kıssalardan birkaç numune sunmaktadır. Bu kıssalardan birisi Hz. İbrahim’in (a.s) kıssasıdır. Bu kıssayı, manevi ve deruni suluk olarak bilmektedir. Kur’an’ın bu kıssaları zikretme amacını ise (insanlara) manevi işleri tanıtmak için olduğunu açıklamaktadır.

11- Başka bir pasajda Hz. İbrahim’in hakikat seyri ve ondan alınan netice hakkında konuşmakta; ay ve güneşten geçmeği tabiat âleminden geçmeye ve hakiki güneşe kavuşmak olarak tevil etmektedir. Zira salik, kendi seyri sırasında tüm bunların batışını gözlemlemektedir.  

12- Kastedilen kıble; ne yıldız, ne ay, ne güneş olmadığına göre, bu hareketin cevherini tanımak gerekir. Şüphesiz bu hareketin cevheri ve kastedilen kıble, Hakk’a, kalbi kemallere ve batını saadete yönelmektir. Ancak dışarıdaki yıldız, ay ve güneşi görmekle değil, delik ve boşlukları kapatıp, kendi içsel derinliğinde batmayan güneşini armaya koyulmalıdır. 

13- Buradan Hz. İbrahim’in seyrinin zahiri bir seyir olmadığı ve bu gözlerle bakmakla bu hakikatlere ulaşmadığı anlaşılmaktadır. Hz. İbrahim’in (a.s) seyrinin ay ve güneşten tevili, seyrin hakikat tevili ve onun neticesinin elde edilmesi idi.   

14- Başka bir pasajda “yüzümü çevirdim” sözünün özüt ve çıkarımının ne olduğu sorusunu gündeme getirmekte ve şöyle cevap vermektedir: mutlak kemale aşkın gereksinimi, hiçbir zaman mümkün vücutlarla mukayese edilmeyecek sonsuz varlık ve evrenin yaratıcısına yönelmektir.

15- Eğer birisi gerçekten bu seyri seçer ve maksadına ererse, ne gibi şeyleri görür? Başlangıçta açıklamaktadır ki eğer birisinin kalbi veçhesi gerçekten hak olursa, artık başka şeyleri O’nunun dışında görmemekte ve O’ndan başka kimseden yardım dilememektedir. Nitekim Hz. İbrahim Halil de böyle yapmıştır.

16- Elbette bunu unutmamamız gerekmektedir ki bu yolu seçmek, bir çeşit marifete ulaşmaktır ve bu marifet adım adım ve menzil be menzil ve tedricidir.

17- Bu dini tecrübedeki bir başka soru ise acaba bu suluk herkes için müyesser midir ve eğer birisi bu yolu seçerse maksadına ulaşır mı? Şöyle cevap vermektedir: bu seyir derecelerle elde edilebilir ve onun en yüce derecesi, Hakk’ın cemaline ilgi ve visale sevgidir.

18- Elbette açıktır ki bu yol, seyri suluk, nefsin arındırılması ve velayet çatısı altında olmakla mümkün ve müyesser olabilir.

19- Suluk makamı hakkındaki bu aşamadaki nokta şudur ki İmam Humeyni hadislere dayanarak salikin elde ettiği kazancın “gurb-u nevafil” olduğunu ifade ederek şöyle demektedir: insanın yönü Allah’ın veçhine temayül ettiği vakit, Hak insanın vücudunda tasarrufta bulunur.

20- Son pasaj, 9. Bendin açıklaması hakkındadır. Şöyle ki Hz. İbrahim’in seyri, ıtlak ve tümel değildi, takyidi/sınırlı idi, her ne kadar bu seyir kaçınılmaz olsa da.  

İmam Humeyni

  1. ABNA.İR
  2. ----------------------------------------------------------

[1] — Keşf-u Esrar, s. 19.

[2] — En’am, 79.

[3] — Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. A’raf Suresi, 142. Ayetten iktibas edilmiştir.

[4] —* Sırru’s Salat, s. 79.

[5] —* Sırru’s Salat, s. 17 – 18.

[6] —* Şerh-i Hadis-i Cunud Akl ve Cehl, s. 43 – 44.

[7] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 48 – 51.

[8] — En’am, 76 -79.

[9] — Işıklı, aydınlık, parlak, açık, net…

[10] — Bakara, 156.

[11] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 1, s. 74 – 75.

[12] — Necm, 23.

[13] —* Takrirat-i Felsefe, c. 1, s. 202 – 203.

[14] — İbn Şehriaşub, Menakib, c. 3, s. 247; Kenzu’l Ummal, c. 3, s. 130, h. 5818.

[15] — En’am, 79.

[16] — Namaz için zikredilen adaplara işarettir. Namazın başında istiaze edilmesi söylenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) böyle yapardı. (Bkz. Furu-u Kâfi, c. 3, s. 324) ve “İnni veccehtu vechiye lillezi…” (En’am, 79) zikrini söylemek. Bu konuda Bkz. Adabu’s Salat, s. 233.

[17] —* Takrirat-i Felsefe, c. 3, s. 548.

[18] — En’am, 76.

[19] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 570.

[20] — En’am, 76

[21] —* Adabu’s Salat, s. 188.

[22] — Kutsi ukul; pak, münezzeh ve yüce.

[23] — En’am, 79.

[24] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 52 – 53.

[25] — Namazın başında ve Allah’a yöneldiği sırada birisinin şeytandan Allah’a sığınması ve istenilen kemale ulaşmak için mani ve hicapların bertaraf edilmesi talebinde bulunmak. 

[26]— En’am, 79

[27] — Birinci makamdan maksat, suluk temellerini geçip nefisle mücadele ettikten ve nefis evinden çıkıp, tabiat hicaplarını kaldırdıktan sonra ruhani makamlar ve soyut kemallere ulaşmaktır. İmam Humeyni burada onun için Allah’ın veçhi ifadesini kullanmış ve dolayısıyla onu birinci iş olarak saymıştır. 

[28] —* Adabu’s Salat, s. 233.

[29] — Cenne: kapanmak, örtülmek anlamına gelir. Leyl ise gece demektir. Yani gecenin karanlığı bastırınca, örtülünce anlamındadır.

[30] — En’am, 79.

[31] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 399 – 400.

[32] — En’am, 79.

[33] —* Kırk Hadis Şerhi, s. 183, on birinci hadisin şerhi. 

[34] — Bkz. Biharu’l Envar, c. 12, s. 38, Ebvab-u Kısas-ı İbrahim (a.s) ve c. 68, s. 155 ve 156, Kitabu’l İman ve’l Kufr, bap. 63, hadis: 70.

[35] —* Şerh-i Hadis-i Cunud-u Akl ve Cehl, s. 127 – 128.

[36] —* Şerh-i Duayı Seher, 13 – 14.

[37]— Hz. Peygamber Ekrem’den yalnızca irfani kitaplarda nekledilen bir hadise işerttir. “Benim için Allah’la öyle bir hal vardır ki mukarrep melek ve Mürsel peygamberler onu kaldıramazlar.” Elbette kaynaklarda “hal” yerine “vakit”te gelmiştir. Ve bazı kitaplarda “la yesehu” yerine “la yeseni” gelmiştir. Bkz. Meclisi, Erbain,  s. 177, 15. hadisin şerhi. Ayrıca Futuhatı Mekkiye, c. 1, s. 564 ve 636 ve c. 3, s. 363 ve Şerhi Fususu’l Hikem, s. 109 ve 296 ve Tefsir-i Molla Sadra, c. 7, s. 108.

[38] —* Kırk Hadis Şerhi, s. 127.

[39] — En’am, 79.

[40] — İlahî evliyaların insanların hidayeti ve metotlardan yararlanmaları için şeriatta gelen şekilde ellerinden tutmalarına işarettir. İlahî gurp miraç unvanı ile namaz onların en önemlisidir. Fıtratın uyanmasına davet eden talimdir.  

[41] —* Adabu’s Salat, s. 115 – 118.

[42] — Kırk Hadis Şerhi kitabının otuz dördüncü hadisinin şerhinin zeylinde şerh edilen “gurb-u nevafil” hadisine işarettir. Hadisin kaynağı için Bkz. Usul-u Kâfi, c. 2, s. 352, iman ve küfür kitabı, Müslümanlara eziyet edenler babı, h. 8.

[43] —* Kırk Hadis Şerhi, s. 590 – 591, 34. Hadisin şerhi.

[44] — Vesailu’ş-Şia, c. 4, s. 727, Kitabu’s-Salat, Bap. 9, Ebvab-u Tekbireti’l İhram, hadis: 11.

[45] — Bu ifade muhtemelen İbn Arabi’nin “Futuhat” kitabından alıntıdır. Bkz. Futuhat-ı Mekkiye, c. 3, s. 100, bap. 329.

[46] —* Kırk Hadis Şerhi, s. 506, 29. Hadisin şerhi.