AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA
Perşembe

21 Ağustos 2014

14:20:52
632578

Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim

Peygamberlerin (a.s) kıssasının zikri ve seyri suluklarının niteliği, Allah’ın kullarını terbiye ediş metotları, hikmetli sözleri, öğütleri ve güzel mücadeleleri; azameti yüce olan Hak Teâlâ’nın kullarının yüzüne açtığı marifet ve hikmet baplarının en büyüğü, saadet ve öğreti kapılarının en yücesidir. Nitekim marifet erbabı ve suluk ve riyazet ashabı bundan büyük ölçüde istifade etmiştir.

Yeryüzü her ne hareketle hareket ederse bizde hareket ederiz. Ama bize olan işaret yeryüzüne olan işaretten farklı işarettir ve iki hissiye işaret olması mümkündür.

Bazen vasıtalı ve vasıtasız olarak iki vücudu vardır, ancak onlar bir vaz’a sahip oldukları için iki hissi işaret olarak işaret edilemez. Örneğin cismin ‘uruz’da beyazlıkla nitelendirilmesi beyaz vasıtasıyladır, ama beyaz ve cisim bir vaz’a sahip iki vücutturlar, ancak her birisine ayrı ayrı olarak hissi işaret ile işaret edilemez. 

Bazen aklın, akıl âleminde tahlil ettiği bir vücuda kaimdirler. Örneğin fasl ve cins. Cins ayrı ve bir yanlı vücuda ve fasıl hem ayrı ve bir yanlı bir vücuda sahip değildir. Cinsin, faslın aynı vücuduna kaim olduğu bir vücuttur. Nitekim önceki tahkikte demiştik ki: fasl, cinsin edinme mertebesinde ve cinsin mukavvimi idi ve onun için “uruz”da vasıtadır. Gerçi o ikisinin bir vücutta kıyam etmeleri oldukça gizlidir, ama akıl tam bir dikkatle her ikisini de tahlil etmekte ve her ikisinden vücut mefhumunu çıkarmaktadır. “Mahiyette” “Uruz”da vasıta olmak, üçüncü kısımdır, hatta bu uruz ondan bile daha gizlidir ve güçlü akıllar onu tahlil edebilir. Normal akıl, gözünü açıncaya kadar, mahiyeti gördüğünü ve şöyle dediğini görürsün: mahiyetler mevcuttur, insan mevcuttur, hayvan mevcuttur.

(Allah’ın Hz. İbrahim Hakkında Akli Keşfi Yönündeki Zikri Misali)

“Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi.” (Hz. İbrahim) ay görmektedir, yıldız, güneş, deniz, yer, gökler, meyve, sebze ve bitki görmektedir, ama insan, akıl gözünü daha itinalı kılarsa, sayfanın arkasından bakar ve mahiyet vücudunun gölgeli olduğunu görür, onun mevcudiyeti, lahika mevcudiyet mertebesinde vücuttur, ancak onu gölge vücut olarak görür.

Eğer birisi akıl göz yuvasını büyütürse – ki bizler o ölçüde göz yuvalarımızı büyültemeyiz- ve eğer birisi gözünü açarsa mahiyetin bir şey olmadığını anlar:  “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”[1] Mevcudiyetin saltanatı, vücudun mutlak hakkıdır.*[2]

***

(Hz. İbrahim Allah’a Seyrettikten Ve Son Batıştan Sonra O Makama Ulaşır)

Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) o yüce makama haizdi. O makamda, bir ismin başka bir isme galebesi yoktu ve tercihi yoktur. Diğer peygamberlerin makam ve derecelerinin aksine ki onların makamında galebe çalmak vardı ve esma ve sıfatları değiştirmemişlerdir ve dolayısıyla Hz. Musa’da (a.s) kahır mazharı daha çok, Hz. İsa’da (a.s) rahmet ismi galebe çalmış ve Hz. Yahya’da (a.s) korku ve sakınma vardı ve hakeza diğer peygamberler.

Peygamberler arasında, yüce makama sahip, hiçbir ismi galebesi olmayan, kemal ve istikameti olan, makama, Hz. Nebiyi Ekrem (s.a.a) sahipti. Bütün peygamberlerden makamı yüce olduğundan, böyle şerif bir mevcudun o erişilmez makamdan tenezzül (inmesi) etmesi ve bu güvercinler arasında onları terbiye etmesi için gönderilmesi nahoştur. Böyle bir varlık, bunlarla gazveler teşkil etmek ve onlarla savaşmak zorunda kalmıştır. Belki de “Hiçbir peygamber benim kadar eziyet görmemiştir.”[3] Hadisi şerifi bu manayı vermektedir. Peygamberler arasında o rütbeye sahip olan Hz. İbrahim-i Halilullah (a.s), tüm o Allah’a seyirlerden ve vücut mertebelerin sonlanmasından sonra: “Gecenin karanlığı onu kaplayınca” ve daha sonra en son batıştan sonra şöyle demiştir: “Şüphesiz ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[4] Ancak Hz. Nebiyi Ekrem (s.a.a) Allah’a doğru seyri yolunda, yani ümmet için miraçtan hediye getirdiği namazın daha birinci adımında “Allah-u Ekber” der demez ardı sıra “Şüphesiz ben yüzümü…”[5]demektedir.*[6]

***

(Gecenin Bastırmasının Tevil Anlamı)

  1. Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) bu geceyi şafağa kadar sona erdirdiğinde ve bu tabiat ve gayp gün doğumu kaldırılınca, hepsi selamette idi ve bu gece sona ermişti; nübüvvet süresince olan kadir gecesi değil, hatta Hz. İbrahim (a.s) için olan aynı o geceydi: Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü.”*[7]-[8]

***

(Hz. İbrahim’in Öyküsünden Seyri Manevi ve Suluk Keyfiyetinin İstifadesi)

Peygamberlerin (a.s) kıssasının zikri ve seyri suluklarının niteliği, Allah’ın kullarını terbiye ediş metotları, hikmetli sözleri, öğütleri ve güzel mücadeleleri; azameti yüce olan Hak Teâlâ’nın kullarının yüzüne açtığı marifet ve hikmet baplarının en büyüğü, saadet ve öğreti kapılarının en yücesidir. Nitekim marifet erbabı ve suluk ve riyazet ashabı bundan büyük ölçüde istifade etmiştir. Aynı şekilde diğerlerinin de bundan yeterli bir nasibi ve sonsuz bir kısmeti vardır. Nitekim ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü…[9]

Örneğin marifet ehli Hz. İbrahim’in (a.s) seyri sulukunun niteliğini idrak etmekte, Allah’a seyri sulukun yolunu öğrenmektedirler. Enfüsi seyrin ve manevi sulukun hakikatini o meslekte “gece basınca” olarak adlandırılan tabiat karanlığının nihayetinden, bu meslekte “Doğrusu ben yüzümü gökleri ve…” ayeti ile kendisine işaret edilen benlik ve bencilliği atmak, benliği ve kendine tapmayı terk etmek, kutsal makama ulaşmak ve dost mahfiline girmek derecesine kadar idrak etmektedirler. Diğerleri de ondan Halil’ur Rahman’ın afâki seyrini ve ümmetini terbiye ve talim etme niteliğini idrak etmektedirler.*[10]

***

(Hz. İbrahim’in Seyrinin Hakikati ve Ondan Çıkarılan Sonuç)

Miracın anlamı, cisimleri görmek değildir, nitekim Hz. İbrahim’in (a.s) kıssasında da bu şekilde idi. Zira cisim âlemi ve cismi gezegen öyle bir özelliği yoktur ki onları görerek Hz. İbrahim miraca çıkmış olsun. Veya onların sunulması Hz. İbrahim’e nasip olmuş olsun. Bilakis maksat, mücerret âlemleridir. Yoksa bu gezegenler doğal bir bakışla hatta yer küre gibi bile değildirler. Çünkü Merih gibi bazı gezegenlerde mahlûk ve yaşayan canlı yoktur ve görüncesi olmayan bir avuç kayalıktır ve neyyiri azam olan bu güneş, görüsü olmayan bir ateş parçasıdır. Dolayısıyla görmek ve miraca çıkmak, mücerret âlemi ve “ukul-u kadisiye”[11] içindir.

Bizler “Burak”ın bindiğimiz bu atlar gibi bir at olduğunu, Hz. Peygamberimizin de ona bindiğini ve Cebrail’in o atın gemini tuttuğunu sanıyoruz, ancak o da mücerret bir mevcuttu.

Genel olarak: tüm bunları göz önünde bulundurmadan söylediğimiz gibi kısa bir süre içinde Hz. İbrahim’e (a.s) cismi kuvve ile bu kadar âlemi –Melekûtu, mülk âlemi olarak farz edersek- göstermeleri olmazdı. Dolayısıyla bu mülk âleminin tamamını kapsayacak mücerret bir kuvvenin olması zorunludur.

Bunların dışında, Hz. İbrahim’in (a.s) olayından (ayetin) baş ve sonunu dikkate alarak farklı bir şekilde konu için istidlal edebiliriz. Şöyle ki: Ayeti kerimenin Hz. İbrahim’in (a.s) seyrinin manasının hakikati, onun bu tabiat perdelerini ve âlemdeki kendisiyle perdelenmiş şemaları, parçalamış ve bunların kendiliğinden hiçbir nura sahip olmadıklarını; nurları olan Ay, Venüs ve Güneşin nurlarının kendilerinden olmadığını, bilakis bunların nuraniyet ve parlaklıklarının başka bir kaynaktan olduğunu anlar.

Özet olarak, ay ve güneşten geçmekten maksat şudur; Hz. İbrahim (a.s) tabiat âleminden tam olarak geçti ve bunların hepsinin “var”ın yansıması olduğunu, bir cemale sahip olmadıklarını ve sönen ve kaybolan olduklarını ve mümkün bir vücut olduklarını gördü. Mümkün vücut, vücudun mağribinde sonlu ve geçici vücuttur, hepsi sönecek ve sonludurlar. Çünkü hepsini sönen ve sonlu gördüğünden ve imkan âleminde sonlulardan başka bir şey olmadığını görünce, tüm bunları bertaraf ederek: “Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[12] diyerek envaı çeşit tüm şirkleri sona erdirdi. Zira mümkünü görmek, şirktir ve vücutları, sonlu ve sönen vücuttur. Elbette: “Ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan...” ayetini söylemesi fıtrıyati gördüğünden değil, esmanın mertebelerinin de zat mertebesinde sonlu olduğunu görmesindendir. Ancak “فطر” (fetere) tabirini kullanması da zata işaret babındandır, yoksa buna da nazarı vardır anlamında değildir.

Hakk’a ve göklerin yaratanına teveccüh bu şekil ve surette olmaz, çünkü Allah insanın karşısında değildir, bilakis nefis veçhesini, ilahî veçh etmeli ve ilahî veçh dışında bir şeye kail olmamak gerekir.

Sonuç olarak: (Hz. İbrahim) kapı ve açıklığı kapatmış ve mümkün mevcudat ve kendiliğinden nuru olduğu düşünülen şeyleri kapı ve açıklıktan görmüştür. Bu nefis veçhesi hiç olmuş ve hepsi ilahi veçheye dönüşmüştür. Ve bu, İbrahim-i nefsin mücerret olması dışında mümkün değildir. Dolayısıyla bu açıklamalarla, İbrahim-i nefsin tecerrüdü sabit olmuş oldu ve faslı olmaması sözüyle –Çünkü Hz. İbrahim (a.s) nefsi mücerret olmuştur- beşerin nefsi de mücerret olacaktır, zira Hz. İbrahim (a.s) beşer idi.*[13]   

İmam Humeyni (r.a)

ABNA.İR 

------------------------------ 

[1] — Necm, 23.

[2] —* Takrirat-i Felsefe, c. 1, s. 202 – 203.

[3] — İbn Şehriaşub, Menakib, c. 3, s. 247; Kenzu’l Ummal, c. 3, s. 130, h. 5818.

[4] — En’am, 79.

[5] — Namaz için zikredilen adaplara işarettir. Namazın başında istiaze edilmesi söylenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) böyle yapardı. (Bkz. Furu-u Kâfi, c. 3, s. 324) ve “İnni veccehtu vechiye lillezi…” (En’am, 79) zikrini söylemek. Bu konuda Bkz. Adabu’s Salat, s. 233.

[6] —* Takrirat-i Felsefe, c. 3, s. 548.

[7] — En’am, 76.

[8] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 570.

[9] — En’am, 76

[10] —* Adabu’s Salat, s. 188.

[11] — Kutsi ukul; pak, münezzeh ve yüce.

[12] — En’am, 79.

[13] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 52 – 53.