AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA24.COM
Cumartesi

11 Nisan 2015

15:15:23
682810

Allah'ı gereği gibi tanımadılar

Muhaddislerin en fazılı şeyh-i celil Muhammed b. Yakup el-Kuleyni’nin muttasıl senetle naklettiği hadiste Zürare’nin Ebu Cafer’den (İmam Bakır aleyhi selam) şöyle duyduğu rivayet edilmiştir: “Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah nitelendirilemez. Nasıl nitelendirilsin ki? Nitekim kitabında şöyle buyurmuştur: “Allah'ı gereği gibi (tazim edemediler) tanımadılar.” Allah-u Teâlâ bir sıfatla nitelendirildiğinde, mutlaka o nitelendirmeden daha büyüktür…”


وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ
“Allah'ı gereği gibi tanımadılar…(91)”
(Allah’a Uygun Ve Layık Tazim Ve Vasfın Mümkün Olmayışı)

Muhaddislerin en fazılı şeyh-i celil Muhammed b. Yakup el-Kuleyni’nin muttasıl senetle naklettiği hadiste Zürare’nin Ebu Cafer’den (İmam Bakır aleyhi selam) şöyle duyduğu rivayet edilmiştir: “Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah nitelendirilemez. Nasıl nitelendirilsin ki? Nitekim kitabında şöyle buyurmuştur: “Allah'ı gereği gibi (tazim edemediler) tanımadılar.” Allah-u Teâlâ bir sıfatla nitelendirildiğinde, mutlaka o nitelendirmeden daha büyüktür…”

“Hakkıyla Allah’ı tazim etmediler” sözünün şerhi: Cevheri şöyle diyor: Kader, ölçü anlamındadır. “Kadr” ve “kader” kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir ve de mastardır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” Yani “Allah’ı hakkıyla tazim edemediler.”

Yazara (İmam Humeyni’ye) göre “kader” ölçü anlamındadır ve de hakkıyla ululayamamaktan ve nitelendirememekten kinayedir. Zira nitelendirmek, nitelendirilen şahsı nitelendirme giysisinde ölçmek demektir. Bu da Allah’tan gayrısının Allah hakkında yapması caiz olmayan bir iştir…

Bil ki hadiste Allah-u Teâlâ’nın nitelendirilemeyeceğinin beyan edilmesi, kelam âlimlerinden ve diğerlerinden kimi bazı cahil ve cidal ehli kimselerin Allah-u Teâlâ için reva gördükleri bir takım nitelendirmelerdir. Zira bu nitelendirmeler birtakım sınırlandırma, teşbih ve hatta tatil (marifet kapısının kapatılması) gibi şeyleri gerektirmiştir. Nitekim hadiste de “Allah’ı gereği gibi takdir (tazim) edemediler.” İfadesiyle buna vurguda bulunulmuştur. Kâfi kitabında Allah’ı nitelendirmeden sakındırma hususunda yer alan bir takım hadisler de açıkça bu gerçeğe işaret etmektedir.

Örneğin Abdurrahim b. Ayteke’l Kasir şöyle diyor: “Abdulmelik b. A'yen eliyle Ebu Abdullah’a (Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle bir mektup gönderdim:
“Irak'ta bir grup insan ortaya çıkmış ve Allah'ı şekil ve suretle vasfediyorlar. Eğer uygun görürsen Allah beni sana feda etsin bana tevhitle ilgili sahih düşünceyi bildirmeni istiyorum.”

İmam bana şu cevabı yazdı: “Allah sana rahmet etsin, "tevhitle ilgili bir soru sordun ve çevrendekilerin düşüncelerini” (sahihliğini) öğrenmek istedin.

Şunu bil ki, “Benzeri hiçbir şey olmayan, işiten ve gören yüce Allah, O'nu yarattıklarına benzeterek vasfeden iftiracıların nitelemelerinden münezzehtir. Bil ki, Allah sana rahmet etsin, tevhitle ilgili sahih düşünce, doğru mezhep, Kur'ân'da yer alan ve Allah'ın sıfatlarıyla ilgili açıklamalardır. O halde sen de aşırı tenzihçi bir yaklaşımla ilahî varlığı temelden geçersiz kılan iptal anlayışı ile O'nu yarattıklarına benzeten anlayışı olumsuzlayıcı bir yaklaşım içinde ol.

Ne, ilâhî varlığı temelden iptal eden olumsuzlayıcı anlayış doğrudur.

Ne de O'nu yarattıklarına benzeten teşbihçi anlayış.

Allah sabittir, vardır. Bunun dışında O'nu niteleyenlerin nitelemelerinden münezzehtir, yücedir. Allah’ı vasfederken Kur'ân'ın çizdiği sınırların dışına taşmayın; yoksa size apaçık beyan (açıklama) geldikten sonra sapmış olursunuz.”

Hadis hususunda dikkatli bir şekilde düşünülecek olursa, Allah-u Teâlâ’nın nitelendirilmesinin reddinden maksadın; bazı değerli muhaddislerin sandığı gibi Allah’ın sıfatlarında tefekkür etmemek ve mutlak bir şekilde Allah-u Teâlâ’yı nitelendirmemek anlamında olmadığı anlaşılmaktadır. Zira bu hadiste aynı zamanda hem tatil ve hem de teşbih nefyedilmiştir. Nitekim diğer bazı rivayetlerde de bu yer almıştır ve bunlar (tatil ve teşbih nefyi), Allah’ın sıfatlarında tefekkür ve kâmil bir ilim olmadığı takdirde gerçekleşemez. O halde maksat Allah-u Teâlâ’yı kendisine yakışmayan sıfatlarla nitelendirmemektir. Örneğin kulları sıfatlarından olan, aynı zamanda imkan ve noksanlıkla iç içe olan suret ve tahtit (damar veya şekil) gibi sıfatlarla Allah-u Teâlâ’yı sıfatlandırmamak gerekir.
Hakk Teâlâ’yı kendisine layık sıfatlarla tavsif etmeye gelince bunun yüce ilimlerde delile dayalı doğru bir ölçüsü vardır. Bu husus Allah’ın kitabında, Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinde ve Ehlibeytin rivayetlerinin birçoğunda yer almıştır. Nitekim İmam’ın kendisi de icmali bir şekilde bu delile dayalı doğru bir ölçüye bu hadisi şerifte işaret etmiştir…

İmam Sadık (s.a) Allah-u Teâlâ’yı tavsif hususunda Kur’an’dan dışarı çıkılmamasını emretmektedir. Bu da sıfatlar hususunda herhangi bir ölçüyü bilmeyenler için bir emirdir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da yer alan bazı sıfatlarla tavsif edilemeyeceği manasında değildir. Nitekim imamın kendisi de Kur’an’dan öne geçilmemesini söylemekle birlikte, Allah-u Teâlâ’yı Kur’an da –anlaşıldığı kadarıyla- olmayan iki isim ve sıfatla nitelendirmiştir. Bu sıfatlardan birisi “sabit”, diğeri ise “mevcut” tur.

Evet, evham dolu eksik aklıyla marifet yolundan ve ilahî gaybi teyitten mahrum bir halde Allah-u Teâlâ’yı herhangi bir sıfatla tavsif etmeye kalkışan bir kimse, şüphesiz ya tatil ve butlan sapıklığına, ya da teşbih felaketine sürüklenecektir.

O halde bizim gibi kalpleri cehalet, kendini beğenmişlik, uygunsuz ahlak ve adetlerin kalın perdeleriyle örtülü kimseler, gayp âlemine tasarruf elini uzatmamalı ve her ne kadar kendi nefislerinin yaratığı olduğunu düşünse de, kendi nezdinden birtakım ilahlar yontmamalıdır.* -

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَيَاطٖينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحٖى بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. (112)”

(İns ve Cin Şeytanlarının Anlamı Hakkında)

(Salik insan) Allah’a doğru seyri suluka koyulunca ve ruhani yolculuğu başlatınca da, bu seyri sulukta olduğu müddetçe, bu yolculuğa engel olan ve yolunun dikeni konumunda bulunan şey kendi şeytanıdır; ister bu, şeytanın ruhani güçlerinden olsun veya cin ve insanlardan olsun fark etmez. Zira cin ve insan da eğer Allah’a doğru seyri sulukun engeli ve yol dikeni olduğu takdirde, şeytanın yardımı ve tasarrufuyladır. Nitekim Allah-u Teâlâ mübarek Nas suresinde buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan, cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların ilahı, insanların hükümranı ve insanların Rabbi olan Allah’a sığınırım.” 

Eğer şeytan cin olursa, ayeti kerimeden de istifade edildiği gibi gizliden gizleye vesvese edicidir ve bu insan ve cin şeytanıdır. (Birisi asaleten, diğeri ise bağımlı olarak) 

Ama eğer şeytan cine benzer başka bir hakikat olursa, ayeti kerimeden anlaşıldığı üzere bu iki tür, yani cin ve insan da şeytani tecessümler ve mazharlardır. 

Nitekim diğer bir ayette bu anlama işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: “cin ve insan şeytanlarını…” *

اِنَّ الشَّيَاطٖينَ لَيُوحُونَ اِلٰى اَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ

“…Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar… (121)”

(Şeytanların Kendi Dostlarına Vahyi)

Tabiat âleminin ötesinde bazı meleklerin ve şeytanların da olduğu bir âlem vardır. Belki de şeytanlara bağlıdır. Nitekim bu mayana şahit Allah’ın buyurduğu şu ayettir: “Gerçekten şeytanlar dostlarına, telkinde bulunurlar.” Ve nitekim kâhinlerin hükümleri de elbette böyledir.

Meğer her harikulade şey kemale delil midir? Belki de birisi batıl riyazet ile veya şiddetli maraz ve hastalıkla kendi nefsini kabarmaya zorlamış ve soyutluk hacmini çoğaltarak geçmiş ve geleceğe ihata elde etmiştir.

Nitekim Hintli bazı murtazlardan böyle şeyler nakledilmiştir. Unsur âlemine tasarruf edilmesi kemale delil teşkil etmez. Nitekim peygamberlerin avam ve başka bir şeyi idrak etmeyenler için getirdikleri mucizeler vardı. Yoksa akıl ve hikmet sahibi kişiler için mucize nübüvvet için delil olamaz. Yılan yapmanın nübüvvet ve nübüvvet işleriyle ne alakası vardır? Kertenkeleyi konuşturmanın nübüvvetle ne ilintisi vardır?!

Nefis kuvvetinin, unsurlarda hakikaten tasarrufta bulunabilecek ve bir unsuru bir başka unsurla değiştirip kalıbını değiştirecek bir seviyeye çıkması mümkündür, ancak yalnızca bu mana nübüvvete delil teşkil etmez. Evet, peygamberler adamcağızın yasalardaki hükümleri ve nübüvvetin şanıyla ilgili şeyleri idrak edemediği için bir kertenkeleyi getirerek eğer bu konuşursa iman getireceğim. Peygamberde eğer bununla ıslah olacaksa diyerek onu konuşturmaktadır. 

Ama akıl sahiplerinin yanında nübüvvete delil, Kur’an’ın hüküm ve yasalarının sağlamlığıdır. Öteki peygamberlerde bu şekildeydi. Ancak hakiki İncil ve Tevrat ortadan kalkmıştır. İnsan bunların yasalarına baktığı zaman ne kadar kapsayıcı, düzenli ve kurtarıcı olduğunu gördüğünde peygamberlerden başka hiç kimsenin itidal haddinde iş yapmadıklarını anlar. Hepsi dünyaya davet etmektedir, ancak peygamber, ahirete davet etmekte ve dünya işlerinin ıslahına davet etmektedir. İnsan her ne hükmü incelerse onda ne dikkatlerin olduğunu ve ne gibi maslahatların yer aldığını görür. İbadet, muameleler, ahlaki hükümler veya her ne kategori olursa olsun insan anlar ki eğer peygamberlik işin içinde olacaksa bu peygamberdir. Eğer vacibu’l vücut ve nübüvvet sabit olduysa gerekli olan şey bunun peygamber olmasıdır.*

كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Allah inanmayanların üstüne işte böyle rics (murdarlık) verir. (125)”

(İman Etmeyenler Murdar Ve Pistirler)

(Ricsin Anlamı)

Ayeti kerime şöyle buyurmaktadır: “Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” Şüphesiz “rics” (murdar, pislik) , necaset ve kirdir. Ayetin zahiri şudur ki Allah, iman etmeyenleri rics ve murdar olarak tanıtmaktadır.*

قُلْ لَا اَجِدُ فٖى مَا اُوحِىَ اِلَیَّ مُحَرَّمًا عَلٰى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ اِلَّا اَنْ يَكُونَ مَيْتَةً اَوْ دَمًا مَسْفُوحًا اَوْ لَحْمَ خِنْزٖيرٍ فَاِنَّهُ رِجْسٌ اَوْ فِسْقًا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِهٖ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَاِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

“De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir. (145)”

(Ricsin Anlamı ve Örfü Kir ve Pisliklere Hamledilmesi)

Her surette kanın necis oldu asıldır, sözüne istidlal olunmuştur. Bu konu hakkında farklı yorumlar ve ayetin istidlalinde münakaşalar edilmiştir.

Kanın necis olduğunu ispat etmek için bu ayete istidlal edilmiştir: “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum.” (Şöyle ki kan pisliklerden birisi sayılmış ve ondan içtinap edilmesinin gerekliliği asıl ve genel olarak yasaklamıştır.) Dolayısıyla eğer “rics” necis anlamında olursa ve “feinnehu” kelimesindeki zamir hepsine dönersedir. 

(Ricsin Anlamı ve Örfü Kir ve Pisliklere Hamledilmesi)

Her surette kanın necis olduğu asıldır, sözüne istidlal olunmuştur. Bu konu hakkında farklı yorumlar ve ayetin istidlalinde münakaşalar edilmiştir.

Kanın necis olduğunu ispat etmek için bu ayete istidlal edilmiştir: “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum.” (Şöyle ki kan pisliklerden birisi sayılmış ve ondan içtinap edilmesinin gerekliliği asıl ve genel olarak yasaklanmıştır.) Dolayısıyla eğer “rics” necis anlamında olursa ve “feinnehu” kelimesindeki zamir hepsine dönerse bu anlama gelir.

Bu hüküm daha çok dikkate ihtiyaç duymaktadır, hatta eğer rics kelimesinin necis anlamına geldiğini ve zamirin hepsine döndüğünü kabul etsek bile. Bu iki konunun sahih olduğu ve kabul etmemiz uzak bir ihtimal değildir. Çünkü –lügatçilerin görüşü esasına göre- rics, “kazr” (kirli, pis)’in aynısıdır. Kazr örfü olarak necis anlamındadır, isterse ricsin necis ve gayri necisi kapsadığı söylensin. 

“Rics”in necis ve gayri necisi kapsadığı farz edilse bile, “rics”in bu ayette necis anlamına geldiğinin iddia edilmesi uzak bir ihtimal değildir. Bu anlamda Şeyhu’t Taife (Tusi) “Tehzib” kitabında şöyle demiştir: “Rics, necisin aynısıdır ve bu anlamda hiçbir ihtilaf yoktur.” Ve denilmiştir ki: “Şeyhin sözünden Şia uleması arsında ricsin bu ayetteki anlamının necis olduğunu anlıyoruz.” Bu ayetten rics için bu kapsayıcı anlamın anlaşılması uzak bir ihtimal değildir, şu beyanla ki: “er-Rics” için söylenen manalardan hiç birisi bu ayete münasip değildir, meğer kazarat (kir ve pislikler) kapsayıcı bir anlamdadır, yani temizliğin mukabilinde olan her şey. Ve Şüphe yok ki domuz eti –kesinlikle zamir ona dönmektedir- örf açısından gayrı temiz sayılmamaktadır ve fakat Müslümanlar şeriatın telkini ve şeri hüküm açısından onun necis olduğuna inanmaktadırlar ve domuz etinin haramlığı, akıl ve hikmet sahipleri yanında domuz etinin kirli ve pis olduğundan değil, ondan tiksinildiği içindir. Müslümanların nezdinde domuz etinin pis olması, kâfir, şarap ve köpeğin pis olması gibidir. 

Dolayısıyla, ayetin nezafet ve temizliğin mukabilinde olan kazarata hamledilmesi için bir sebep yoktur. Böylelikle ayetin kastının örfü kazarat olmadığı anlaşılınca, artık rics için şeri necasetin anlamı bu ayette muayyen olmaktadır. Çünkü anlamlarından hiç birisi bu ayet için münasip değildir. Örneğin manevi kazarat, münasip olmamasının yanı sıra aynı zamanda zihinlerden de uzaktır.* 

***

(Kanın Necasetinde Ölçü, Hayvandan Dökülen Kandır)

Allame (Hilli) “el-Munteha” kitabında kanın necaset oluşunu onun dökülmesine mukayyet edilişini, Şia ulemasına nispet vermiş ve şöyle demiştir: “Şia uleması demiştir ki: her yaşayan cehende –yani kanın damardan akarak (sıçrayarak) dışarı çıkması- hayvanın akan kanı necistir. Bu görüş, “De ki: Bana vahyolunanda, leş…” Ayeti esasına göre İslam ulemalarının görüşüdür.

Allame (Hilli) ayrıca şöyle demektedir: “Şia ulemalarının görüşüne göre balık kanı temizdir. Çünkü Allah Teâlâ, ayette: “Akıtılmış kan” buyurmuştur, hal böyle iken balık kanı akmaz (sıçramaz). 

Anlaşıldığı kadarıyla her kim kanı, akan (sıçrayan) kan olarak mukayyet etmişse, ayete uyulmak istenmesindendir. Allame Hilli’nin de bu ayete sarıldığı müşahede edildiği gibi. Dolayısıyla ayetin içeriği hakkında konuşulması daha yerindedir.* 

وَعَلَى الَّذٖينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذٖى ظُفُرٍ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا اِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا اَوِ الْحَوَايَا اَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ

Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezâdır. Biz elbette doğru söyleyeniz. (146)

İmam Humeyni (r.a)

ABNA24.COM

--------------------------------------

[1] — Usul-u Kâfi, c. 2, s. 182, Kitabu’l İman ve’l Kufr, Babu’l Musafaha, hadis: 16.

[2] — Bu kısım En’am suresinin 91. Ayetinde gelmiştir. Müfredat-ı Rağıb, s. 660’da bu kelime tazim anlamında gelmemiştir. Bilakis marifet ve tanımak olarak gelmiştir: “ma arefu kunhehu”, ancak Cevheri’nin Sihahu’l Lüğet, (c. 2, s 786) kitabında metindeki mananın aynısı gelmiştir. Onun kaynağı bu kitaptır ve hadisin anlamı zahiren Allah’ı tanımak anlamındadır. Yani: “Allah’ı hakkıyla tanımadılar.”

[3] En’am/91, Hac/74 ve Zümer/68

[4] — Usul-i Kâfi, c. 1, S. 100, Tevhit Kitabı, “Babu’n nehy ani’s sıfati biğayri ma vesefe bihi nefsuhu Teâla, h. 1. 

[5] — Bkz. et-Tevhid, s. 31’den sonrası, özellikle 37. hadis ve Biharu’l Envar, c. 3, s. 257 Kitabu’t Tevhit.

[6] — Bkz. Adabu’s Salat, s. 275 – 274 ve ayrıca Hamd suresinin tefsiri, s. 57 – 58. 

[7] —* Kırk Hadis Şerhi, s. 539 – 543.

[8] —* Adabu’s Salat, s. 229.

[9] — Bkz. Biharu’l Envar, c. 17, s. 406, hadis: 30; Kenzu’l Ummal, c. 12, s. 355, hadis: 35364.

[10] —* Takrirat-ı Felsefe, c. 3, s. 190 – 191.

[11] —* Kitabu’t Taharet, c. 3, s. 12.

[12] — Bkz. Firuzabadi, Kamusu’l Muhit, c. 2, s. 227; Cevheri, Sihahu’l Lügat, c. 3, s. 933.

[13] — Erbili, Mecmeu’l Faide ve’l Burhan, c.1, s. 309; Sebzevari, Zahiretu’l Maad, s. 149, satır. 14.

[14] — Tehzibu’l Ahkâm, c. 1, s. 278, 816. Hadisin zeyli.

[15] — Bkz. Mecmeu’l Bahreyn, c. 4, s. 74.

[16] —* Kitabu’t Tahare, c. 3, s. 197–198.

[17] - En’am, 145.

[18] — Munteha’l Matlub, c. 1, s. 163, satır. 20.

[19] — Kitabu’t Taharet, c. 3, s. 204.