AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : Wikishia
Çarşamba

7 Kasım 2018

04:09:41
915627

28 Safer: Peygamber Efendimizin Vefatı ve İmam Hasan’ın Şehadeti

Nehcü’l Belağa’da belirtildiği gibi Efendimiz (s.a.a) can verdiğinde başı, Hz. Ali’nin (a.s) kucağında, sine ve boynu arasında idi.[79] O vakitler Hz. Fatıma (s.a) dışında hiçbir çocuğu hayatta değildi.Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) mutahhar naaşı, Hz. Ali (a.s) ve hanedanından birkaç kişi tarafından gusül verilerek, kefenlendi ve ardından kendi evinde –şu anda Mescid-i Nebi’de yer almaktadır- toprağa verildi.

Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib bin Haşim (Arapça: محمد بن‌ عبد اللّه بن‌ عبد المطّلب بن‌ هاشم) (Fil Yılı/570 M. Mekke – Hicri 11/632 M. Medineİslam dininin Peygamberidir. Ulü’l-Azm peygamberlerinden olan Hz. Resul-i Ekrem Allah’ın yeryüzündeki son elçisidir ve Kur’anKerim Hz. Peygamberin (s.a.a) en önemli mucizesidir. Hz. Muhammed, Müşrik Arabistan toplumda dünyaya gelmesine rağmen, yaşamı boyunca putlara tapmamıştır. Toplumda yaygın olan çirkin davranışlardan sakınmıştır. Peygamberliğinden önce yüce ahlakı ile Mekke'de ün salmış, Muhammedü’l-Emin lakabını almıştır.

Hz. Muhammed (s.a.a) kırk yaşında Allah tarafından peygamberliğeseçilmiştir. En önemli mesajını tevhit olarak beyan eden Resulullah (s.a.a) gönderilişinin nedenini de güzel ahlakı tamamlamak olarak açıklamıştır. Onu ve dinini kabul etmeyenler bile kendisini güzel ahlaklı, güvenilir, yüce bir insan olduğunu itiraf etmişlerdir. Mekke müşrikleri ona ve takipçilerine yıllarca işkence etmelerine rağmen ne kendisi ve ne de takipçileri İslam’dan uzaklaşmamışlar ve onu bırakmamışlardır. Mekke’de geçen on üç yıllık davetin ardından, Medine’ye hicret etmiştir. O'nun Medine’ye hicreti İslam tarihinin (Hicri-Kameri) başlangıcıdır.

Hz. Muhammed (s.a.a) Allah'ın son peygamberi olarak hayatını İslam dinine adayıp çalıştığı gibi Arap yarımadasında hükümet kurarak İslami kanunları(Şeriat) uygulamıştır. Hz. Peygamberin (s.a.a) çabaları ile Arap cahiliyet toplumu, kısa bir sürede tevhit toplumuna dönüşmüş ve hayatta olduğu dönemde Arabistan yarımadasının neredeyse tamamı İslam dinini kabul etmişti. O günden günümüze kadar İslam’ın yayılışı sürmektedir ve bugün İslam evrensel bir dine dönüşmüştür. Hz. Muhammed (s.a.a) Müslümanlara kendisinden sonra Kur’an ve Ehlibeyte (a.s) tutunmalarını ve onlardan ayrılmamalarını istemiştir.

Hayatı

Hz. Muhammed’in (s.a.a) biyografisi hakkında tarihi metinlerde çok sayıda haber yayınlandığından, hayatındaki olay ve gelişmelerin öteki peygamberlere nazaran daha dakik ve tam olduğunu ileri sürebiliriz. Buna rağmen diğer tarihi karakterlerde de olduğu gibi onun yaşamının tüm ayrıntıları tam olarak açık değildir ve bazen belirsizlik görülebilmektedir.

Doğumundan Peygamberliğine Kadar

Nesep, Künye ve Lakapları

Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybetü’l- hamd, Amir) b. Haşim (Amrü’l- Ula) b. Abdümenaf (Muğayre) b. Kusay (Zeyd) b. Kilab (Hekim) b. Mürre b. Ka’b b. Lüey b. Galib b. Fihr (Kureyş) b. Malik b. Nadr (Kays) b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike (Amr) b. İlyas b. Mudar b. Nizar (Haldan) b. Mead b. Adnan (a.s) [1]

Künyeleri: Ebü’l Kasım ve Ebu İbrahim’dir.[2] Bazı lakapları şunlardan ibarettir: Mustafa, Habibullah, Safiyullah, Nimetullah, Hayrahalkillah, Seyyidi’l-Mürsel’in, Hatemü’n- Nebiyyin, Rahmeten Lil-Âlemin, Nebiyyi’l- Ummi.[3] İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) annesi, Veheb b. Abdümenaf b. Zühre b. Kilab’ın kızı Âmine’dir. Oğlu Hz. Muhammed (s.a.a) altı yaşında (bir görüşe göre dört yaşında) iken akrabalarının (Abdülmuttalib’in anne tarafı) yani Beni Adî b. Neccar’ın onu görmesi için Medine’ye bir seyahat gerçekleştirdi. Mekke’ye dönüşü sırasında Otuz yaşında iken “Ebva” denilen yerde hayatını kaybetti ve orada defnedildi.[4]

Allame Meclisi şöyle diyor: İmamiye Şiasının, Ebu Talib (Hz. Peygamberimizin amcası ve Hz. Ali'nin babası), Veheb kızı Âmine (Hz. Peygamberimizin annesi), Abdullah b. Abdülmuttalib (Hz. Peygamberimizin babası) ve Resulullah’ın Hz. Âdem’e (a.s) kadarki ecdadının tamamının imanına icması vardır.[5]

Doğumu

Ana Madde: Hz.Muhammed'in Doğumu

Hz. Peygamberin (s.a.a) doğum yılı bugünkü takvim ile net olarak belli değildir. İbn Hişam gibi bazı oryantalistler onun doğumunun fil yılında olduğunu yazmışlardır. Bu tarih, Ebrehe'nin filleri ile birlikte Kâbe’yi yıkmaya geldiği yıl olarak bilinmektedir. Bu hadiseye şahitlik edenler için bu tarih açık olsa da, tarihteki birçok olay, bugün kullandığımız takvime göre gün, ay ve yıl olarak tam hesaplanamamaktadır. Çünkü tarihçiler Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatını 632 olarak belirtmişlerdir ve Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde 63 yaşındaydı, dolayısıyla doğumu 569–570 arasında olması gerekir.[6]

İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) doğumu Şia’nın meşhur görüşüne göre 17 Rebiülevvel, Ehlisünnetin meşhur görüşüne göre ise 12 Rebiülevveldir.[7] İran'da 12 ile 17 Rebiülevvel arası Şia ve Sünniler arasında vahdet haftası olarak kutlanmaktadır.

Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Mekke'de dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklar göre ise Şi'b-i Ebu Talib'de, Muhammed bin Yusuf'un evinde dünyaya geldiği yönündedir.[8]

Çocukluğu

Ana Madde: Hz. Muhammed'in Çocukluğu

Tarihçiler Hz. Muhammed’in (s.a.a) yaşamı hakkında çeşitli öykü ve hikâyeler yazmışlardır, ancak bunları kesin belge ve senetlere dayandırdığımızda tarihi hakikatleri öykülerden ayırt edebiliriz. O yıllarda yaşanmış olayları, fakat Kur’anve sünnet (rivayetler) belgeleri aydınlatabilir. Ancak Kur’an bu konu hakkında yalnızca kısa değinmelerde bulunmuştur. Bu değinmeler ve tarihçilerin yazmış olduğu ve üzerinde hemfikir oldukları şey, Hz. Muhammed’in (s.a.a) çocukluk dönemini yetim olarak geçirdiğidir.[9]

Babası Abdullah (a.s), Beni Zühre kabilesinin reisi Veheb’in kızı Âmine ile evlendikten birkaç ay sonra ticaret seferlerinin birisinde Şam’dan döndüğünde Yesrib’de hayatını kaybetti. Bazı tarihçiler Abdullah’ın (a.s), Hz. Muhammed (s.a.a) dünyaya geldikten birkaç ay sonra öldüğünü yazmışlardır. Her hâlükârda Hz. Muhammed (s.a.a) süt emme dönemini Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadının yanında geçirmiştir. Altı yaşında annesini kaybetti ve dedesi Abdülmuttalib onun bakımını üstlendi. Sekiz yaşında iken Abdülmuttalib hayatını kaybetti ve bunun üzerine Hz. Muhammed'in (s.a.a) bakımını amcası Ebu Talib üstlendi.[10]

Ebu Talib’in (a.s) evinde, eşi Fatıma bint Esed (s.a) tarafından oldukça şefkat ve ilgi görmüştü. Nitekim kendisi vefat ettiğinde, Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bugün annem vefat etmiştir.” Onu kendi gömleği ile kefenlemiş ve kabre koyarak kabrinde uzanmıştır. Ona "Ey Allah’ın Resulü! Fatıma için çok iç geçiriyorsun" dediklerinde, şöyle buyurmuştur: “O gerçekten benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarının üstleri başları tozlu topraklı dururken önce beni yıkar ve saçımı başımı düzeltirdi, gerçekten benim annemdi.”[11]

Şam’a İlk Yolculuğu ve Nasrani Rahibin Öngörüsü ve Kehaneti

Tarihçilere göre Hz. Muhammed (s.a.a) çocukluk döneminde amcasının Şam’a yaptığı yolculuklarının birinde ona eşlik etmiştir. Busra denilen yerde Bahira adlı bir rahip ondaki peygamberlik alametlerini görerek amcasından onu gözetmesini ve özellikle ona düşmanlık eden Yahudilerden onu korumasını istemiştir. Tarihte belirtilen olaya göre kervan Bahira’nın yanından ayrıldıktan sonra Bahira, Hz. Muhammed’in (s.a.a) yanına giderek şöyle demiştir: "Lat ve Uzza hakkı için sana soracağım sorulara cevap ver!" Hz. Muhammed (s.a.a): “Benden Lat ve Uzza hakkı için bir şey isteme, çünkü hiçbir şeyden bu iki puttan nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum” der. Bunun üzerine Bahira, ondan Allah hakkı için kendisine cevap vermesini ister.[12]

Hilfü’l -Fudul (Erdemliler İttifakı)

Hz. Muhammed’in (s.a.a) evliliğinden önceki önemli olaylardan birisi de “Hilfü’l- Fudul” adlı anlaşmaya katılmasıdır. Bir grup Mekkeli “tüm mazlum ve güçsüzleri koruyup haklarını kollamak” için aralarında bir anlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmayı sonraları övmüş ve eğer yine onu böyle bir anlaşmaya çağıracak olurlarsa onlara katılacağını söylemiştir.[13] (Bkz. Peygamberin (s.a.a) çocukluğu)

İkinci Şam Yolculuğu

Hz. Muhammed (s.a.a) yirmi beş yaşında iken amcası Ebu Talib (a.s) ona şöyle dedi: "Kureyş kervanı ile Şam’a gitmek için hazırlık yap. Huveylid kızı Hatice (s.a), kendisi için ticaret yapmaları ve kârından onu da ortak etmeleri için akrabalarından bazılarına sermaye verdi. Eğer istersen seni de kabul edecek." Sonra Hatice’ye (s.a) konuyu açtı. O da bunu kabul etti. İbn İshak’ın rivayet ettiğine göre Hatice (s.a), Hz. Muhammed’in (s.a.a) emanete riayetini ve büyüklüğünü bildiği için ona eğer benim malımla ticaret etmek istersen payını başkalarından daha çok vereceğim, diye haber gönderdi.[14]

Hz. Hatice (s.a) bu ticaretten oldukça çok kazanç elde etti. Emanet, doğruluk ve dürüstlükte meşhur olan bir adamla ticaret yapmıştı. Bu ticaret seferinden sonra Hz. Hatice (s.a), Hz. Muhammed’le (s.a.a) evlendi.

Evlilik

Evlilik sırasında Hz. Muhammed (s.a.a) yirmi beş, Hz. Hatice’nin (s.a) ise kırk yaşında olduğu yazılmıştır, ancak Hz. Hatice’nin (s.a) dünyaya getirdiği çocukları dikkate alacak olursak, yaşının daha az olduğu muhtemeldir. Arap tarihçilerin onun kırk yaşında olduğunu yazmaları, bu yaşın kâmil bir yaş olmasındandır.[15] Hz. Hatice (s.a), Hz. Muhammed (s.a.a) için çocuklar dünyaya getirdi. Erkek çocukları küçükken öldüler, kız çocukları arasında ise en tanınanı Hz. Fatıma'dır (s.a).

Hz. Hatice (s.a) yirmi beş yıl kadar Hz. Resulullah’la (s.a.a) birlikte yaşadı. Bi’setin onuncu yılı altmış beş yaşında iken, Haşim oğullarının Şi’bi Ebi Talib’ten dışarı çıkışlarının üzerinden bir yıl altı ay geçtikten sonra hayatını kaybetti. Hz. Hatice’nin (s.a) vefatından sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Zem’a b. Kays’ın kızı Sevde ile evlendi. Hz. Peygamberin (s.a.a) sonraki eşleri şunlardır: Ayşe, Hafsa, Zeynep bint Huzeyme b. Haris, Ümmü Habibe bint Ebu Sufyan, Ümmü Seleme, Zeynep bint Cahş, Cuveyriye bint Haris b. Ebi Zirar, Safiye bint Hayy b. Ehteb, Meymune bint Haris b. Hazn, Mariya bint Şemun.[16]

Çocukları

Hz. Resulü Ekrem'in (s.a.a) İbrahim dışındaki tüm çocukları Hz. Hatice'dendir (s.a). İbrahim, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) Mâriya adlı eşindendir. Allah Resulünün (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) dışındaki çocuklarının tamamı Efendimiz (s.a.a) hayatta iken hayatlarını kaybetmiş ve Efendimiz'in (s.a.a) soyu Hz. Fatıma (s.a) aracılığı ile devam etmiştir. Resulullah'ın (s.a.a) toplamda üç erkek, dört kız çocuğu olmuştur:

  1. Kasım (Allah Resulünün ilk çocuğudur. 2 yaşında iken Mekke’de ölmüştür)
  2. Zeynep (Hicretin 8. yılında Medine’de vefat etmiştir)
  3. Rukiye veya Rukayye (Hicretin 2. yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir)
  4. Ümmü Gülsüm (Hicretin 9. yılında Medine’de ölmüştür)
  5. Hz. Fatıma (Hicretin 11. yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir. Efendimizin soyu yalnızca Hz. Fatıma ile sürmüştür)
  6. Abdullah (Bi’setten hemen sonra Mekke’de dünyaya gelmiş ve orada ölmüştür)
  7. İbrahim (Hicretin 10. yılında Medine’de ölmüştür)[17]

Hacerü’l- Esved’in Yerleştirilmesi

Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğinden önce gerçekleşen ve Mekke halkının gözünde onun konumunu ortaya koyan bir diğer hadise de Hacerü’l -Esved taşının yerleştirilme hadisesidir. Kâbe’nin cahiliyet devrinde de Arap halkı nezdinde saygın olduğunu biliyoruz. Bir yıl Kâbe’yi sel basmış ve Allah’ın evinin sütunlarını yıkmıştı. Kureyş, duvarlarını örüp Hacerü’l -Esved taşını yerine yerleştirmek istediklerinde, kabile büyükleri arasında anlaşmazlık yaşandı. Her kabile reisi bu şerefin kendisinin olmasını istiyordu. Sonunda tartışmalar büyüdü. Kabile büyükleri kanla dolu bir leğen getirerek ellerini içine soktular. Bunun anlamı galip gelene kadar savaşmak manasına gelen bir çeşit yemindi. Nihayetinde Beni Şeybe kapısından mescide gelen ilk kişinin hakemliğini kabul edeceklerini ve O'nun vereceği her karara uyacaklarını kararlaştırdılar. İçeri ilk giren kişi Hz. Muhammed (s.a.a) oldu. Kureyş’in ileri gelenleri onun emin olduğunu ve hakemliğini kabul edeceklerini söylediler. Sonra durumu ona anlattılar. Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurdu: "Bir bez parçası açın." Dediği gibi yaptılar. Sonra Hacerü’l-Esved taşını onun üzerine koydu. Her kabile reisinin onun bir ucundan tutmasını istedi. Bez parçasını tutarak yukarı kaldırdılar. Kendisi Hacerü’l- Esved’i alarak yerine yerleştirdi ve bu hakemliği ile kan dökülmesiyle sonuçlanacak büyük bir çatışmayı önledi.[18]

Peygamberliğinden Hicrete Kadar

Bi'set

Ana Madde: Bi'set

İmamiye Şia’sının meşhur görüşüne göre Peygamber Efendimizin (s.a.a), Bi’set’i (peygamberliğe seçilişi) 27 Recep’te olmuştur.[19] Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) Bi’set’ine yakın yıllarda insanlardan uzak durmakta ve tek bir Allah’a ibadet etmekteydi. Yılda bir ay boyunca Hiradağı nda inzivaya çekilir ve ibadet ederdi. (Bkz. Tehannüs) Bu süre zarfında onun yanına giden her ihtiyaç sahibine yemek verirdi. İbadetle geçirdiği ay bittikten sonra Mekke’ye dönerdi ve evine gitmeden önce Kâbe’yi yedi veya daha fazla sayıda tavaf eder, sonra evine giderdi.[20]

Yine Hira’da inzivaya çekilip ibadetle geçirdiği günlerden birinde peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Cebrail benim yanıma gelerek şöyle dedi, ‘Oku.’ Dedim ki ‘Ben okuma bilmem.’ Yine ‘oku’ dedi. Dedim ki ‘ne okuyayım?’ Dedi ki Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[Not 1] Nitekim Hz. Muhammed (s.a.a) kırk yaşında peygamberliğe seçilmiştir. [21]

Allah Resulü (s.a.a) kendisine nazil olan Alak Suresinin ilk ayetlerinin telakkisi ve peygamberlikle şereflenmesinin ardından mağarasından ayrılarak Mekke şehrine geri döndü. Eve döndüğünde o esnada evde üç kişi bulunmaktaydı: Değerli eşi Hz. Hatice(s.a), amcaoğlu Hz. Ali b. Ebu Talib ve Zeyd b. Harise. Hz. Peygamber (s.a.a) tevhide ilk davetini kendi ailesinden başlattı ve ona ilk iman eden kişi eşi Hatice (s.a) ve erkeklerden o sıralar bakımını üstlendiği amcaoğlu Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) oldu.[22] Çeşitli İslam fırkaları kaynaklarında, Ebu Bekir ve Zeyd b. Harise gibi bazılarını da ilk Müslümanlardan saymışlardır.[23] (Bkz. İslam’ı ilk seçenler) Her ne kadar ilk davet oldukça sınırlı da olsa Müslümanların sayısı zamanla artmış ve davetin üzerinden fazla bir süre geçmemesine rağmen İslam’ı seçenler, Mekke’nin dışında Hz. Peygamberle (s.a.a) birlikte namaz kılmışlardır.[24] (Bkz. Gizli Davet)

Açık Davet

Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberliğe seçildikten sonra ilk üç yıl boyunca gizli davette bulundu. Ancak bazıları, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin nüzul sırasına göre Resulullah'ın (s.a.a) Bi’set’ten kısa bir süre sonra umumi davete başladığını söylemişlerdir.[25]

Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce insanları putlara tapmaktan sakındırmakta ve tek Allah’a tapmalarını istemekteydi. İlk önceleri namaz iki rekât idi. Sonraları yolcular dışındakiler için dört rekât ve yolcular için iki rekât farz oldu. Müslümanlar namaz kılmak ve Allah’a ibadet etmek için gözlerden uzak ve tenha yerleri seçiyorlardı. Yavaş yavaş Müslümanlık Mekke’de yayılmaya başladı.[26] Nitekim meşhur görüşe göre, Bi’set’in üzerinden üç yıl geçtikten sonra Allah Teâlâ onu insanları açıkça tevhide davet etmesi için görevlendirdi:

(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.(Şuara Suresi,214, 15, 216)[Not 2]

İbn İshak’a göre, bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi (a.s) çağırarak şöyle buyurdu: "Ey Ali! Allahbana yakın akrabalarımı kendisine tapmaya davet etmemi emretti. Bir koyun kes ve bir miktar ekmek ve süt hazırla." Hz. Ali (a.s) denilenleri aynen yerine getirdi. O gün Abdülmuttalib oğullarından kırk kişi veya kırka yakın kişi bir araya gelerek o yemekten yediler. Tam Peygamber (s.a.a) konuşmasına başlamak isterken Ebu Leheb, o sizi büyüledi dedi. Bunun üzerine meclis karıştı. Allah Resulü (s.a.a) bir gün sonra yine onları davet etti ve şöyle buyurdu: "Ey Abdülmuttalib oğulları! Arapların kendi kavimlerine benim size getirdiğimden daha üstün bir şey getirdiklerini sanmıyorum. Ben, dünya ve ahireti size getirdim."[27]

Taberi şöyle yazar, Allah Resulü (s.a.a) akrabalarına davetini ulaştırdıktan sonra şöyle dedi: "Sizlerden hanginiz bu konuda bana yardım edecek? Her kim bana bu yolda yardım ederse aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olacaktır." Herkes sessiz kaldı. Hz. Ali (a.s) kalkarak şöyle buyurdu: "Ey Allah’ın Resulü! O kişi benim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "O, sizin aranızda benim vasim ve halifemdir; onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin.[28] Bu rivayeti başka tarihçi ve siyer yazarları da kitaplarında yazmıştır ve meşhur hadislerdendir.[29]

Kureyş'in Düşmanlığı ve Sonuçları

Zamanla Müslümanların sayısı artmaya başlayınca Kureyş’in büyükleri tedirgin olmaya başladı. Bundan dolayı, değerli amcası Ebu Talib’in (a.s) yanına giderek ondan kardeşinin oğlundan başlattığı davetine son vermesini istediler. Bir gün ondan Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürmek için kendilerine teslim etmelerini ve bunun yerine İmaret b. Velid adlı kendilerince bilge bir genci ona vermeyi teklif ettiler. Ebu Talib onlara şöyle cevap verdi, "Çocuğumu öldürmeniz için size vermemi ve onun yerine sizin çocuğunuzu yetiştirmemi mi istiyorsunuz? Ne kadar zor bir görev böyle?"[30]

Kureyşliler kabile anlaşmaları gereği Hz. Peygamberin (s.a.a) canına kast edemiyorlardı, zira bu durumda Haşim Oğulları ile çatışmaya girebilir ve aralarında başka sıkıntıların yaşanmasına ve işlerin daha da karmaşık hale gelmesine sebep olabilirdi. Dolayısıyla, Peygambere (s.a.a) karşı muhalefetleri sınırlıydı ve sadece onu kötü sözlerle tahkir etmeye çalışıyorlardı. Ancak yeni Müslüman olmuş savunmasız kişilere karşı yapabildikleri kadar zarar veriyorlardı.[31]

Fakat yavaş yavaş çatışmalar gün yüzüne çıkmaya başladı. Kureyş bir kez daha Ebu Talib’in (a.s) yanına giderek ondan yeğenini gittiği yoldan vazgeçirmesini istediler. Ebu Talib (a.s), yeğenine onların sözlerini ulaştırdı. Hz. Peygamber (s.a.a) cevaben şöyle buyurdu: "Allah’a and olsun ki eğer güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler yine de davetimden vazgeçmeyeceğim." Ebu Talib ise yeğenine şöyle dedi: "Eğer böyle diyorsan yoluna devam et. Ben sana zarar vermelerine izin vermeyeceğim." Bu olaydan sonra Kureyş, ona ve takipçilerine daha çok eziyet etmeye başladı.[32]

Müslümanların Habeşistan’a Hicreti

Ana Madde: Habeşistan’a Hicret

Müslümanların sayısı arttıkça Kureyş’in Hz. Muhammed’e (s.a.a) olan düşmanlık ve muhalefeti daha da artmaya başladı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Talib’in (s.a) himayesi altında olduğu için Kureyş kabile anlaşmaları gereği onun canına kast edemiyordu. Fakat takipçilerine ve özellikle desteği olmayan Müslümanlara karşı hiç bir zorluk çıkarma ve eziyetten geri durmuyordu. Yeni Müslüman olmuş kişilere yapılan bu eziyetler Peygambere (s.a.a) ağır geliyordu. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.a) bu durumdan ötürü onlara Habeşistan’a hicret etmeleri emrini verdi ve şöyle buyurdu: "O topraklarda kimseye baskı yapmayan bir kral var. Oraya gidin ve Allah sizi bu zorluktan kurtarıncaya kadar orada kalın." Kureyş, Müslümanların Habeşistan’a hicret ettiklerini öğrenince, Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rabia’yi Habeşistan kıralı Necaşi’nin huzuruna göndererek onları geri göndermesini istedi. Necaşi, Kureyş elçilerinin sözlerini ve Müslümanların cevaplarını dinledikten sonra onları Kureyş’in elçileriyle geri göndermekten imtina etti. Dolayısıyla Kureyş elçileri eli boş bir şekilde Mekke’ye geri döndüler.[33]

Haşim oğullarının Muhasarası

Kureyşliler, Müslümanların her geçen gün Mekke’de çoğalması ve Habeşistan Kralı Necaşi’nin muhacirleri elçileri ile geri göndermemesi üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) ve Haşim oğullarına ekonomik ambargo uygulama kararı aldılar. Bu sebeple, aralarında bir anlaşma yazarak bundan sonra artık kimsenin Haşim ve Abdülmuttalib oğullarına kız vermeyeceğini ve onlardan kız almayacağını; kimsenin onlara bir şey satmayacağını ve onlardan bir şey satın almayacağını yazdılar. Daha sonra bu anlaşmayı Kâbe’ye astılar. O günden sonra Haşim ve Abdülmuttalib oğulları mecburen Şib-i Ebi Talib diye ünlenen Şib-i Ebi Yusuf denen derede muhasara altına alındılar.[34]

Haşim oğullarının ablukası iki veya üç yıl sürdü. Çok zor şartlar altında geçen bu süre zarfında, akrabalarından bir iki kişi onlara buğday ulaştırıyordu. Bir gece Haşim oğullarına karşı şiddetli düşmanlık güden Ebu Cehil, bu durumdan haberdar oldu ve Hz. Hatice’ye (s.a) buğday yükü götüren Hekim b. Hizam’ı bundan men etti. Başkaları olaya müdahale ederek Ebu Cehil’i kınadılar. Yavaş yavaş gruplar yaptıklarından pişman olmaya başladılar ve Haşim oğullarını savunmaya koyuldular. "Neden Mahzum oğulları nimet içinde yaşasın da Haşim ve Abdülmuttalib oğulları zor şartlar altında yaşasınlar?" diye söylenmeye başladılar. Sonunda bu anlaşmanın iptal olması gerektiğini savundular. Anlaşmaya katılanlardan bir kısmı antlaşmayı yırtma kararı aldılar. İbn Hişam’ın İbn İshak’tan rivayet ettiğine göre Kureyşliler, anlaşma metnine bakmaya gittiğinde akkarıncaların onu yediğini ve ondan geriye yalnızca: “Bismike Allahümme” cümlesinin kaldığını gördüler.[35]

İbn Hişam’dan nakledildiği üzere; “Ebu Talib (a.s), Kureyş meclisine giderek şöyle dedi: “Yeğenim anlaşma sözleşmesinin ak karıncalar tarafından yenildiğini ve yalnızca ondan geriye Allah’ın adının kaldığını söylüyor. Bakın eğer onun sözü doğru ise ablukayı kaldırın ve eğer yalan söylüyor ise onu size teslim edeyim." Sözleşmeye baktıklarında akkarıncaların Allah adı dışında her şeyi yediğini gördüler. Bu şekilde Haşim oğullarına uygulanan abluka kırılmış oldu ve onlar Şib-i Ebi Talib’ten dışarı çıktılar.[36]

Medine’ye Hicret

Taif’e Yolculuk

Hz. Peygamberin (s.a.a) Şib-i Ebi Talib’den çıkmasından kısa bir süre sonra en yakın iki yâr ve yardımcısı olan Hz. Hatice (s.a) ve Hz. Ebu Talib (a.s) vefat ettiler.[37] (Bkz. Hüzün Yılı) Ebu Talib’in (a.s) vefatı ile Hz. Peygamber (s.a.a) en önemli destekçisini kaybetmiş ve müşrikler ellerine geçen bu fırsatla Hz. Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlaraeziyetlerini arttırmışlardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke dışında yaşayanları özellikle Taif’i İslam’a davet etme çabaları sonuç vermemiş, oldukça yıpranmış ve rahatsız bir şekilde Mekke’ye geri dönmek zorunda kalmıştı.[38](Bkz. Peygamberin Taif Seferi)

Medine’nin Durumu

Sonunda Hz. Peygamber (s.a.a) İslam dinine davet için Yesrib şehrinin münasip olduğuna karar verdi. Tarihçilerin belirttiğine göre Yesrib Yahudileri ile şehrin putperestleri arasında zaman zaman çatışmalar yaşanır ve Yahudiler onlara yakın bir zamanda İsrail ırkından bir peygamberin geleceğini ve kontrolü eline alacağını ve böylece bölgeye hüküm edeceklerini iddia ettiklerini yazmaktadırlar. Bu şekilde bir peygamberin ortaya çıkacağı düşüncesi Yesrib halkı arasında yaygınlaşmıştı. Öte yandan bu şehirde ikamet eden bazı kabileler arasında devamlı çatışmalar yaşanırdı. Hicrete yakın bir zamanda iki büyük kabile olan Evs ve Hazrec arasında büyük bir çatışma yaşanmıştı. Aralarındaki çatışma “Yevmü Buas” diye meşhurdur. Bu savaşta iki taraftan da çok büyük kayıplar verilmişti. Her iki kabile de savaşlardan bıkmıştı ve artık barışmak istiyorlardı, ancak yaygın kabile geleneklerine göre savaşın ortadan kalkması ve tarafların barışması için maktul tarafına kan parası ödenmesi gerekiyordu. Kan parasını ise herkesin başkanlığını kabul edeceği büyük bir adamın belirlemesi gerekiyordu. Ayrıca kan parasını belirleyecek kişi çatışmalarda yer almamalıydı.

Böyle birisinin Yesrib’te bulunması mümkün değildi. Çünkü ilk olarak önde gelen kabilelerin başkanlarının çoğunluğu savaşlara karışmıştı ve ikinci olarak hiçbir kabile reisi kendisini başka kabile reisinden aşağı görmüyordu. Yazdıklarına göre Yesrib halkı, kabile savaşlarında tarafsız kalmış ve nispeten kudretli olan Abdullah b. Übey b. Ebi Selul’u şehrin başkanı olarak atamak istemişler ve hatta onun için bir taç bile hazırladıklarını yazmışlardır, ancak aynı günlerde Mekke’de başka bir hadise baş göstermiştir.[39]

Hz. Peygamberin (s.a.a) Medine Hacıları İle Görüşmesi

Hz. Peygamberin (s.a.a) hac mevsiminde hac ziyaretine gelen kabileleri ziyaret ederek onları İslam’a davet ediyordu. Resulullah (s.a.a) bir yıl Hazrec kabilesinden altı kişi ile görüşerek risaletini onlara tebliğ etti. Onlar, Hz. Peygamberin (s.a.a) anlattıklarını dinleyerek davetindeki barış, sefa ve sakınma vaadini görünce kabul ettiler ve şöyle dediler: "Bizler kendi halkımızın yanına gidip, onlara senin dinini anlatacağız ve belki de senin bereketinle şehrimizdeki savaş ve çatışmalar ortadan kalkar. Eğer bizlerin kendi aramızda birlik olmamıza neden olursan, aramızdaki en değerli insan sen olursun."[40]

Bu altı kişi Yesrib’e geri döndüler ve şehir halkını Hz. Muhammed’in (s.a.a) davetinden haberdar ettiler. Şehir halkının çoğu ortaya çıkan bu yeni durumdan çok mutlu oldu. Bir taraftan Hz. Peygamberin (s.a.a) zuhur öyküsünden haberdar olduklarından Hz. Muhammed’i (s.a.a) kendi şehirlerine davet ederek böyle bir şerefe Yahudilerden önce nail olmak istiyorlardı. Diğer taraftan kendilerine başkan olarak kabul edecekleri kişi kabile tarafından değil, Allah tarafından seçilmiş biri olacak ve öte yandan o, şehir halkından olmadığından savaşlara ve çatışmalara da katılmamış olacaktı.[41]

Birinci Akabe Antlaşması

Bir yıl sonra hac mevsiminde Medine halkından on iki kişi Akabe’de Hz. Muhammed’e (s.a.a) biat etti. Biatleri gereği Allah’a şirk koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, kendi çocuklarını öldürmeyecekler (Bkz. Kızları diri diri toprağa gömmek), kimseye iftira atmayacaklar, Hz. Muhammed’in (s.a.a) emrettiği hayır işlerde ona itaat edeceklerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) Mus’ab b. Umeyr adlı birisini insanlara Kur’an’ı öğretmesi ve şehrin durumu ve halkın İslam’ı kabul etme oranından haberdar olmak için onlarla birlikte Yesrib’e gönderdi.[42]

İkinci Akabe Antlaşması

Bir yıl sonra (Bi’set’in 13. yılı) hac mevsiminde yetmiş üç erkek ve kadın hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra Akabe’de bir araya geldiler. Allah Resulü (s.a.a) amcası Abbas b. Abdülmuttalib’le birlikte onların yanına gitti. Mevcut bilgilere göre ilk konuşmacı Abbas olmuş ve şöyle demiştir: "Ey Hazrec halkı! Muhammed bizdendir ve gücümüz yettiğince onu insanların kötülüklerinden korumaya çalıştık. Şimdi o, sizin yanınıza gelmek istiyor. Eğer ona destek verecek ve muhaliflerin şerrinden koruyacak güce sahip olduğunuzu düşünüyorsanız ne âlâ, yoksa şimdiden onu terk edin." Onlar Abbas’a cevap olarak şöyle dediler: "Konuşmalarını duyduk; şimdi ey Allah’ın Resulü! Sen ve Allah’ının yanında hoşuna giden şeyi bize söyle." Hz. Peygamber (s.a.a) Kur’an’dan bir ayet okuyarak şöyle buyurdu: "Bana kendinizden birisiymişim gibi destek verecekseniz, sizinle biatleşiyorum." Medine halkının temsilcileri böylelikle; Resulullah'ın (s.a.a) düşmanına düşman, dostuna dost ve ona savaş açana savaş açacaklarına dair kendisine biat ettiler. Bundan dolayı bu biate Bey’etü’l- Harp demişlerdir. Bu biatten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların Yesrib’e gitmelerine izin vermiştir. Onlar Yesrib’e gitmiş ve Yesrib halkı onları çok güzel karşılamıştır. İslam tarihinde Mekke’den Medine’ye gidenlere “Muhacir” ve Medine’de Muhacirleri kabul edenlere ise “Ensar” denmiştir.[43]

Darü’n -Nedve Komplosu

Kureyş başları İslam’ın yayılması için yeni bir üssün oluştuğunu anladıklarında ve ondan daha önemlisi Medinehalkının Hz. Peygamberle (s.a.a) yardım anlaşması yaptığını duyduklarında tehlikeyi daha çok hissettiler. Hz. Muhammed (s.a.a) ve takipçileri, onlara yaptıkları onca işkence ve eziyetten sonra intikam almaya kalkabilir ve savaş kastı olmasa bile onlar için ciddi bir tehlike oluşturabilirlerdi. Zira Yesrib şehri Mekke’ye yakın en büyük şehirdi. Kureyş tacirleri mallarını satmak için oraya gitmekteydi ve her birinin o şehirde müşterileri vardı. Bu şehri kaybetmeleri durumunda büyük bir ekonomik zarar göreceklerdi. Böyle bir yenilgiden kurtulmak için geleneksel kabile antlaşmalarını görmezlikten gelerek Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürmeyi kolaylaştıracak kararlar aldılar. Ancak onu öldürmek kolay bir iş değildi. Haşim oğulları öylece sessizce oturmazdı. Aralarında kan davası oluşur ve intikam isterlerdi. Buna uygun bir yol bulmak için Darü’n- Nedve’de bir toplantı düzenlediler. Sonunda her kabileden bir gencin gelmesini, toplu olarak Hz. Muhammed’e (s.a.a) saldırarak hep birden kılıçlarıyla ona vurarak kendisini öldürmeleri gerektiği sonucuna vardılar. Bu durumda katil, bir kişi olmayacak ve Haşim oğulları da intikam almaya kalkamayacaktı, çünkü tüm kabilelerle savaşmak onların gücünü aşmaktaydı. Mecburen yalnızca kan parası almak zorunda kalacaklardı.

Kureyş’in böyle bir komployu yürürlüğe koymak istediği o gece, Hz. Peygamber (s.a.a) Allah’ın emri ile Mekke’yi terk etti ve Hz. Ali’yi (a.s) kendi yatağına yatırdı. (Bkz. Leyletü’l Mebit) Kendisi Ebu Bekir b. Kuhafe ile birlikte Yesrib’e doğru yola koyuldu. Üç gün boyunca Mekke yakınlarındaki Sevr dağında kaldılar. Böylelikle onları takip edenler ümitsizliğe kapıldılar. Daha sonra ise Yesrib yolunu tuttular.[44]

Hicretten Vefata Kadar

Allah Resulünün (s.a.a) Rebiülevvel ayının hangi günü Mekke’den çıktığı ve hangi gün Medine’ye vardığı konusunda siyer (Peygamberin hayatının kaleme alınması) yazarları arasında fikir ayrılığı vardır. Onun siyer çizgisini kaydeden İbn Hişam şöyle yazmaktadır: 12 Rebiülevvel Pazartesi günü, gün ortası Kuba’ya vardı. İbn Kelbi ise Hz. Peygamberin (s.a.a) Rebiülevvel’in birinde Pazartesi günü Mekke’den çıktığını ve Kuba’ya varmasını ise aynı ayın on ikisinde Cuma günü olduğunu yazmaktadır. Bazıları ise Rebiülevvel ayının sekizinde oraya yetiştiğini yazmışlardır. Sonraki İslam tarihçileri ve Avrupalılar ise Hz. Muhammed’in (s.a.a) dokuz gün yolculuk yaptığını ve Bi’set'in on dördüncü yılında (24 Eylül 622) Rebiyülevvel ayının on ikisinde Medine yakınlarındaki Kuba’ya vardığını yazmaktadırlar. Daha sonraları Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicreti Müslümanların tarih başlangıcı oldu. Ancak Kameri yılın birinci ayı olan Muharrem ayını yılın başlangıç ayı olarak kabul ettiler. Allah Resulü (s.a.a) Kuba’da durduğu zaman içerisinde Kuba mescidi denen bir mescit bina etti.[45]

Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamberin (s.a.a) Hicretinden sonra üç gün Mekke’de kaldı. Allah Resulünün yanında olan emanetleri sahiplerine verdi. Daha sonra Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Fatıma’nın (s.a) da içlerinde olan ailesi ile birlikte Medine’ye doğru yola koyuldular. Kuba’da Gülsüm b. Hedm’in evinde Hz. Peygamber (s.a.a) ile buluştular.[46]

Hz. Peygamber (s.a.a) Cuma günü Beni Neccar’dan bir grup ile birlikte Medine’ye doğru hareket etti. İlk Cuma namazını Beni Salim b. Afv kabilesinde kıldı. Şehre girdiğinde her kabilenin büyüğü yahut her ailenin reisi Hz. Peygamberi (s.a.a) kendisi ağırlamak istiyordu. Böylelikle herkesten daha çok böyle bir şerefe nail olmak istiyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.a) ise davet edenlere cevap olarak devesinin nerede yatacak olursa orada kalacağını, devesinin görevlendirilmiş olduğunu ve nerede yatacağını bildiğini buyurdu. Bu zekice girişim de Mekke’deki Hacerü’l Esved taşını yerleştirmedeki ile aynıdır. Orada çok kanların dökülmesini önlemişti. Böyle bir tedbirle, Hz. Peygamber (s.a.a) onca isteklinin arasında birisinin kendisine ev sahipliği yapması durumunda diğerlerinin üstünde derece elde edecek olmasını ve diğerlerinin de bundan dolayı böylesi bir şereften mahrum kalarak üzülmelerini önlemiş oldu. Deve, Beni Malik b. Neccar’ın evinin önünde, günümüzde Mescid-i Nebevi olarak bilinen yerde yattı. O yer iki yetime aitti ve orada hurma kurutuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu iki yetimin bakımını üstlenen Muaz b. Afra’dan o yeri satın aldı ve orada şu anki caminin esasını oluşturan bir cami yaptırdı. Ebu Eyyub el-Ensari, Hz. Peygamberin (s.a.a) eşyalarını alarak eve götürdü ve Hz. Peygamber (s.a.a) kendisi için bir yer yapılana kadar orada Ebu Eyyup el-Ensari’nin yanında kaldı. Hz. Muhammed (s.a.a) caminin yapımında Müslümanlara yardım etti ve ashabından olan ihtiyaç sahiplerinin kalması için Suffa'yı yaptırdı. Bu Suffa’da kalanlar, İslam tarihinde Ashab-ı Suffe diye meşhur oldukları gibi Allah Resulü'nün (s.a.a) seçilmiş ashabındandılar.[47]

Adına hicret denilen Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke’den çıkışı, Hz. Peygamber ve İslam tarihinin dönüm noktası olmuştur. Zira o günden sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yalnızca müşrikleri putperestlikten uzak tutup onları tek Allah’a iman etmeye çağırmayacak, bilakis bir hükümetin yöneticisi ve semavi şeriat ölçülerine göre yeni bir toplum kurması gerekecekti. Hz. Peygamber (s.a.a) bu süre zarfında İslam’ın tebliği için bazılarını kabilelere göndermekte ve ülke başkanlarına da davetiye göndererek insanları tevhit dinine davet etmekteydi.

Muhacirlerin sayısı günden güne artmakta ve Ensar onlara kendi evlerinde yer vermekteydiler. Hz. Peygamber (s.a.a) ilk olarak Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik akdi koydu ve kendisi Hz. Ali’yi (s.a.a)kendi kardeşi olarak ilan etti.[48] Azınlıkta olan bir grup ise zahirde İslam iddiasında bulunmaktaydılar, ancak kalpleriyle iman etmemişlerdi. Bunlara münafık adını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.a) Medine’ye hicret ettikten bir süre sonra Yahudiler olmak üzere şehir halkı ile birbirlerinin sosyal haklarına riayet etmeleri için antlaşmalar yaptı.[49] (Bkz. İslam’daki ilk antlaşma sözleşmesi)

Münafıklar ve Yahudiler

Yesrib halkının çoğunluğu Müslüman veya Hz. Peygamber ile (s.a.a) mutabık olmalarına rağmen şehrin ve çevresinin tam olarak kendisine itaat ettiği söylenemezdi. Şehrin başkanlığını üstlenme girişimleri ile bilinen Abdullah b. Übey, Hz. Muhammed’in (s.a.a) Yesrib’e gelmesiyle bu makamdan mahrum kalmıştı; öylece sessizce yerinde boş oturmadı ve görünüşte kendisini Müslüman olarak tanıtıp Hz. Muhammed (s.a.a) ve Müslümanlar aleyhine komplolar kurmaktaydı. Medine Yahudileri ile bile gizli işler çevirmekteydi.[50]

Kur’an’ın ilk medeni ayetlerinin münafıklar olarak andığı bu grup, Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların yolunda sorun çıkartmaya başladılar. Bu grubun çözüm yolu, müşrik ve Yahudilerden daha zordu, zira bunlar kendilerini Müslümanların yanında Müslüman olarak göstermekteydi. Hz. Peygamber (s.a.a) de İslam’ın bariz hükmüne göre onlarla savaşamazdı.[51] Kur’an ayetleri de Allah ve Resulünün (s.a.a) sizin içinizden haberi var ve sizin Müslümanlığı kendi güvenliğiniz için bir kalkan olarak kullandığınızı bilmektedir diye bazen onları tehdit etmiştir:

Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin, derler. Allah da bilir ki sen elbette onun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.(Münafikun, 1)[Not 3]

Abdullah’ın İslam yolundaki baltalama girişimleri ölümüne (Hicretin dokuzuncu yılına) kadar sürdü. Yahudiler Medineantlaşması ile hukuk sahibi olmalarına ve savaş ganimetlerinden bile yararlanmalarına rağmen ilk önceleri kendilerini Müslümanlarla barışık gösteriyorlardı ve onlardan kaç kişi de Müslüman olmuştu, ama sonunda rahatsızlıklarını belli etmeye başladılar. Bu rahatsızlıklarının nedeni ise geçmişte Yesrib şehrinin ekonomisine hâkim olmaları hasebiyle çöl Arapları ve ayrıca Mekke müşrikleri ile ticaret yapmaktaydılar ve Abdullah b. Übey’in Medine hâkimi olmasıyla ekonomik nüfuzlarını daha da arttırmayı düşünüyorlardı. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.a) bu şehre gelmesi ile İslam dininin yayılması bu nüfuzun genişlemesine mani oldu. Bunun dışında Yahudiler kendi nesillerinden olmayan bir peygamberi peygamber olarak kabullenemiyorlardı. Bundan dolayı bir süre sonra Hz. Muhammed’e (s.a.a) karşı muhalefet bayrağı açtılar. Anlaşıldığı kadarıyla Abdullah b. Übey’de onların tahriklerine etkisiz kalmıyordu. Yahudiler, bizim beklediğimiz peygamber Muhammed (s.a.a) değildir ve Kur’an’ın dediği şeyler bizim kitaplarımızda söylenen şeylerle aynı değildir diyorlardı. Bu konu hakkında Kur’an’dan çok sayıda ayet nazil olmuş, Tevrat ve İncil’in zamanla tahrif olduğunu ve Yahudi âlimlerin kendi makamlarını korumak için ayetleri değiştirdiklerini açıklamıştır. Nihayetinde Kur’an İslam’la Yahudi ve Nasraniler arasındaki bağlantıyı koparmış ve Müslümanların Yahudiler karşısında bir ümmet olduğunu onlara telkin etmek için şöyle buyurmuştur: Araplar İbrahim milletindendir ve İbrahim İsrail’in büyük babasıdır;

Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysaki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz. İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; O sadece Allah'ı bir tanıyan ve dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi. (Al-i İmran, 65-67)[Not 4] [52]

Kıble’nin Değiştirilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a), Medine’ye Hicretinden sonra on yedi ay boyunca namaz vakitlerinde Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Yahudiler şöyle diyorlardı: Muhammed’in (s.a.a) kıblesi yoktu, biz ona öğrettik. Hz. Resulullah (s.a.a) bu iğneleme ve serzenişlerden rahatsız oluyordu. Hicretin ikinci yılı Şaban ayında bir gün Beni Selime mescidinde öğlen namazı kıldığında bu ayet nazil oldu:

(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, namazda yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki kitap ehli, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (Bakara, 144)[Not 5]

Hz. Peygamber (s.a.a) o haldeyken yüzünü Beytü’l -Mukaddes’ten çevirerek Kâbe’ye doğru yöneldi. Bu mescit, İslam tarihinde Mescid-i Kıbleteyn olarak meşhur oldu. Kıblenin değişikliği Yahudi ve münafıklara ağır gelmişti.Müslümanlara karşı şimdiye kadar namazlarda Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldınız da şimdi neden kıbleniz değişti? diyorlardı. Bu ayet eleştiride bulunanlara cevap olarak nazil olmuştur:

Birtakım kendini bilmez akılsızlar, “Onları (Müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.”[53] (Bakara, 142)[Not 6]

Medine'de Savaş ve Çatışmalar

Bedir Savaşı

Ana Madde: Bedir Savaşı

Hz. Peygamberin (s.a.a) Medine halkı ile ikinci Akabe anlaşmasını yaptıktan sonra Kureyş ile bir savaşın kaçınılmaz olduğu öngörülmekteydi.[54] Ebva veya Veddan gazvesi diye adlandırılan ilk gazve Safer ayında Hicretin ikinci yılında meydana geldi. Bu ordu çıkarmasında bir çatışma yaşanmadı. Ondan sonra Rebiülevvel ayında “Buvat” gazvesi meydana geldi. Bu gazvede de bir çatışma yaşanmadı. Cemaziyülevvel ayında Kureyş kervanının Ebu Süfyan önderliğinde Mekke’den Şam’a doğru yola çıktığı haberi ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.a) Zatü’l- Uşeyre bölgesine kadar onların peşi sıra gitti, ancak ortadan kaybolmuşlardı. Bu gazveler sonuçsuz kalmıştı, çünkü Medine’deki casuslar Hz. Peygamberin (s.a.a) kararından haberdar olmuş ve ordu hareket etmeden önce kervana ulaşarak durumu haber vermişlerdi. Kervan ise ya yönünü değiştirmiş ya da aceleyle yol almıştı.[55]

Sonunda aynı yıl Hicretin ikinci yılında, Müslümanlarla müşrikler arasında en önemli askeri çatışma yaşandı. Bedir savaşı diye meşhur olan bu savaşta Müslümanların sayısı Mekkelilerin sayısından az olmasına rağmen, savaştan galip çıkmayı başarmışlardı. Müşrikler, çok sayıda kayıp vererek esir düşmüş ve geride kalanlar ise kaçmışlardı.[56]Bu savaşta başta Ebu Cehil ve Kureyş’in ileri gelenleri olmak üzere çok sayıda (70) kişi öldürülmüş ve aynı sayıda müşrik de esir alınmıştı. Müslümanlardan yalnızca on dört kişi şehit olmuştu. Savaşta, Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) fedakârlıkları ve Hz. Peygambere (s.a.a) olan yardımlarının yanı sıra, aynı zamanda cesaret ve yiğitlikleri ile ünlü olan Mekke’nin bazı savaşçıları onun eliyle öldürülmüştü. Onun yiğitliği sayesinde İslam ordusunun zaferi kesinleşmişti.[57]

Yahudilerle Savaşlar

Yahudilerle ilk çatışma, Bedir savaşından ve Müslümanların büyük zaferinden birkaç hafta sonra meydana geldi. Beni Kaynuka Yahudileri, Medine’nin dışında bir kalede yaşıyorlar, orada kuyumculuk ve demircilik yapıyorlardı. Tarihi nakillere göre bir gün Arap kadınlarından birisi pazara giderek malını Kaynuka Yahudilerinin pazarında satar ve bir kuyumcunun dükkânında oturur. Yahudilerden birisi onun eteğini beline bağlar ve kadın yerinden kalkınca eteği açılır ve orada bulunan Yahudiler bu duruma gülüp, dalga geçerler. Kadın feryat eder ve Müslümanları yardımına çağırır. Kargaşa kopar, Müslümanlardan birisi kadının yardımına koşar ve Yahudi adamı öldürür. Bunun üzerine Yahudiler toplanırlar ve o Müslüman’ı öldürürler. Böylelikle fitne alevi kızışır. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) orada kalmak istiyorlarsa onlardan teslim olmalarını ister. Beni Kaynuka, Peygamberimize (s.a.a), "Mekke halkının yenilmesi seni yanıltmasın, onlar savaş adamı değildiler, eğer bizler seninle savaşırsak sana ne olduğumuzu gösteririz" derler. Aşağıdaki ayet bu Yahudiler için nazil olmuştur:

(Resulüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir! (Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki gurubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan bir topluluk, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir topluluk. Allah dilediğini yardımı ile destekler…) (Al-i İmran, 12–13)[Not 7]

Sonunda Hz. Peygamber (s.a.a) kaçınılmaz olarak onları muhasara altına almıştır. Muhasara on beş gece ve gündüz sürer ve sonunda Yahudiler teslim olurlar. Abdullah b. Übey, ısrar ettiği için Hz. Peygamber (s.a.a) onları öldürmekten vazgeçer ve onları Şam’a sürgün eder. Bu Yahudi grubun muhasarası Hicretin ikinci yılı Şevval ayında gerçekleşmiştir.[58]

Uhud Savaşı

Ana Madde: Uhud Savaşı

Hicretin üçüncü yılında Kureyşliler kendileri ile bir olan kabilelerden Müslümanlara karşı yardım istediler ve Ebu Süfyan komutasında hazırlanmış bir ordu ile Medine’ye doğru yola koyuldular. Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce Medine’de kalmayı istiyordu, ancak sonradan Mekke ordusu ile şehir dışında karşılaşma kararı aldı. Uhud Dağıyakınlarında iki ordu karşı karşıya geldiler. İlk önce Müslümanlar zafer kazanmış, ancak Halit İbn Velid’in hilesi ile müşrikler bir grup Müslüman’ın gafletinden yararlanarak Müslümanların arka tarafından saldırıya geçtiler ve oradaki Müslümanları öldürmeye başladılar. Bu savaşta Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) amcası Hz. Hamza (a.s) şehit oldu. Hz. Peygamberin (s.a.a) kendisi de yaralandı ve öldüğüne dair söylentiler, Müslümanların morallerinin bozulmasına neden oldu. Müslümanlar üzgün bir şekilde Medine’ye geri döndüler. Bu vakıa hakkında inen Kur’an ayetleri, Müslümanlara taziye niteliğindedir.

Beni Nadir ve Dumetü'l -Cendel Savaşları

Ana Madde: Beni Nadir Gazvesi

Hicretin dördüncü yılında, Medine çevresindeki kabilelerle birkaç dağınık çatışma yaşandı. Bu çatışmalarla yeni oluşumun kendilerinin yararına olmadığını bildiklerinden, birleşip Medine’ye saldırmaları mümkündü. Reci’ ve Bi’r-i Maune adlı iki hadise sonucu Müslüman tebliğcilerin birlik olmuş kabileler tarafından öldürülmeleri, bu ittihadı göstermekte ve ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.a) Medine’de İslam’ı yaymak için gösterdiği çabayı ortaya koymaktadır.[59] Aynı yıl, Hz. Peygamberin (s.a.a) en önemli savaşlarından birisi Medine Yahudilerinden Beni Nadiradlı kabileye karşı olan savaşıdır. Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla müzakerelere oturmuş, ancak Yahudiler onun canına kastetmişlerdi. Ama sonunda bölgeden göç etmek zorunda kalmışlardır.[60] (Bkz. Beni Nadir Gazvesi) bir yıl sonra, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Müslümanlar Dumetü’l-Cendel denilen Şam sınırlarına kadar gittiler; İslam ordusu oraya ulaştığında düşman kaçmıştı, bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.a) Müslümanlarla Medine’ye geri döndü.

Ahzab, Beni Kureyza, Beni Mustalik Savaşları

Ana Madde: Ahzab Savaşı, Beni Kurayza Savaşı, Beni Mustalik Gazvesi

Ebu Süfyan, hicretin dördüncü yılında bir grubu Bedir’e getirmiş, ama yolun yarısında pişman olarak geri dönmüştü. Bu geri dönüş onun komutanlığını Kureyş ileri gelenlerinin gözünde zayıflatmıştı. Bunun üzerine büyük ve donanımlı bir ordu hazırlamak zorunda kaldı. Nihayetinde Hicretin beşinci yılında altı yüzü süvari olmak üzere yedi ila on bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu büyük orduyu Medine’ye doğru yola koydu. Bu ordu, çeşitli Arap kabilelerinden teşkil olduğu için adına Ahzab Savaşı denmiştir. Buna ilave olarak Hayber’de yaşayan Yahudi Beni Nadir kabilesi ile Gatafan kabilesi, Hz. Peygambere (s.a.a) karşı Kureyş’le birlik oldular. Medine içlerinde yaşayan ve Kureyş’e yardım etmeyeceklerine dair Müslümanlarla anlaşma yapan Beni Kurayza kabilesi de antlaşmayı bozarak Mekkelilerleişbirliği yaptılar. Bu büyük ordu karşısında, Hz. Peygamberin (s.a.a) yalnızca üç bin kişilik bir ordusu vardı, ki birkaç süvari dışında, herkes piyade idi.

Medine halkı,bu kez Uhud Savaşının aksine şehri savunma pozisyonuna geçirme kararı aldı. Bu savaşta Selman-ı Farisi’nin önerisi ile şehrin korunması için hendek (çukur) kazıldı. Medine şehri üç taraftan hurma bahçeleri ve binalarla koruma altındaydı, düşman bu üç noktadan onlara saldıramazdı; kuzeye kazılan hendekle düşman süvari birliklerinin o noktadan saldırısı da önlenmiş oldu. Mekke ordusu Medine’ye ulaşmadan önce hendek kazma işlemi tamamlanmıştı. Düşman oraya ulaşınca şaşkınlık içinde kala kaldı, çünkü o güne kadar böyle bir savunma metodu görmemişlerdi. Süvari birlikleri hendekten geçemiyordu, her ne kadar onlara yaklaşmak isteseler de bu sefer okçular onlara fırsat vermiyordu.

Amr b. Abdüved ve İkrime b. Ebu Cehil, hendekten aşma kararı aldılar. Cesaret ve kahramanlığı ile ünlü olan Amr, Hz. Ali (a.s) tarafından öldürüldü. Görüntüde Hendek savaşı, Medine için zarar vericiydi. Az sayıda bir ordu, öylesine büyük bir orduya karşı ne yapabilirdi ki? Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce Gatafan kabilesini düşman ordusundan ayırmaya çalıştı. Onlara Kureyş’le iş birliği yapmamaları halinde Medine mahsulünün üçte birinin onlara verileceğini bildirdi. Ensar, Hz. Peygamberden (s.a.a) bu barış anlaşmasının vahiy kaynaklı olup olmadığını sordu. Peygamber (s.a.a) vahiy kaynaklı olmadığını söyleyince, şöyle dediler: Bu durumda bizler böyle bir yenilgiye razı olmayız. Allah, bizi İslam diniyle hidayet etmediği günlerde bile aşağılanmaya razı olmuyorduk, bugün Allah senin sayende bizleri kurtarmış ve başarılı kılmıştır, nasıl kendimizi aşağılatabiliriz? Sonunda o barış anlaşması gerçekleşmedi.

İslam dinini seçtiğini belli etmeyen Müslümanlardan birkaç kişi bir taraftan Beni Kurayza ve öte yandan Gatafan ile ilişki halindeydiler. Bu Müslümanlar bu iki grubu birbirine düşürerek dolduruşa getirdi. Doğa olayları da buna yardımcı oldu. Rüzgâr ve sıcaklıklar Mekke ordusuna çok zor anlar yaşatıyordu. Sonunda Ebu Süfyan, geri çekilme emri verdi ve Medine on beş günlük bir kuşatmanın ardından kurtuldu. Ahzab Savaşının sonucu Müslümanlar için ümit vericiydi, ancak Mekke için birçok sıkıntıyı beraberinde getirdi. Kureyş ticaret adamları için Medine pazarının artık sonsuza kadar kaybedildiği netlik kazandı. Buna ilave olarak Medine’nin gücü, Mekke’nin Suriye’ye olan ticaret yolunu da tehlikeye düşürmüş ve artık Kureyş tacirleri rahat bir şekilde işlerine devam edemez olmuşlardı. Ebu Süfyan’ın komutanlık pozisyonu Kureyş nezdinde sarsıldı. Kureyş’in diğer kabileler nezdindeki azameti de kırıldı. Beklenmedik bir hadise ile öylesine büyüklükteki bir ordu şehir kapılarından geri dönmek zorunda kalmıştı; bu, bazı bedevi Arapların İslam’a yönelmelerine neden olmuş ve Müslümanların harikulade bir güçle korunduğuna inanmışlardı. Ve bu savaşın ardından olaylar Müslümanların lehine gelişmeye başladı.[61]

Ahzab Savaşı sona erince, Hz. Peygamber (s.a.a) Beni Kurayza Yahudilerinin peşine düştü. Bu Yahudi grubu, Medine antlaşması gereği Müslümanlara karşı girişimde bulunmadıkları sürece güvende olacaklardı, ancak onlar Ahzab Savaşında düşmanla ittifak kurmuştu. Bu grubun tehlikesinin hafife alınmaması gerektiği de herkese malumudu. Hz. Peygamber (s.a.a) onların peşine düşerek muhasara altına aldı. Yirmi beş gecelik muhasaranın sonunda teslim oldular. Beni Kurayza ile antlaşması olan Evs kabilesi Hz. Peygambere (s.a.a) şöyle dediler: "Beni Kurayza bizim müttefikimizdir, yaptıklarından pişmanlık duyuyorlar; müttefiklerimize Hazrec’in müttefiklerine (Beni Kaynuka’ya) davrandığın gibi davran, nitekim senin Abdullah b. Übey ile müttefik olan esir Yahudileri bağışladığını gördük." Hz. Peygamber (s.a.a) Beni Kurayza esirleri hakkındaki kararı, Evs kabile reisi Sa’d b. Muaz’ın vermesini istedi. Beni Kurayza da buna razı oldu. Sa’d dedi ki "Benim görüşüm erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınmasıdır." Sa’d’ın hakemliği esasına göre hendekler kazıldı ve Beni Kurayza erkeklerinin boyunları hendeklerin yanlarında vuruldu.[62]

Elbette tarihçiler arasında yukarıdaki hadise hakkında fikir ayrılığı vardır. Doktor Şehidi şöyle yazmıştır: "Öyle anlaşılıyor ki Beni Kurayza öyküsü, olayın yaşandığı tarihten yıllar sonra ve Hazrec kabilesine mensup olan o muhasarada hazır bulunanlar tarafından kaleme dökülmüştür. Bu şekilde Evs kabilesinin Hazrec kabilesi kadar Hz.Peygamber'in yanında değeri olmadığı ve bundan dolayı Hazrec’in müttefiklerine dokunmadığı, ama Evs kabilesinin müttefiklerinin boynunu vurduğu gösterilmek istenmiştir. Ve ayrıca Evs kabile reisinin kendi müttefiklerinin haklarına riayet ettiği de anlatılmak istenmiştir."[63]

Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) karşı toplanan Beni Mustalik kavmine karşı da bir zafer kazandılar.[64] (Bkz. Beni Mustalik Gazvesi)

Hayber Savaşı

Hicretin yedinci yılında, Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Hayber Yahudilerine karşı zafer kazandı. Bundan önce Hayber Yahudileri defalarca Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) düşmanları ile ona karşı ittifaklar kurmuştu ve dolayısıyla Efendimiz (s.a.a) onlarla ilgili rahat değildi. Medine yakınlarında bulunan Hayber Kalesi, Müslümanlarınkontrolü altına geçti ve Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Yahudilerin o bölgede ziraat işiyle meşgul olmalarını ve her yıl hasattan bir kısmını Müslümanlara vermelerini kabul etti.[65]

Hayber Savaşı'nda, kalelerden birisinin fethedilmesi zorlaşmıştı. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) sırasıyla Ebu Bekirve Ömer’i kalenin fethi için gönderdi, ancak başaramadan geri döndüler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecektir; o, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever.”[Not 8] Sabah olunca Hz. Ali’yi (a.s) çağırarak göz ağrısını ağzının suyuyla iyileştirdikten sonra şöyle buyurdu: "Bu sancağı al ve Allah seni galip kılana kadar ilerle."

İbn İshak Ebu Rafi’den şöyle rivayet etmiştir: Ali (a.s) kalenin yanına gitti ve onlarla savaştı. Bir Yahudi’nin saldırısı sırasında kalkanı elinden yere düştü, kalenin kapılarından birisini yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı ve fetih gerçekleşene kadar onu kendisine kalkan olarak kullandı. Savaş bitince onu yere attı. Ebu Rafi diyor ki: "ben ve yedi kişi onu yerinden kaldırmaya çalıştık, ama kaldıramadık."[66]

Hudeybiye Antlaşması

Ahzab savaşı, Beni Kurayza Yahudilerinin teslim olması ve iki üç savaş hicretin altıncı yılında gerçekleşti ve hepsi de Müslümanların lehine tamamlandı. Savaşlardan elde edilen ganimetler, İslam’ın gücünü Arap yarımadası sakinlerinin gözünde yükseltti. Nitekim birçok kabile Müslüman oldu ya da Müslümanların müttefiki oldu.[67]

Artık Hz. Peygamberin (s.a.a) İslam’ın azamet ve gücünü Mekke halkına gösterme ve onları İslam’a davet etme zamanı gelmişti. Kureyş eğer zorluk çıkarmaz ve Müslüman olursa, kendilerinin ve Müslümanların lehine olurdu. Çünkü bir taraftan onların kurtuluşu Müslüman olmalarındaydı, diğer taraftan Arapların gözünde önemli bir makama sahip olan bu şehir halkı aynı zamanda nitelikli ve deneyimlilerdi. Dolayısıyla bu halkın İslam’ı seçmesi İslam’ın geleceği için önemliydi. Hicretin altıncı yılı Zilkade ayında Hz. Peygamber (s.a.a) Medine halkından bin beş yüz kadarı ile umre ibadeti için Mekke’ye doğru yola çıktı. Kureyş, Hz. Peygamberin (s.a.a) niyetini anlayınca onu engellemek için girişimde bulundu. İlk olarak Halit b. Velid ve İkrime b. Ebu Cehil’i Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke’ye girişine engel olmaları için gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.a) Hudeybiye denilen harem topraklarının sınırı olan yerde konaklayarak Mekke halkına umre için geldiklerini ve savaş kasıtlarının olmadığını bildirdi. Kureyş kabul etmedi. Sonunda Efendimizle (s.a.a) Mekke halkı temsilcileri arasında bir barış antlaşması imzalandı. Antlaşma gereği iki taraf arasında on yıl boyunca herhangi bir savaş olmayacaktı. Müslümanlar bu yıl Mekke’ye girmeksizin geri çekilecek, ancak gelecek yıl aynı dönemlerde Mekke halkı üç günlüğüne şehirden dışarı çıkacak ve Kâbe’yi ziyaret etmeleri için şehir Müslümanlara bırakılacaktı. Antlaşma maddelerinden biri de Mekke halkından her kim Hz. Muhammed’e (s.a.a) sığınacak olursa Mekke’ye geri gönderilecek, ancak Medinelilerden birisi Mekkelilere sığınacak olursa Kureyş’in onu geri gönderme mecburiyeti olmayacaktı. Bir başka madde ise kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş'in koruması altına girebilecekti.[68]

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) ashabından bazıları antlaşmanın derinlik ve sonuçlarını anlayamadıklarından dolayı antlaşmadan rahatsız olmuş ve kendileri için yenilgi olarak telakki etmişlerdir. Ancak bu antlaşmayı imzalamak Müslümanlar için büyük bir zaferdi. Zira o güne kadar Mekke müşrikleri, Hz. Peygamber (s.a.a) ve takipçilerini dikkate almamakta ve saymamaktaydı ve onları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmekteydiler. Şimdi onu resmen tanımaları bir yana artık onu kendilerine denk ve karşı taraf kabul ederek antlaşma yapmaktaydılar. Ayrıca antlaşma maddelerinden biri de kabilelerin isterlerse Hz. Peygamberin (s.a.a) ve isterlerse Kureyş’in koruması altına girmekte özgür olmalarıydı. Bu durumda Müslümanlar yahut Kureyş müttefiklerine karşı savaşa kalkışacak olurlarsa, barış antlaşması iptal olmuş olacaktı. Sonradan Kureyş’in antlaşmanın bu maddesine uymaması, Mekkenin fethine neden olmuştur. Antlaşmadan kısa bir süre sonra Müslüman olan Mekke halkından birisi Hudeybiye Barış Antlaşmasıgereği Mekke halkına teslim olması gerekirken, yolun yarısında muhafızların elinden kaçarak kendisini kurtardı, ancak Medine’ye gideceği yerde Kureyş’in Şam’a giden kervanlarının yol ayrımı olan noktada konakladı. Yavaş yavaş Mekke Müslümanları ona katılmaya başladı ve bu durum Kureyş kervanları için ciddi bir tehlike anlamına geliyordu. Resulü Ekrem’in (s.a.a) onları Mekke halkına geri vermesi için herhangi bir madde bulunmamaktaydı, dolayısıyla bir süre sonra onları Medine’ye kabul etmesi için Efendimize (s.a.a) sığındılar. Böylelikle sığınmacıların geri verilmesi söz konusu olmadı. Bundan daha önemlisi antlaşma maddelerinden birisinin Kureyş tarafından çiğnenmesi Mekke şehrinin fethine sebep oldu.[69]

Kâbe Ziyareti

Hicretin yedinci yılında Zilkade ayında, Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hudeybiye Antlaşması gereği Mekke’nin yolunu tuttu. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Müslümanların Mescid-i Haram’a girişleri, umre yapmaları, merasimlerin görkemi ve Müslümanların peygamberlerine olan saygıları Kureyşlileri çok etkiledi ve artık Hz. Muhammed’le (s.a.a) başa çıkacak güçlerinin olmadığını anladılar. Kabile reisleri ve tacirler için büyük bir dönemin başladığını ve halka yeni kapıların açıldığını fark edenlerden Halit bin Velid ve Amr b. As, kendilerini Medine’ye ulaştırarak Müslüman oldular.[70]

Diğer Ülke Liderlerinin İslam'a Davet Edilişi

Ana Madde: İslam'ın Evrensel Daveti

Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) bu barış antlaşmasıyla bir yere kadar Kureyş’ten gelebilecek saldırı ve taarruzlardan kurtulmuştu. Hicretin yedinci yılında çevre ülkelerin kral ve yöneticilerine davet mektupları gönderme kararı aldı. Doğu Rum İmparatorluğu, İran, Necaşi ve ayrıca Şam Gassaniyan ve Yemame emirlerine mektuplar gönderdi.[71] (Bkz. Hz. Peygamberin Mektupları)

Mekke’nin Fethi

Hudeybiye antlaşması gereği, her kabile isterse Hz. Muhammed’in (s.a.a) ve isterse Kureyş’in koruması altına girebilir ve müttefik olabilirdi. Huzaa kabilesi Hz. Muhammed’in (s.a.a) himayesi altına, Beni Bekr kabilesi de Kureyş’in himayesi altına girdi. Hicretin sekizinci yılında Huzaa ve Beni Bekr kabileleri arasında çatışma çıktı. Kureyş, Beni Bekr kabilesini Huzaa kabilesine karşı destekledi. Bu şekilde Hudeybiye barış antlaşması geçerliliğini yitirmiş oldu. Zira Kureyş, Hz. Peygamberin (s.a.a) himayesi altında bulunan müttefik kabile ile çatışmaya girmişti. Bu küstahlığın cezasız kalmayacağını anlayan Ebu Süfyan, Medine’ye vararak antlaşmayı yenilemek istedi, ancak bundan bir sonuç alamadı.

Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) hicretin sekizinci yılında Ramazan ayında on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru hareket etti. Hareketi kimsenin haberi olmayacak şekilde tertiplemişti. Ordu, Merru’z- Zahran’da konakladı. Hz. Peygamberin (s.a.a) amcası Abbas, gece vakti çadırdan ayrılarak Mekke halkından birilerini bularak Kureyş’e haber göndermek ve onlardan öldürülmeden önce kendilerini Hz. Peygambere ulaştırmalarını istemişti. O gece, Ebu Süfyan’la karşılaştı ve ona eman verdi. Sonra onu Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına getirdi. Ebu Süfyan Müslüman oldu.

Bir gün sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Abbas’tan onu ordunun önünden geçeceği münasip bir yere götürmesini istedi. Ebu Süfyan Müslümanların ihtişamını görünce şöyle dedi: "Kardeşinin oğlunun saltanat ve krallığı baya büyümüş." Abbas ona: "Sana yazıklar olsun. Bu kral değil, peygamberdir" dedi. Ebu Süfyan "evet, öyledir!" diye cevap verdi. Abbas Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) "Ebu Süfyan bir imtiyaz ve ayrıcalık elde etmek istiyor." Deyince Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Her kim evine girer ve evinin kapısını kapatırsa güvendedir. Her kim Ebu Süfyan’ın evine sığınacak olursa güvendedir. Her kim Mescid-i Haram’a girerse güvendedir." Görkemli ordu yavaşça Mekke’ye girdi. İbn Hişam’ın İbn İshak’tan naklettiği bir rivayete göre Hazrec kavmi reisi Sa’d b. Ubade Mekke’ye gelince şöyle dedi: "Bugün katliam günüdür! Bugün saygınlıkların kırıldığı gündür." Sa’d kendince Kureyş veya Adnani soyundan intikam almayı hayal ediyordu. Bu sanrının Müslümanların zihninde yer edinmemesi ve İslami fethi, kabile kinine dönüştürmemek için Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) göndererek şöyle buyurdu: Sa’d’dan sancağı al. Bugün rahmet günüdür." Bunun üzerine Müslümanlarla Mekke halkı arasında birkaç kısa çatışma dışında bir şey yaşanmadı. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) atla mescide geldi ve yedi defa Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Kâbe’nin kapısında durarak buyurdu:

"La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh sadeke vadehu ve nesere abdehu ve hezeme’l ahzebe vehde."[Not 9]

Medine'nin ileri gelenlerini Kâbe’ye hizmet etmek ve hacılara su vermek dışında etkisiz hale getirdiler. Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) iki hafta Mekke’de kalarak şehrin işlerini yoluna koydu. Örneğin Mekke’nin çevresinde bulunan putları kırması için birilerini gönderdi ve Kâbe’de bulunan putları kırdırdı. Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke halkına davranışı, İslam’ın cömertliğini ve bu dinin Peygamberinin (s.a.a) büyüklüğünü muhaliflerin gözünde aşikâr etti. Yirmi yıl boyunca Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve takipçilerine hiçbir eziyet ve işkenceyi esirgemeyen Kureyş, cezalandırılmaktan korkuyordu. Ama kâinatın Efendisi (s.a.a) onlara şöyle cevap verdi: "Hepinizi azat ettim." Ve böylece o günden sonra İslam’a karşı savaşacaklarına, İslam adına Müslüman olmayanlara karşı savaşma kararı aldılar.[72]

Mekke'nin Fethinden Sonra Yaşanan Olaylar

Huneyn Savaşı

Ana Madde: Huneyn Savaşı

Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) Mekke’de ikametinin üzerinden henüz on beş gün geçmemişken Arap yarımadasındaki bazı kalabalık ve Müslüman olmayan kabileler, Efendimize (s.a.a) karşı ittifak kurdular. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Müslümanlardan oluşan kalabalık bir ordu ile Mekke’den dışarı çıktı ve Huneyn denilen yere ulaştı. Çevre derelerde tuzak kuran düşmanlar, ok atmaya başladılar. O kadar çok yoğun ok atılıyordu ki az bir grup dışında, İslam ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak sonunda kaçanlarda geri gelerek düşman ordusuna yapılan saldırıda düşmanı yenilgiye uğrattılar.[73]

Tebük Savaşı

Ana Madde: Tebük Savaşı

Hicretin dokuzuncu yılı olaylarından birisi de Tebük Gazvesidir. Hz. Peygambere (s.a.a) Rumların Müslümanlara saldırmak için Balga’da (bugünkü Ürdün) büyük bir ordu hazırladıkları haberi ulaştı. Yazın şiddetli sıcağı vardı ve meyvelerin hasat zamanı idi. İnsanlar evlerinde sükûnet içinde yaşamak istiyordu. Beytülmal de iyice azalmıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ordu hazırlamaya koyulduğunda hedefi belirlemezdi, ancak Tebük savaşında kendilerini bekleyen zorluklardan dolayı bu kez Rumlara karşı savaşa gideceklerini ilan etti. Bazıları Sıcakların yoğun olduğu dönemdeyiz, bu mevsimde savaşa gitmeyin diyordu. Bu grup aşağıdaki ayetle kınanmıştır:

Dediler ki: «Bu sıcakta sefere çıkmayın» De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!(Tövbe, 81)[Not 10]

Bu gazvede İslam ordusu sayısının otuz bin olduğunu yazmışlardır.[74] Bu rakam İslam gazveleri içindeki en kalabalık ordu sayısıydı. Hatta diyebiliriz ki o güne kadarki Arabistan’da o kalabalıkta bir ordu kurulmamıştı. Bu savaşta Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a), Hz. Ali’yi (a.s) işleri yoluna koyması için Medine’de bıraktı. Münafıklar, Hz. Peygamberin (s.a.a) bu savaşta Hz. Ali’nin (a.s) yanında yer almasından hoşlanmadığı söylentilerini çıkardılar. Hz. Ali (a.s) bu konuda şikâyette bulunduğunda Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ben seni kendi yerime halife bıraktım. Senin bana olan konumun Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber olmayacaktır.”

İslam ordusu susuzluktan bitkin düşmüştü. Tebük’e vardıklarında ise Bizans ordusunun savaşmak için hazırlık yaptığı haberinin doğru olmadığı anlaşıldı. Tebük Savaşı, Peygamberimiz (s.a.a) hayattayken Müslüman olmayanlar ile Müslümanlar arasında gerçekleşen son savaştır. Bundan sonra Arabistan’ın tamamı teslim oldu. Bu hadiseden sonra her kabile kendi kabilelerinin Efendimize (s.a.a) itaat edeceklerini ve İslam dinini kabul edeceklerini izhar etmek için Peygamber Efendimizin (s.a.a) huzuruna elçiler göndermeye başladılar. Kabilelerin genelinin Müslüman olduğu söylenilebilir. Bu yıla, bu sebepten dolayı Senetü’l-Vüfud (elçiler yılı) denmiştir. (Vüfud, vefd kelimesinin çoğuludur ve elçi, temsilci veya misafir anlamına gelmektedir).[75]

Senetü’l-Vüfud (Elçiler Yılı)

Tebük Savaşından sonra, İslam dini Arap Yarımadasının her yerine yayılmaya başladı. Artık her yerden çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye gelmekte ve İslam dinini kabul ettiklerini açıklamaktaydılar. Pratik olarak Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) “Senetü’l-Vüfud” diye adlandırılan hicretin onuncu yılının tamamında Medine’de kalmış ve kabile elçilerini kabul etmişti. Bu yıl, Necran Hristiyanları ile antlaşma yapmış, Hacca gitmiş ve dönüşünde Gadir-i Humdenilen yerde Hz. Ali b. Ebu Talib’i (a.s) kendisinden sonra Müslümanların “Mevla” ve “önderi” olarak ilan etmiştir.[76]

Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Ey Müminler! Size iki ağır emanet bırakıyorum, onlara tutunup uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim ve Ehlibeytimdir.

Sahih-i Müslim, Bab-u Fezail-i Ali.

Mübahele Olayı

Ana Madde: Mübahele Olayı ve Mübahele Ayeti

Hicretin sekizinci yılında Hz. Resulullah (s.a.a) dünya liderlerine İslam'a davet mektupları gönderdiğinde Necran piskoposuna da bir mektup göndererek Necran halkının İslam'ı kabul etmesini istedi. Necran Hristiyanları, Hz. Peygamberle (s.a.a) görüşmek ve sözlerini değerlendirmek için Medine'ye bir heyet gönderme kararı aldılar.

Hristiyan heyeti Medine mescidinde Hz. Fahri Kâinat Efendimizle (s.a.a) bir görüşme yaptı. Her iki taraf da kendi görüşlerinin doğru olduğunda ısrar edince, konunun mübahele (karşılıklı yeminleşme) ile çözülmesine karar verdiler. Bundan dolayı o günün sabahı Medine dışında sahra çölünde bir araya gelerek mübahale etme kararı aldılar.

Mübahele gününün sabahı, Hz. Resulü Kibriya (s.a.a) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) evine gitti. İmam Hasan’ın (a.s) elinden tuttu, İmam Hüseyin’i (a.s) kucağına aldı ve Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (s.a) ile birlikte mübahele için kararlaştırılan yere gitti. Hristiyanlar, Peygamberimiz ve Ehlibeyti'ni (a.s) görünce mübaheleden vazgeçerek anlaşmaya vardılar.[77]

Hz. Resulullah'ın Son Haccı

Ana Madde: Veda Haccı

Hz. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) hicretin onuncu yılı Zilkade ayında, son haccı için Mekke’ye doğru yola çıktı. Bu seferinde halka Hac hükümlerini öğretti. Kureyş, İslam’dan önce kendisi için bazı ayrıcalıklar yapmıştı. Kâbe’nin kilidinden ve Kâbe’ye perde asma işinden sorumlu olmaları, hacıları ağırlamak ve onlara su vermenin dışında ziyaret adaplarında da kendilerini öteki kabilelerden ayrıcalıklı biliyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.a) bu seferinde Kureyş’in Kâbe’nin ziyaretinde kendileri için tanıyan ve başkalarından esirgedikleri ayrıcalıkları ortadan kaldırdı. Örneğin cahiliyet devrindeki o ayrıcalıklardan birisi Kâbe’nin tavafı sırasında elbisenin temiz olması ve elbisenin temiz olması için Kureyş’ten satın alınması şart idi. Kureyş eğer birisine tavaf elbisesi vermezse, o kişi çıplak tavaf etmeliydi. Ayrıca Kureyş öteki hacılar gibi Arafat’tan değil, Müzdelife’den akın ederdi. Ve bunu kendileri için bir iftihar bilmekteydiler. Kur’an-ı Kerim, bu imtiyazı aşağıdaki bu ayetle ellerinden aldı:

Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin. (Bakara, 199)[Not 11] 

İnsanlar, kendisi de Kureyş’ten olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) diğer insanlarla birlikte Arafat’tan akın ettiğini gördüler. Yine bu seferde Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ey İnsanlar! Gelecek yılı görüp görmeyeceğimi bilmiyorum. Her kim cahiliyet döneminde kan dökmüşse ayaklarımın altına alıyorum. Allah’la buluşuncaya kadar kan ve mallarınız birbirinize haram kılınmıştır."

Gadir-i Hum

Ana Madde: Gadir-i Hum

Medine’ye dönüşte Cuhfe’de Mısır, Hicaz ve Irak halkının yollarının birbirinden ayrıldığı “Gadir-i Hum” diye meşhur olunan yerde, Allah’ın emri kendisine ulaştı ve Hz. Ali’yi (a.s) kendi halifesi olarak tayin etmesi, Peygamber Ekrem’den (s.a.a) sonraki İslam hükümetinin alın yazısını belirlemesi istendi. Allah Resulü (s.a.a) yazıldığına göre sayıları doksan veya yüz bin olan Müslümanların içinde bunu ilan ederek şöyle buyurmuştur:

Ben kimin mevlası ve önderi isem Ali de onun mevlası ve önderidir. Allah'ım! O'nu seveni sev, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak. Ve o, her nereye dönerse hakkı onunla döndür.[Not 12]

Hacdan döndükten sonra İslam’ın güç ve ihtişamı her yeri sarmaya başladığında Efendimizin (s.a.a) durumu kötüleşmişti. Ancak hasta olmasına rağmen Mute savaşını telafi etmek için Usame b. Zeyd komutanlığında bir ordu hazırladı, ancak bu ordu sefere çıkmadan önce Peygamber Efendimiz (s.a.a) yüce Rahman’a kavuştu. Ebedi yurduna intikal etmeden önce İslami vahdeti Arabistan Yarımadasında hâkim kıldı ve İslam’ı iki büyük imparatorluk olan İran ve Rum imparatorluklarına da tanıttı.

Vefatı

Hicretin on birinci yılının başlarında, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) hastalandı ve akabinde vefatı gerçekleşti. Hastalığı ilerleyince minbere çıkarak insanların birbirine şefkatli olmasını isteyerek şöyle buyurdu: "Eğer birisinin üzerimde hakkı varsa onu istesin, yoksa helal etsin. Eğer birisini kırdıysam şimdi telafi etmesi için geldim."[78]

Hz. Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.a) vefatı, hicretin on birinci yılı Safer ayının yirmi sekizinde ya da başka bir rivayete göre aynı yılın Rebiülevvel ayının on ikisinde altmış üç yaşındayken gerçekleşti. Nehcü’l Belağa’da belirtildiği gibi Efendimiz (s.a.a) can verdiğinde başı, Hz. Ali’nin (a.s) kucağında, sine ve boynu arasında idi.[79] O vakitler Hz. Fatıma (s.a) dışında hiçbir çocuğu hayatta değildi.Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) mutahhar naaşı, Hz. Ali (a.s) ve hanedanından birkaç kişi tarafından gusül verilerek, kefenlendi ve ardından kendi evinde –şu anda Mescid-i Nebi’de yer almaktadır- toprağa verildi.

Hz. Peygamberin (s.a.a) Halifesi

Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) ve Beni Haşim, Peygamber Efendimizin (s.a.a) gusül işleri ile meşgulken kavmin ileri gelenleri Hz. Peygamberin (s.a.a) iki ay önce söylediklerine aldırış etmeden (Bkz. Gadir Bayramı) ümmetin rehberini belirleme fikrine düştüler! Mekke halkından bir grup (Muhacirler) ile Medine halkından bir grup (Ensar), Beni Saide Sakifesi denilen yerde toplandılar. Onlar bir an önce Müslümanlar için bir yöneticinin seçilmesini istiyorlardı. Ancak bu iş için kimi seçmeliydiler?! Tartışma ve çekişmeler yaşandı.[80]

Muhacir ve ensar her ikisi de kendilerinin bu işe daha layık ve uygun olduklarını zannediyorlardı. Mekkeliler şöyle dediler: "İslam bizim şehrimizde ve bizim aramızda ortaya çıkmıştır. Peygamber bizim halkımızdandır, bizler onun akrabalarıyız. Bizler sizden daha önce dini kabul ettik, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği muhacirlerin olmalıdır." Ensar ise şöyle diyordu: "Mekke, Muhammed’in (s.a.a) davetini kabul etmedi. Ona karşı çıkmış ve düşmanlık yapmıştı. Yapabildikleri kadar ona eziyet ettiler. O da mecburen Mekke’yi terk ederek bizim yanımıza Yesrib’e geldi. Ona yardım eden bizlerdik ve İslam’ı biz yaydık, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği ensarın olmalıdır." Ensardan bazıları hükümet işlerinin muhacir ve ensarın ortaklaşa katılımıyla yerine getirilmesine razı olarak şöyle dediler: "Bizden bir emir, muhacirlerden de bir emir." Lakin Ebu Bekir bu görüşü kabul etmeyerek şöyle dedi: "Böyle bir girişim Müslümanların vahdetini bozacaktır. Emir bizden, vezirler ise ensardan seçilmeli ve onlarla meşveret edilmeden bir şey yapılmamalı." Ardından Peygamber Efendimizden (s.a.a) şöyle bir rivayet nakletti: “İmamlar Kureyştendir”. Bu hadisin her ne kadar senet ve metninde münakaşalar olsa da oradakilerde öylesine bir etki bıraktı ki ensarın itirazlarına son verdi.[81]

Ebu Bekir’in rivayeti dışında öyle anlaşılıyor ki ensardan Evs ve Hazrec kabilelerinin geçmişten gelen düşmanlıkları da muhacirlerin görüşlerinin daha ağır basmasında etkili oldu. Çünkü emirlik ensara verilseydi bile bu kabileden hiçbirisi bir diğerinin riyasetini kabul etmeyecekti.

Hazrec kabilesinden Beşir b. Sa’d’ın Ebu Bekir’in konuşmasını teyit etmesi ve muhacirlerin emirliğine razı olması bu hoşnutsuzluğun bir göstergesi niteliğindedir. Kureyş ve muhacirlerin yöneticiliği kesinleşince şahıs üzerinde tartışmalar yaşandı. Orada işleri evirip çeviren birkaç kişi topu birbirine atıyorlardı. Sonunda Ömer ve Ebu Ubeyde Cerrah, Ebu Bekir’in riyasetini kabul ederek ona biat ettiler! Orada hazır bulunanların çoğu da onları takip ettiler.

O günün sabahı Ebu Bekir, Mescid-un Nebi’ye geldi. Ömer, bir hutbe okuyarak Ebu Bekir’in fazileti, İslam’daki önceliği, dine yardımları ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke’den Medine’ye gidişinde onunla birlikte oluşunu anlattı ve halktan ona biat etmesini istedi! Halkın çoğu da - ensardan bir grup ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) yakınları dışında - ona biat etmeyi kabul ettiler ve Ebu Bekir resmen halife oldu. Ebu Bekir’in hilafetinde muhacir ve ensardan bir grubun Sakife’de toplanarak halifeyi seçmeleri, gelecektekiler için de bir gelenek oldu. Ebu Bekir orada bir hutbe okuyarak şöyle dedi: Beni yönetici olarak seçtiniz, ancak ben sizin en üstününüz değilim ve bu sorumluluğu üzerimden atmaya hazırım. "Ben kendi ve Müslümanların işlerinin idaresi konusunda Allah’ın kitabına ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine bağlı kalarak amel edeceğim."[82]

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) naaşı Ayşe’nin evinde kalmıştı! İnsanlar başında toplanmışlardı. İslam fıkhı diyor ki ölüyü yıkamak ve namazını kılmak için acele edin; bu her Müslüman için geçerlidir. O halde Müslümanlar, Peygamberlerini (s.a.a) toprağa verme merasimi düzenlemekten ve böylesi bir faziletten neden uzak durdular? Eğer fitneden korkmuş ve bir an önce ümmetin liderini seçmek isteseler bile bu merasim ne kadar vakit alacaktı?[83] O zamandan bugüne on dört asır geçti. Sakife’de toplananlar, İslam’ı dert edindiklerinden mi yoksa Müslümanların dağınıklığından korktuklarından mı diğerlerini böyle bir yola sevk ettiler, bilmiyoruz. Ama her ne olursa olsun Allah’ın huzuruna çıkacak ve ona hesap vereceklerdir. Çünkü o günden beri İslam’ın kalbinde bir gedik açıldı ve asla kapanmadı.[84]

Biat etmeyenlerden Hazrec kabile reisi Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir’e biat etmemiş ve hiçbir zaman onun namazında hazır olmamış ve arkasında namaz kılmamıştır. Ömer’in hilafeti döneminde Şam’a gitmiş ve Dimeşk’e bağlı büyük bir kasaba olan Havran’da yaşamıştır. Bir gece yarısı, aldığı ok yarası ile hayatını kaybetmiştir. Ancak cinler onu öldürdü diye söylence çıkarmışlardır. Üstelik onun ölmesi hakkında şiir bile okumuşlardır:

Bizler Hazrec’in efendisi Sa’d b. Ubade’yi kalbine iki ok atarak öldürdük
Ve bu efsaneyi uydurarak, onu öldürenleri kısastan kurtardık

Sa’d b. Ubade dışında Hz. Ali (a.s), Haşim oğulları ve ashaptan birkaç kişi de bir süre Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Bazı tarihçilerin yazdıklarına göre Hz. Fatıma (s.a) hayatta olduğu sürece Hz. Ali (a.s) altı ay boyunca Ebu Bekir’e biat etmemiştir. Ancak bu görüşte çelişkiler bulunmaktadır; çünkü öncelikle Hz. Fatıma’nın (s.a) vefatı altı aydan daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir; ayrıca Hz. Ali’nin (a.s) Müslümanlar arasında tefrika çıkmasından korkuyor olması bu gecikmeye mani olmuştur. Bunun dışında kavmin ileri gelenleri hükümetin sütunlarını bir an önce sağlamlaştırmak istiyorlardı, dolayısıyla bu uzun süre zarfında onu kendi haline bırakmaları mantıklı görülmemektedir.

Her ne şekilde olursa olsun, biat edip etmemekte kararsız kalan Abbas, Zübeyir ve başkalarına halifeyi kabul ettirmişler ve hükümet işlerini rayına koymuşlardır![85]

Hz. Resulullah’ın Şahsiyet ve Karakteri

İtibarı

Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Bi’setten önce kırk yıl boyunca halkın arasında yaşadı. Yaşamı boyunca ikiyüzlülükten, kötü sıfatlardan ve uygunsuz hallerden uzaktı. O, başkalarının gözünde sadık ve emin olarak bilinmekteydi. Sonradan peygamberliğini izhar edince müşrikler onun şahsiyetini yalanlamıyorlardı, ama ayetleri inkâr etme yoluna gitmişlerdi. Bu konu Kur’an’da da belirtilmiştir:

“Doğrusu onlar seni yalanlamıyorlar, Allah'ın ayetlerini ancak zalimlerdir inkâr edenler.”(En’am, 33)

Ebu Cehil’in şöyle dediği nakledilir: "Bizler seni yalanlamıyoruz, fakat bu ayetleri kabul etmiyoruz."[86] Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kureyş’e risaletini açıkladığı zaman onlara şöyle buyurmuştur: “Acaba size bu dağın arkasında bir ordunun olduğunu söylersem sözümü kabul eder misiniz?” Hepsi, "evet kabul ederiz senden hiçbir zaman yalan duymadık" dediler. Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) onlara Allah tarafından insanları uyarmak için gönderildiğini açıkladı.[87]

Güzel geçmişinin yanı sıra, kabile ve ailesinin önemi de Peygamber Efendimizin (s.a.a) makam ve konumunda etkin bir role sahipti. “Kureyş” yıllar önce Arap kabileleri arasında, tanınmış bir kabile idi ve önemli bir yere sahipti. Bu önem onların kabile üstünlüklerini kendileri için kabul etmelerine sebep olmakta ve ta bir yere kadar bazı işlerde onlara itaat etmelerini sağlamaktaydı. Öte yandan Hz. Peygamberin (s.a.a) dedeleri (Kusay b. Kilab, Haşim ve Abdülmuttalib) Arapların yanında şeref ve büyüklükleri ile tanınmaktaydı. Arap yarımadasındaki Arap toplumu tarihin o kesitinde kapalı bir toplumdu ve diğer bölgelerle kültürel irtibatı yoktu. Bu durum, bir çeşit “Arapçılık” ruhunu güçlü bir şekilde onlarda oluşturmuştu ve diğerlerinin isteklerini “başkaları” oldukları gerekçesiyle kabul etmiyorlardı ve yalnızca “kendi”lerinden olanları kabul ediyorlardı. Muhtemelen şu ayet: “Onu (Kur’an’ı) Arapça bilmeyen birine indirmiş olsaydık, onlara okusaydı; yine ona iman etmeyeceklerdi.” (Şuara, 198) ve ayrıca Bkz. Fussilet, 44. ayeti Bu duruma işaret etmektedir. İslam’ın ilk muhataplarının Arap olması, Peygamberin (s.a.a) kendilerinden olması, onun mesajını kabul etmelerinin ortamını hazırladı. Kur’an da bu konuya işaret etmiştir.[88]

Ahlakı

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) en yüce ve karakteristik özelliği ahlaki boyutu idi. Kur’an bu konu hakkında şöyle diyor: “Ve şüphesiz sen, yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) davranış ve sıfatlarının tanımı hakkında demişlerdir ki genel olarak sessizdi ve gereğinden fazla konuşmazdı. Asla ağzının tamamını açmazdı, çoğunlukla tebessüm ederdi ve hiçbir zaman yüksek sesle gülmezdi. Birisiyle konuşmak istediğinde vücudunun tamamını ona döndürerek konuşurdu. Temizlik ve güzel kokuya oldukça ilgi duymaktaydı. Öyle ki bir yerden geçtiğinde onun ardı sıra oradan geçenler, kendisinin güzel kokusunu alır ve orada olduğunu anlarlardı. Sade bir yaşantısı vardı, yere oturur ve yerde yemek yerdi. Kibirli birisi değildi, hiçbir zaman tam doyana kadar yemek yemezdi. Eşsiz bir züht makamına sahip olup buna rağmen rahipler gibi yaşamaz ve kendisinin de buyurduğu gibi dünya nimetlerinden ihtiyacı kadar yararlanırdı. Hem oruç tutar, hem de ibadet ederdi. Müslümanlara ve hatta öteki din mensuplarına karşı davranışı, şefkat, cömertlik, bağış ve merhamet üzerine kuruluydu. Tüm yaşamı Müslümanların gönlüne öylesine sinmişti ki en küçük noktası bile gönülden gönüle naklediliyordu. Kendisinin eşsiz yaşamı, günümüzde de tüm insanlık için örnek teşkil etmektedir .[89]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) siması hakkında şöyle diyor: “Önceden aşinalığı olmayan birisi onu tanıdığında, heybetinin tesiri altında kalırdı. Her kim bir işte ona danışsa ve kendisini tanısa sevenlerinden olurdu.[90] Hz. Peygamber (s.a.a) ashabı arasında herkese eşit oranda bakardı.[91] Allah Resulü (s.a.a) birisiyle tokalaştığında karşı taraf elini çekmeyene kadar kendisi elini çekmezdi."[92]

Hz. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) karşısındakinin kapasite ve aklı ölçüsünde konuşurdu.[93] Ona haksızlık edenlere karşı af ve bağışlaması, herkesin dilinde idi,[94] öyle ki hatta (amcası Hz. Hamza’nın katili) Vahşi ve İslam’ın azılı düşmanlarından Ebu Süfyan’ı bile bağışlamıştı. İnsanlara öylesine samimi davranırdı ki herkes Peygamberin (s.a.a) ona son derece ilgi gösterdiğini zanneder ve kendisini diğerlerine tercih ettiğini sanırdı.[95]

Zühtü

Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) zahitçe yaşardı. Ömrü boyunca kendisine ait has bir köşesi yoktu ve mescidin civarında bulunan mütevazı odalar, eşlerinindi. Tavanı hurma ağaçlarındandı ve kapı yerine keçi kılı veya deve yünü ile yapılmış perdeler asılıydı. Başının altına koyduğu yastığın içi hurma yapraklarından doldurulmuştu. Yatağı deriden ve hurma yaprakları ile içi doldurulmuştu, ömrü boyunca onun üzerinde uyudu. Mübarek iç giysileri, bedeni rahatsız eden kaba kumaştan olup boynuna attığı rida (aba) ise deve yünündendi. Kendileri Huneyn savaşındansonra dört bin deve, kırk binden çok koyun ve çok miktarda altın ve gümüşü başkalarına bağışlamıştı.

Yemeği, ev, eşya ve elbiseleri de zühte uygundu. Bazen uzun bir zaman geçmesine rağmen evinden yemek pişirmek için ateş tütmezdi. Yemeğinin tamamı hurma ve arpa ekmeği idi. Hiçbir zaman iki gün art arda doyana kadar yemek yemezdi. Bir günde iki kez sofradan doymuş olarak kalkmazdı. Çoğu zaman gecelerce aç uyurdu. Bir gün Hz. Fatıma (s.a) kendisine arpa ekmeği getirmiş ve demişti ki : “Ekmek pişirdim ve sana ekmeği getirmemeye gönlüm razı olmadı.” Efendimiz (s.a.a) onu yemiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu yemek babanın üç gün sonra yediği ilk yemektir.” Bir gün ensardan birisi hurma bahçesinde hurma yiyordu. Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: “Bir şey yemeden geçirdiğim dördüncü gündür.” Bazen şiddetli açlıktan karnına taş bağlardı ki böylece açlığı bastırılmış olsun. Vefat ettiği sırada kalkanı, otuz ölçek arpa karşılığında bir Yahudi’nin yanında rehindi.[96]

Düzen ve İnsicamı

Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) yaşamında oldukça düzenli idi. Mescid-un Nebi’yi yaptıktan sonra her sütunu için bir ad koydu. Böylece hangi sütunda hangi iş ve ibadetin yapılacağı belli oldu. Vüfud sütunu (heyetler yeri), Teheccüd sütunu (gece ibadet edenlerin yeri)…[97] Namazın saflarını düzenler ve öylesine sıklaştırırdı ki sanki okların boy ve ölçülerini ayarlardı. Şöyle buyururdu: “Allah’ın kulları! Saflarınızı düzenleyin, yoksa kalplerinizin arasında ihtilaf çıkar.”[98] Yaşamında da çok düzenli idi. Vakitlerini üç kısma ayırırdı: Bir kısmını Allah’a ibadet, bir kısmını ailesi ve bir kısmını da kendisine ayırırdı. Sonra da kendisine ayırdığı vakti kendisi ile halk arasında bölüşürdü.[99]

Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) aynaya bakar, saçlarını düzenler ve tarardı. Yalnızca kendi ailesine değil, ashabına da düzenli olmalarını öğütlerdi.[100] Yolculuklarında bile zahiri düzenine dikkat eder ve her zaman yanında beş şey bulundururdu; Ayna, sürme kabı, tarak, diş fırçası ve makas.[101]

Ümmi Olması

Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Kur’an’ın ifadesi ile ümmi idi. Bu kavram daha çok okuma yazma bilmeyenler için kullanılan bir terimdir. Efendimiz yazmaz ve okumazdı. Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun.” Bu, Efendimizin vahiyden önce okumadığına ve yazmadığına delalet etmektedir. Ayetin devamında şöyle buyurmaktadır: “Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.”[102]

Fazilet ve Erdemleri Hakkında Hadisler

Sözlerinden Seçmeler

  • Mümin, komşusu olmadan doymamalıdır.[103]
  • Mümin, (terörle) kan dökmez.[104]
  • Amelsiz iman ve imansız amel kabul edilmemiştir.[105]
  • Her kimde üç şey olmazsa işleri yolunda gitmez: kendisini günahtan alıkoyan takva, insanlarla iyi geçinmeyi sağlayan güzel ahlak ve sefihi (aklı ermez cahil) karşılayan uysallık.[106]
  • Hoşgörülü ve cömert ol ki sana da öyle davranılsın.[107]
  • Yakınlara yapılan iyiliğin sevap ve mükâfatı, başkalarına yapılan iyilikten daha çabuk ulaşır;
  • akrabalık bağını koparma ve zalim olmanın cezası, diğer kötülüklerin cezasından daha çabuk ulaşır.[108]
  • Dinin afeti üç şeydir: Bozguncu fakih (âlim), zalim imam ve cahil müçtehit.[109]
  • Allah katında en nefret edilen helal talak ve boşamadır.[110]
  • Fakirlere iyilik edin, zira ahirette büyük devletleri olacaktır.[111]
  • Allah katında en üstün kul, ahlakı en iyi olandır.[112]• Allah katında en üstün kul, Allah kullarına faydalı olanlardır.[113]
  • Sizin en faziletlileriniz kadınlarına en iyi davrananlardır.[114]

Hz. Peygamber Efendimizin Şia İnancındaki Konumu

Şia inanç ve itikadında Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a), nebi ve resuldür. Hatemü’l Enbiya olduğu için ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed (s.a.a), Ulü’l- Azm peygamberlerindendir ve Allah tarafından insanoğlu için yeni bir şeriat getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.a) On Dört Masumun ilkidir. Kendisi yalnızca vahyinalınmasında ve tebliğinde değil, bilakis yaşamının her boyutunda masum ve ismet sıfatına sahiptir. Aynı şekilde kendisinden mucizeler nakletmişlerdir ki onların en önemlisi Kur’an’dır. (Bkz. Peygamberin Mucizeleri)

Hz. Peygamberden Nakledilen Rivai Kaynaklar

Şia inancına göre, Ehlibeyt İmamlarının (a.s) rivayetleri de Hz. Peygamber Ekrem’in (s.a.a) hadisleri gibi hüccettir ve onlara uymak gerekir. Bu yüzden hadisler arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla Şia’nın asli hadis kaynağı olan Kütüb-i Erbaa’da (Usul-i Kâfi, Tehzibu'l Ahkâm, Men La Yahduruhu’l Fakih ve İstibsar) Hz. Peygamberin (s.a.a) sözleri ile Ehlibeyt İmamlarının (a.s) sözleri arasında, ayrımdan sakınılmıştır. Onlardan çeşitli konularda farklı hadisler nakledilmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber Efendimize (s.a.a) ait sözleri bir araya getiren kaynaklar bulunmaktadır veya kitaplarda nebevi hadisler adında bir bap da yer vermişlerdir. Aşağıdaki kitaplar bu kaynaklardan bazılarıdır:

  • Hicri dördüncü yüzyılda yaşamış Şia’nın büyük âlim ve fakihlerinden olan İbn Şu’be Harrani’nin yazdığı Tuhafu’l Ukul An Al-i Resul. Bu kitap, Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyti'nin (a.s) çok değerli söz ve nasihatlerini içermektedir. Kitabın bir babı Efendimizin (s.a.a) sözlerine ayrılmıştır.
  • Seyyid Razi’nin yazdığı, El-Mecazatü’n- Nebeviyye kitabı. Bu eser Peygamber Efendimizin (s.a.a) edep, tembih, kinaye, işaret ve teşbih içerikli sözlerini ihtiva etmektedir.
  • Merhum Ayetullah Ahmedi Miyaneci’nin kaleme aldığı Mekatibü’r- Resul kitabı. Bu kitap, Peygamber Efendimizin (s.a.a) krallara, yetkililere, valilere gönderdiği mektuplar ve ayrıca ahitnameler, antlaşmalar ve farklı konularla ilgili yazılmış metinlerden oluşmaktadır.

Kaynakça

  1. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
  2. Yukarı git Et-Tabersi, İ’lamü’l Vera bi’lamu’l Huda, c. 1, Kum, müessese Alu’l Beyt li-ihyau’t Turas, 1417 k. S. 43.
  3. Yukarı git Mukaddesi, Baz pejuhi tarihi veladeti ve şehadeti Masuman, Kum: Pejuşehkahı Ulum ve Ferhengi İslami, 1391, s. 91.
  4. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
  5. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
  6. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
  7. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, Ebü’l Kasım Gürci tarafından gözden geçirme ve eklemeler, Tahran: Tahran üniversitesi yayınları, 1378, s. 43.
  8. Yukarı git Kuleyni, el-Kâfi, c. 1, s. 439; İbn Şehraşub, el-Menakib, c. 1, s. 172; Amuli, es-Sahih min Siyreti'n-Nebii'l-A'zam, c. 2, s. 68.
  9. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
  10. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37–38.
  11. Yukarı git Tarih-i Yakubi tercümesi, s. 368–369: Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi’nden naklen, s. 49.
  12. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
  13. Yukarı git İbn Hişam, c. 1, s. 141–142.
  14. Yukarı git Siyre-i İbn İshak, Muhammed Hamidullah, s. 59; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 39.
  15. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 39–40.
  16. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 56–60.
  17. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 60–61.
  18. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 40.
  19. Yukarı git Ayeti, Muhammed İbrahim, İslam Peygamberi Tarihi, Ebü’l Kasım Gürci tarafından gözden geçirme ve eklemeler, Tahran: Tahran üniversitesi yayınları, 1378, s. 67.
  20. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
  21. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
  22. Yukarı git İbn Hişam, c. 1, s. 262.
  23. Yukarı git İbn Hişam, c. 1, s. 264, 266.
  24. Yukarı git İbn Hişam, c. 1, s. 281–282.
  25. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
  26. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41–44.
  27. Yukarı git Siyre-i İbn İshak, s. 127, Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44’ten naklen.
  28. Yukarı git Tarihi Rusul ve Muluk, c. 3, s. 1172; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44’ten naklen.
  29. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44.
  30. Yukarı git Siyre-i İbn Hişam, c. 1, s. 279; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 45’ten naklen.
  31. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 49.
  32. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 49.
  33. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 51–52.
  34. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
  35. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
  36. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
  37. Yukarı git Taberi, c. 2, s. 343.
  38. Yukarı git İbn Hişam, c. 2, s. 60 ve sonrası; Taberi, c. 2, s. 344–346.
  39. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 55.
  40. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 55–56.
  41. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56.
  42. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56.
  43. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56–59.
  44. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 59.
  45. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 59–60.
  46. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 60.
  47. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 60–63.
  48. Yukarı git İbn Hişam, c. 2, s. 150–153.
  49. Yukarı git İbn Hişam, c. 2, s. 147 ve sonrası.
  50. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 67–68.
  51. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 68
  52. Yukarı git Ayrıca Bkz. Hac Suresi, 78. Ayet; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 68–69.
  53. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 69–71.
  54. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 72.
  55. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 73.
  56. Yukarı git Vakidi, c. 1, s. 19 ve sonrası.
  57. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 75.
  58. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 79–80.
  59. Yukarı git Taberi, c. 2, s. 538–555.
  60. Yukarı git Vakidi, c. 1, s. 363 ve sonrası.
  61. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 86–87.
  62. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 87–88.
  63. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90.
  64. Yukarı git İbn Hişam, c. 3, s. 302 ve sonrası.
  65. Yukarı git Vakıdi, c. 2, s. 633 ve sonrası; Taberi, c. 3, s. 9 ve sonrası.
  66. Yukarı git Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 410–411.
  67. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90.
  68. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90–91.
  69. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 91.
  70. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 92.
  71. Yukarı git Taberi, c. 2, s. 644 ve sonrası.
  72. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahliliyi İslam, s. 94–95.
  73. Yukarı git Vakıdi, c. 3, s. 885 ve sonrası.
  74. Yukarı git Mağazi Vakıdi, c. 3, s. 996; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97’den naklen.
  75. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97–98.
  76. Yukarı git Belazuri, Ensabü’l -Eşraf, c. 2, s. 108–111.
  77. Yukarı git Şeyh Müfid, el-İrşad, s. 166, 168.
  78. Yukarı git İbn Sa’d, c. 2, s. 255.
  79. Yukarı git Nehcü’l Belağa, tercüme, Seyyid Cafer Şehidi, hutbe: 202, s. 237.
  80. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106.
  81. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106–107.
  82. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 107.
  83. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 108.
  84. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109.
  85. Yukarı git Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109–110.
  86. Yukarı git Mecmeu’l Beyan, c. 3, s. 294.
  87. Yukarı git Siyre-i İbn Hişam, c. 1.
  88. Yukarı git Tövbe, 128. Ayet; Al-i İmran, 164. Ayet.
  89. Yukarı git Dairetü’l Maarif Bozorg İslami, kitabında “İslam” makalesi.
  90. Yukarı git Eş-Şifau bitarifi hukuku’l Mustafa, c. 1, s. 150; el-Marifet ve’t Tarih, c. 3, s. 283; el-Musannif li-bini Ebi Şeybe, c. 11, s. 512.
  91. Yukarı git Biharü’l Envar, c. 16, s. 260; el-Mizan fi Tefsiri’l Kur’an, c. 6, s. 332.
  92. Yukarı git Biharü’l Envar, c. 16, s. 237; el-Bidayetu ve’n Nihayet, c. 6, s. 39.
  93. Yukarı git Biharü’l Envar, c. 16, s. 287.
  94. Yukarı git Hayatü’s- Sahabe, c. 2, s. 526.
  95. Yukarı git Mecmeu’z Zavaid, c. 9, s. 15.
  96. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, Ebü’l Kasım Payende, intişar dünyay-ı danış, üçüncü baskı, 1380, s. 35–36.
  97. Yukarı git Mustafa Dilşad Tahrani, Siyre-i Nebevi, “Mantık-ı Ameli”, Tahran, Derya, 1385, ikinci baskı, c. 3, s. 352.
  98. Yukarı git Müslim, Sahihi Müslim, Beyrut, Darü’l Fikr, c. 2, s. 31; Beyhaki, Sünenü’l Kübra, Beyrut, Darü’l Fikr, c. 2, s. 21.
  99. Yukarı git Tabakatü’l Kubra, c. 1, s. 423; Sa’lebi, Tefsiri Sa’lebi, Beyrut, Daru ihyau’t Turasu’l Arabi, 1418, c. 4, s. 306.
  100. Yukarı git Tabersi, Mekarimü’l Ahlak, Kum, Şerif Razi, altıncı baskı, 1392, s. 34–35.
  101. Yukarı git Halebi, es-Siyretu’l Halebiyye, Beyrut, Darü’l Marifet, c. 3, s. 352.
  102. Yukarı git Ankebut, 48. Ayet.
  103. Yukarı git «لایشبع المؤمن دون جاره» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2545.
  104. Yukarı git «لایفتک مؤمن» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2550.
  105. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 684, Sayı. 2553.
  106. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 424, Sayı. 1288.
  107. Yukarı git «اسمح یسمح لک» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 293.
  108. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 291.
  109. Yukarı git «آفة الدین ثلاثة: فقیه فاجر و امام جائر و مجتهد جاهل» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 156, Sayı. 4.
  110. Yukarı git «ابغض الحلال الی الله الطلاق» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 157, Sayı. 16.
  111. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 160, Sayı. 29.
  112. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 169, Sayı. 84.
  113. Yukarı git Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 163, Sayı. 86.
  114. Yukarı git «خیارکم خیارکم لنسائهم» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebü’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 465, Sayı. 1477.
  1. Yukarı git اقْرَ‌أْ بِاسْمِ رَ‌بِّک الَّذِی خَلَقَ. ‘İkra bismi rabbikellezi halek’
  2. Yukarı git وَأَنذِرْ عَشِیرَتَک الْأَقْرَبِینَ وَاخْفِضْ جَنَاحَک لِمَنِ اتَّبَعَک مِنَ الْمُؤْمِنِینَ فَإِنْ عَصَوْک فَقُلْ إِنِّی بَرِیءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ
  3. Yukarı git اِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَكَاذِبُونَ
  4. Yukarı git يَا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَاجُّونَ فٖى اِبْرٰهٖيمَ وَمَا اُنْزِلَتِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْجٖيلُ اِلَّا مِنْ بَعْدِهٖ اَفَلَا تَعْقِلُونَ هَا اَنْتُمْ هٰؤُلَاءِ حَاجَجْتُمْ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَاجُّونَ فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ مَا كَانَ اِبْرٰهٖيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلٰـكِنْ كَانَ حَنٖيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ
  5. Yukarı git قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِى السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَاِنَّ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
  6. Yukarı git سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتٖى كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدٖى مَنْ يَشَاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
  7. Yukarı git قُلْ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ فٖى فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَاْيَ الْعَيْنِ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهٖ مَنْ يَشَاءُ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِى الْاَبْصَارِ
  8. Yukarı git لاُعطينّ هذه الرايةَ غداً رجلاً يَفتح اللهُ علی يديه، يحبُّ اللهَ و رسولَه، و يحبُّه اللهُ و رسولُه
  9. Yukarı git لا اله الا الله وحده لا شریک له صدق وعده و نصر عبده و هزم الاحزاب وحده
  10. Yukarı git وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
  11. Yukarı git ثُمَّ اَفٖيضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ
  12. Yukarı git من کنت مولاه فعلی مولاه. اللهم وال من والاه و عاد من عاداه و أحب من أحبه و أبغض من أبغضه و انصر من نصره و اخذل من حذله و أدر الحق معه حیث دار

................................................................................................................................................................................................................................................

İmam Hasan (a.s)

Hasan bin Ali bin Ebi Talip (Arapça: الحسن بن علي بن أﺑﻲ طالب) (Hicri 3, Medine/Hicri 50, Medine) Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın (s.a) büyük oğlu, Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ilk erkek torunu, on iki imam'ın ikincisi ve Ehlibeyt'ten olan dördüncü masumdur. Künyesi Ebu Muhammed’dir. Hz. Peygamber (s.a.a) efendimiz kendisini Seyyid (Efendi) olarak adlandırmıştır. İmam Hasan (a.s) ömrünün yedi yılını dedesi Hz. Resulullah’la (s.a.a) birlikte geçirmiştir. Şii ve Sünni kaynaklarda İmam Hasan’ın (a.s) Hz. Resulü Kibriya efendimizin yanındaki şan ve konumunu ortaya koyan birçok hadis yer almaktadır. Hz. Peygamberefendimiz bir hadiste İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hasan ve Hüseyin (a.s) cennet gençlerinin efendisidir.” İmam Hasan (a.s) 37 yaşında iken imamet makamına ulaşmıştır. Hicretin 41. Yılında Muaviye ile barış yapmıştır. Hükümet dönemi altı ay üç gün sürmüştür. Barış antlaşmasından sonra, Medine’ye gitmiş ve orada on yıllık ikametin ardından şehit olmuştur.[1]Medine’de Baki Mezarlığında defnedilmiştir.

İmam Hasan (a.s) İmamet ve Hilafet gibi iki ağır sorumluluk ve Müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve ayrılıklara mani olma konusunda önemli bir rol üstlenmiş ve sonunda Muaviye ile barış yapmak zorunda kalmıştır. Bu, İmam Hasan’ın (a.s) sağlam karakterini ve hoşgörüsünün genel tasvirini ortaya koymaktadır. Hilafet dönemi ve Muaviye ile yaptığı barış antlaşması hayatındaki ve İslamın başındaki en önemli gelişmelerdendir. Bu, hem kendi zamanında birlik sebebi olmuş ve hem de başta Şialar olmak üzere Müslümanların tarihi boyunca dini-ahlaki öğretileri mesabesinde olmuş ve iktidar, savaş ve barış gibi esaslı kavramların yaklaşımında dramatik etkileri beraberinde getirmiştir.[2]

Nesep, Künye ve Lakapları

Hz. Hasan b. Ali b. Ebi Talip (a.s), Şiaların ikinci imamı ve İmam Ali’nin (a.s) büyük oğludur. İmam Hasan diye meşhur olmuş, Kureyşi ve Haşimi’dir. Annesi Peygamber kızı Hz. Fatıma’dır.[3] Künyesi Ebu Muhammed’dir. En meşhur lakabı “Taki”dir, ancak başka lakapları da vardır. Örneğin: Tayyip, Zeki, Seyyid, Sebt gibi, Peygamber efendimiz kendisini Seyyid (Efendi) olarak adlandırmıştır.[4]

Doğumu ve Şehadeti

İmam Hasan (a.s) Hicretin üçüncü yılında Ramazan ayının ortasında gece yahut gündüz Medine’de dünyaya gelmiştir.[5] Ama Şeyh Kuleyni, Kâfi kitabında bir rivayet naklederek doğumunu hicretin ikinci yılı olarak açıklamıştır.[6] Kendisi Hicretin 50. Yılında Safer ayında 48 yaşındayken şehit olmuştur.[7] Tabersi, şehadetini 28 safer olarak belirtmiştir.[8]

Adının Konulması

İmam Hasan’ın (a.s) adının konulması hakkında şöyle demişlerdir: İmam Hasan (a.s) dünyaya geldiğinde, Allah, Cebrail’e Muhammed’in (s.a.a) bir evladı (torunu) oldu. Onun yanına git ve selamımı ve tebriklerimi sunarak şöyle de:

Kuşkusuz Ali’nin (a.s) Sana olan konum ve menzili, Harun’un Musa’ya olan menzil ve konumu gibidir; öyleyse ona (İmam Hasan’a) Harun’un çocuğuna koyduğu adı koy. Cebrail, Allah tarafından Hz. Resulü Kibriya’nın (s.a.a) yanına gelerek tebriklerini sunduktan sonra şöyle dedi: Allah, onun adını Harun’un çocuğunun adını koymakla görevlendirdi. Hz. Resulullah (s.a.a): Harun’un çocuğunun adı nedir? diye sordu. Arz etti ki: Şubber. Buyurdu ki: Benim dilim Arapçadır. Arz etti ki: Onun adını “Hasan” koy. Böylelikle Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) onun adını Hasan koydu.[9]

Eşleri ve Çocukları

Ana Madde: İmam Hasan'ın Eşleri

Kaynaklar, İmam Hasan’ın (a.s) evlilik ve boşanmalarına işaret etmiştir, ancak sayısı hakkında fikir ayrılığı vardır. farklı rivayetlere göre, bunun kabul veya reddedilmesi ne mümkündür ve ne de hadisenin tarihi değerini azaltıp çoğaltması. Gerçekte öyle anlaşılmaktadır ki bu konunun tasarlanması daha çok fırkasal ve politik karşıtlıklardan kaynaklanmaktadır. Gerçi bir çok araştırmacı ve âlim, bu rivayetlerin eleştirisinde onların senet ve içerik olarak hatalarına işaret etmişlerdir.[10] Özellikle kaynaklarda sunulan haberlerin oldukça belirsiz olduğunu ve hatta İmamın eşlerinin adlarının zikredilmemiş olduğunu kabul etmek durumundayız. Bu arada yalnızca tıpkı rivayetlere göre İmam Hasan’ın (a.s) zehirlenme koşullarını yaratan Eş’es b. Kays’ın kızı Cu’de’nin adı anılmaktadır. Malumdur ki eşlerin adlarının belirsiz olmasına rağmen, genel olarak kaynaklarda İmamın (a.s) çocukları hakkında nispi olarak uyum vardır. İmam Hasan'ın (a.s) bir çok tarihi kaynakta belirtilen eşlerinden bazıları şunlardır:

  1. Eş'as bin Kays'ın kızı Cu'de
  2. Manzur b. Zebban Fezari’nin kızı Havle
  3. Ukbe b. Amr Hazreci’nin kızı Ümmü Beşir
  4. Talha b. Ubeydullah Temimi’nin kızı Ümmü İshak
  5. Ebu Bekir’in torunu Hafsa
  6. Amr b. Suheyl’in kızı Hind.
  7. Nefliye veya Ramle (köle).[11]

Çocukları

İmam Hasan’ın (a.s), kız ve oğlan olmak üzere 15 (8 erkek, 7 kızı) çocuğu olmuştur:

  • Zeyd ve iki kız kardeşi Ümmü’l Hasan ve Ümmü’l Hüseyin. Bu üçünün anneleri Ebu Mesud Ukbe b. Amr’ın kızı Ümmü Beşir’dir.
  • Hasan b. Hasan. Annesi, Manzur Fezari’nin kızı Havle’dir.
  • Amr, Kasım ve Abdullah. Anneleri, cariye idi.
  • Abdurrahman. Annesi, cariye idi.
  • İsrim lakabıyla bilinen Hüseyin. Erkek kardeşi Talha ve kız kardeşi Fatıma. Anneleri, Talha b. Ubeydullah Temimi’nin kızı Ümmü İshak’tır.
  • Ümmü Abdullah, Fatıma, Ümmü Selme ve Rukayye. Farklı annelerden dünyaya gelmişlerdir.[12]

Allame Meclisi, İmam Hasan'ın çocuklarına Ebu Bekir adlı birini de eklemiştir.[13] Şeyh Tabersi, İmam Hasan'ın 9 erkek 7 kızının olduğunu belirtmiştir.[14] İbn Cevzi, İbn Hişam ve Vakıdi, İmam Hasan'ın 15 erkek ve 8 kızının olduğunu yazmıştır.[15] 
İmam Hasan'ın (a.s) Ümmü'l-Hüseyin Abdullah bin Zübeyr, Ümmü Abdullah İmam Seccad (a.s) ve Ümmü Seleme Amr bin Munzirin ile evlenmiştir.[16]

İmam Hasan’ın Soyu

Ana Madde: Hasani Seyyitler

İmam Hasan Mucteba’nın (a.s): Hasan Müsenna, Zeyd, Ömer ve Hüseyin Esrem adlı dört oğlu vardı. Hüseyin Esrem ve Ömer’in soyu kısa bir süre zarfında yok olmuş, ancak Hasan Müsenna ve Zeyd bin Hasan’ın soyu devam etmiştir.[17] Böylelikle İmam Hasan’ın soyu bu iki oğlu aracılığıyla sürmüştür. İmam Hasan’ın soyundan gelen seyyitlere Hasani Seyyitler denir.[18] Bu hanedan tarih boyunca siyasi ve sosyal bir çok hareketlere katılmıştır. İkinci ve üçüncü yüzyılda zalim yönetimlere karşı kıyamlar yapmış ve İslam ülkelerinin çeşitli yerlerinde çeşitli hükümetler kurmuşlardır. Onlardan bazıları günümüze kadar yaşamıştır. Seyyitlerin bu silsilesi bazı bölgelerde “şerif/eşref” olarak bilinmektedirler. Tabatabai, Müderris, Hekim, Şeceriyan ve Gülistane hanedanları, Hasani seyyitlerin feri dallarındandır.

İmamet Öncesi

Hz. Resulullah’ın Dönemi

İmam Hasan (aleyhi selam) ömrünün yedi yılını dedesi Hz. Resulullah’la birlikte geçirmiştir.[19] Yine Hz. Hasan, Hz. Resulü Ekrem’in mahzarında yedi yıl yaşamasının yanı sıra hicret dönemindeki bir çok hadiseye de şahitlik etmiştir. Mübahele olayında yer almış, Hadis-i Kisa ve Tathir ayeti gibi bir çok önemli gelişmelerde bulunmuştur. Tüm bunlar, İmam Hasan’ın ismet sıfatına sahip olduğunun delillerindendir. Bunlara ilave olarak kardeşi İmam Hüseyin ile birlikte Biati Rıdvan’da bulunmuşlardır. Yine imam Hasan, kardeşi İmam Hüseyin’le birlikte dedeleri hayata gözlerini yumduğunda yanında hazır bulunmuşlardır.[20]
Şii ve Sünni kaynaklarda İmam Hasan’ın Hz. Resulü Kibriya Efendimizin yanındaki şan ve konumunu ortaya koyan bir çok hadis yer almaktadır. Berra şöyle diyor: Hasan b. Ali, Peygamberin omuzunda olduğu sırada Peygamberin şöyle dediğini duydum: Allah’ım! Ben bunu seviyorum, sen de sev.[21] Başka bir hadiste Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (a.s) ayakları üzerine oturttuğu esnada şöyle buyurdu: Bu ikisi benim ve kızımın oğullarıdır, Allah’ım! Ben bunları seviyorum, öyleyse Sende bunları sev ve onları seveni de sev.[22]

Hz. Peygamber Efendimiz başka bir hadiste İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendisidir.”[23] , “Bu iki oğlum, benim dünyadaki iki güzel kokulu gülümdürler.”[24] , “ Hasan ve Hüseyin (yahut bu iki evladım)[25] İmamdırlar, ister ayaklansınlar ve isterse barış yapsınlar.”[26] , “Eğer akıl bir adamda cisimlenmiş olsaydı, gerçekten Hasan olurdu.”[27]

Halifeler Dönemi

İmam Hasan'ın (a.s) ilk üç halifeye yönelik itirazlarını nakletmişlerdir. Örneğin ünlü Ehlisünnet alimlerinden Suyuti "Tarihu'l-Hülefa" kitabında şu olayı nakletmiştir: "İmam Hasan (a.s) çocukken bir gün Ebu Bekir minberde konuşma yaptığı sırada onun yanına geldi. İmam Hasan (a.s) Ebu Bekir’e itirazda bulunarak şöyle buyurdu: Babamın minberinden aşağı in. Ebu Bekir cevap olarak şöyle dedi: Allah’a andolsun ki doğru söyledin. Bu minber benim babamın değil, senin babanın yeridir.[28]

İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) İran'ın fethiyle sonuçlanan Müslümanların İran’la yaptıkları savaşlara katılmamışlardır.[29] Elbette bazı tarihi rivayetlerde İmam Hasan’ın (a.s) bazı savaşlara katıldığına dair sözler söylenmiştir.[30]

Osman’ın halifeliği ile sonuçlanan şuranın teşkil edilmesi ve Ömer’den sonraki halifeliğin belirlenmesinde Ömer’in İmam Hasan’dan (a.s) altı kişilik şurada şahit unvanı ile yer almasını istemesi, Onun yüksek makamına işaret etmekte; öte yandan Peygamber Ehlibeytinin toplumdaki yerini ortaya koymaktadır. Ayrıca onun Ensar ve Muhacirler yanındaki konumunu da güzel bir şekilde gözler önüne sermektedir.[31]

Halife Osman, Hz. Ebu Zer’i Rebeze çölüne sürgün etmek istediği zaman kimsenin ona refakat etmemesi ve onunla konuşmaması için emirde bulundu ve Mervan b. Hakem’in onu Medine’den dışarı çıkarmasını emretti. Ebu Zer (r.a), Medine’den dışarı atıldığında hiç kimse dışarı çıkma ve ona eşlik etme cüretini göstermedi, yalnızca Hz. Ali (a.s), kardeşi Akil, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (a.s) ve Ammar b. Yasir ona eşlik etmek için onun yanında hazır olmuş ve onu uğurlamışlardır.[32]

Üçüncü Halifeye karşı başlatılan kitlesel halk isyanlarında, bazı tarihi rivayetlerin kaydettiğine göre İmam Ali (a.s) İslam’ı korumak için Osman’ın korunması yönünde bir düşünceye sahipti. Dolayısıyla kızgın isyancıların onu öldürmesine mani olmak için onu koruma altına aldı. Bu sebepten dolayı genç oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (a.s) halifenin evine göndererek onu koruma altına almıştı. Elbette isyancıları durdurmak o kadar kolay değildi. En sonunda bu isyanlar Osman’ın ölümüyle sonuçlanmıştır. Bilinmesi gerekir ki bu konu hakkında rivayi kaynaklarda fikir ayrılığı vardır.[33]

Hz. Ali’nin İmameti Dönemi

İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin (a.s), babaları İmam Ali (a.s) ile birlikte Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarına katılmışlardır.[34]

Cemel Savaşı

Ana Madde: Cemel Savaşı

Kufe Valisi Ebu Musa Eş’eri’nin, İmam Ali’nin (a.s) gönderdiği elçilerle birlikte biatini bozanlara (Cemel Savaşını hazırlayanlara) karşı iş birliği yapmaya yanaşmaması üzerine, İmam Ali (a.s) oğlu İmam Hasan’ı (a.s) Ammar b. Yasir’le birlikte bir mektupla Kufe’ye gönderdi. İmam Hasan (a.s) Kufe mescidinde yaptığı konuşma ile 10 bin kişiyi biatini bozanlara karşı savaş meydanına dökmeyi başarmıştır.[35]

İmam Hasan (a.s) Cemel Savaşından önce bir konuşma yapmıştır.[36] Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) onu bu savaşta ordunun sağ tarafıyla görevlendirmiştir.[37] Bazıları İmam Ali’nin (a.s) bu savaşta (a.s), Muhammed Hanefiyye’ye şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Bu mızrağı al ve Devenin (Ayşe’nin devesi kast edilmektedir. Bu savaşta çok sayıda Müslüman bu deveye karşı şehit olmuştur.) ayak sinir damalarını kes. Muhammed Hanefiyye okçuların şiddetli saldırılarından dolayı geri dönmüştür. Sonra İmam Hasan (a.s) mızrağı alarak devenin ayak sinir damarlarını keserek bu sorunu çözmüştür.[38]

Sıffin Savaşı

Ana Madde: Sıffin Savaşı

Sıffin Savaşında İmam Ali (a.s) büyük oğlu İmam Hasan'ın (a.s) cesaretle savaştığını ve durmadan düşmana saldırdığını görünce onun ve kardeşi İmam Hüseyin’in (a.s) canlarını korumak için geri döndürülmeleri için emir verdi. İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Oğullarımı savaştan geri çekin, onların canlarının tehlikeye düşmesinden ve Resulullah’ın (s.a.a) neslinin sona ermesinden korkuyorum.”[39] Savaş sırasında Muaviye, İmam Hasan’ın (a.s) yiğitçe savaştığını görünce onu savaş meydanından çekmek için Ubeydullah b. Ömer’i –İkinci halifenin küçük oğlunu- savaş meydanına gönderdi. Ubeydullah, onu hilafet vaadiyle savaştan geri çekmeye çalıştı. Ubeydullah, İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) savaşla meşgul olduğunu görünce, yanına yaklaşarak “seninle işim var” dedi. İmam Hasan, savaşmayı bırakarak ona doğru yaklaştı. Ubeydullah, Muaviye’nin ona olan teklifini anlattı. İmam Hasan (a.s) kızgın bir şekilde: Bugün veya yarın öldürüldüğünü görür gibiyim, ancak şeytan seni aldatmış ve bu işi sana güzel göstermektedir. Bir gün Şam kadınları cenazenin üzerinde sana ağlayacaklardır. Yakında Allah seni yüz üstü yere vuracak ve o şekilde öleceksin. Ubeydullah, çadırların olduğu yere geri döndü. Muaviye onun durumunu görünce kendisi cevabın ne olduğunu anlayarak şöyle dedi: “O, bu babanın oğludur.”[40]

Hz. Ali (a.s) hakimlik olayından sonra yaşanabilecek fitne ve uyuşmazlıkları önlemek için, oğlu İmam Hasan’dan (a.s) konuşma yapmasını ve delil ve kanıtlarla insanlara olayların iç yüzünü anlatmasını istedi. İmam Hasan’da babasının dediği şekilde yaptı.[41]

Nehcü’l Belaga’nın otuz üçüncü mektubu, İmam Ali’nin (a.s) İmam Hasan’a (a.s) söylediği ahlak içerikli meşhur vasiyetidir. Sıffin’den dönerken “Hazirin” denen bölgede bu vasiyetnameyi açıklamıştır.

İmamet

Müminlerin Emiri Hz. Ali'nin (a.s) hicri 40 yılında Ramazan ayının 21'inde şehit olmasının ardından İmam Hasan (a.s) Müslümanların hidayet ve imamet görevini üstlendi. İmam Hasan'ın imameti 10 yıl sürdü.

İmametinin Delilleri

  1. Hz. Resulü Kibriya Efendimizden (s.a.a) nakledilen şu hadis: Bu iki oğlum (Hasan ve Hüseyin), imamdırlar, ister kıyam etsinler ve isterse etmesinler.”[42][Not 1] İmam Hasan ve İmam Hüseyin’in (a.s) imametine delalet etmektedir.
  1. Ali b. Ebi Talib (a.s) Emirü'l-Mü'minin oğlu Hasan'a vasiyet etti ve vasiyetine Hz. Hüseyin’i ve Muhammed b. Hanefiyye'yi, diğer bütün oğullarını, Şia’sının ileri gelenlerini ve ailesini şahit tuttu. Sonra Hz. Hasan’a (a.s) kitabı ve silahı verdi. Ardından oğlu Hz. Hasan'a şöyle dedi: “Ey Oğulcuğum! Resûlullah, bana imamlığı sana vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silahımı sana vermemi emretti. Tıpkı Resûlullah'ın bana imamlığı vasiyet etmesi, kitaplarını ve silahını bana vermesi gibi. Ayrıca bana, senin de ölmek üzere olduğun zaman bunları kardeşin Hüseyin'e vermeni, emretmemi emretti.”[43]
  2. Hz. Peygamber ve Ehlibeyt'in İmam Hasan'ın imametine olan icması.[44]
  3. İsmet ve efdal olmak imametin şartlarındandır. İmam Hasan'ın döneminde bu özelliklere yalnızca o sahipti.[45]

Hilafetten Sulha Kadar

İmamet Dönemi

İmam Ali’nin (a.s), Hicretin 40’ıncı yılında Ramazan ayının 21’inde Cuma günü, İbn Mülcem Muradi’nin eliyle şehitolmasının ardından İmam Hasan Mücteba (a.s), Müslümanların danışmanlığı ve imamet sorumluluğunu üstlendi. Kufe halkı grup grup ona biat ettiler. Kendisi valilerini belirledi ve Abdullah b. Abbas’ı Basra valisi olarak atadı.[46]

Muaviye İle Savaşı

İmam Hasan (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a andolsun ki, bizi Şamlılarla savaşmaktan alıkoyan ne şüphedir, ne de pişmanlık. Biz (geçmişte), Şamlılarla sağlıklı bir düşünce ve istikrarla savaşıyorduk. Fakat bu gün aramızdaki selametin yerini düşmanlık, kararlılığımızın yerini ise tahammülsüzlük almıştır. Siz (Kufeliler) Sıffin savaşına gittiğinizde dininizi dünyanıza öncelikli kılmış, bugün ise dünyanızı dininize öncelikli kılmışsınız.”

—Tuhafu’l Uku, s. 234.

Muaviye, İmam Ali’nin (a.s) şehit olduğunu duyunca ve halkın oğlu İmam Hasan’a (a.s) biat ettiğini anlayınca, insanları İmam Hasan’a karşı kışkırtmak ve tahrik etmek için Kufe ve Basra’ya iki casus gönderdi. İmam Hasan (a.s) her ikisinin de tutuklanarak gerekli cezaya çarptırılmaları emrini verdi. İmam Hasan (a.s) ile Muaviye arasında karşılıklı mektuplaşmalar yaşandı. Bu mektuplarda İmam Hasan (a.s), halifeliğe müstahak olduğunu delillerle ispat etmiştir.[47]

Muaviye, ordusunu hazırlamaya koyuldu. Memurlarına mektuplar göndererek Irak savaşında kendisine katılmalarını istedi. Muaviye, Dahhak b. Kays Fahri’yi kendi yerine atayarak, şahsen ordu komutanlığını üstlenerek Irak’a doğru ilerlemeye başladı. Bu savaşta 60 bin yahut söylendiğine göre daha fazla sayıda asker Muaviye’ye eşlik etmekteydi.[48]

İmam Hasan (a.s) Hücr b. Adiyy’i bölge emirlerinin halkı cihada davet etmesi için görevlendirdi. Davet edilenler ilk önce tembellik gösterdiler, ancak sonunda yola koyuldular.[49] İmam Hasan (a.s), Muğayre b. Nufel’i Kufe’de yerine atadıktan sonra Nahle’ye doğru yola koyuldu.[50] İmam Hasan, Muaviye’yi Irak’tan uzak tutmak için Ubeydullah b. Abbas’ı 12 bin kişilik bir orduyla gönderdi.[51] Ubeydullah b. Abbas, “Mesken” denilen bölgeye vardı. Orada iki ordu karşı karşıya geldi. Muaviye’nin emri ile Beser b. Urtat tarafından Yemen’de iki oğlunu şehit veren[52] Ubeydullah İbn Abbas, İmam Hasan’a ihanet ederek gece yarısı Muaviye’nin karargâhına kaçtı.[53] Ubeydullah’ın kaçışı “Mesken” karargâhında ordunun kalbinde çok kötü etkiler bıraktı ve kötü düşünceler baş göstermeye başladı. Bu durum çok geçmeden Medain’de de görülmeye başlandı ve yavaş yavaş çok ağır uğursuzluklara neden oldu.[54]

Muaviye, gizlice casuslarına emir vererek Irak ordusu arasında Ubeydullah b. Abbas’ın yerine geçen Kays b. Sa’d’ın öldürüldüğü şayiasını yaymalarını istedi. İnsanlar bu haberi duyunca birbirlerinin mallarını yağmalamaya başladılar ve sonunda yağmalama olayı İmam Hasan’ın karargâhına da sıçradı. İşi o kadar ileri götürdüler ki İmam Hasan’ın üstünde oturduğu kilimi ve omuzundaki ridasını (şalını) bile çekip aldılar.[55] Muaviye, Muğayre b. Şu’be, Abdullah b. Amir ve Abdurrahman b. Hakem’i İmam Hasan’ın yanına gönderdi. Bu kişiler, Medain’de imam Hasan’ın yanından ayrıldıklarında şöyle demeye başladılar: Allah, Resulullah’ın oğlu sayesinde kanların dökülmesini önledi, fitne ateşini söndürdü ve barış önerisini kabul etti.” Bu sözü duyan halk İmam Hasan’a (a.s) saldırmaya başladı ve orada ve çadırlarda olan her şeyi yağmaladılar.[56]

İmam Hasan’ın (a.s) ordusunda baş gösteren gelişmelerden dolayı yaşadığı acı ve uğursuzluklar bununla sınırlı kalmadı, bilakis yoldan çıkmışlar ve Havaric, İmamın öldürülmesi için planlar kurdular. Üç kere İmam Hasan’a saldırdılar, ancak İmam Hasan her üç saldırıda canını kurtarmayı başardı.[57]

Halkın savaşlardan yorulup, bıkması, Şialarının canını korumak istemesi, halkın İmam’a destek vermemesi, kan dökülmesini önlemek, dinin korunması, Havaric tehlikesi ve ordunun düzensizliği gibi nedenler İmam Hasan’ın sulh yapmasını zorunlu kılmıştı.

Muaviye İle Barış Antlaşması

Muaviye, barış önerisinde bulunmak için İmam Hasan’ın huzuruna iki temsilcisini gönderdi. Bu temsilciler kan dökülmesinin önlenmesi gerektiğini dile getirerek İmamı barışa davet ettiler. Bu iki temsilci, hilafetin Muaviye’den sonra İmam Hasan’a geçeceğini söylediler. Muaviye, onlarla birlikte kendi mührü ile bir beyaz kağıt göndermiş ve İmamdan barış anlaşmasının şartlarını yazmasını istemiştir.[58]
Bu antlaşma maddeleri kaynaklarda farklı şekillerde zikredilmiştir. Antlaşma maddeleri genel olarak şunlardan ibarettir:

  • Hükümet Muaviye’ye bırakılacak, ancak Muaviye Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünnetine göre hareket edecektir.
  • Muaviye kendisinden sonra kimseyi halife olarak tayin etmeyecek ve hilafet kendisinden sonra İmam Hasan’a veya zorunlu bir durumda kardeşi İmam Hüseyin’e geçecektir.
  • Muaviye İmam Ali’ye (a.s) küfür etmeyi ve lanet okumayı bırakacak ve Hz. Ali'yi ancak iyilikle anacaktır.
  • Benî Haşim için ödenek belirlenecek, Cemel ve Sıffin Savaşlarında İmam Ali’nin safında şehit olanların yakınlarına belirli bir miktarda para yardımında bulunulacak.
  • Muaviye hiç kimseyi geçmişte yaptıklarından ötürü cezalandırmayacak. Irak halkına yönelik eski kinini bırakacak. Hz. Ali'nin dostları her yerde emniyet ve huzur içinde olacak, Şiilerine eziyet edilmeyecek; can, mal, namus ve evlâtları güven içinde yaşayacaklardır.
  • İmam Hasan, kardeşi İmam Hüseyin ve Allah Resulü'nün Ehlibeyti'nden hiçbirine, gizlide veya açıkta suikast tertiplenmeyecek. Bu antlaşma maddelerinde Şia ve Ehli Sünnet arasında fikir ayrılıkları bulunmaktadır.[59]

İmam Hasan’ın (a.s) belirlediği koşullarla, Hicretin 41. Yılının başlarında barış antlaşması imzalandı,[60] ancak Muaviye antlaşmanın tüm şartlarını kabul etmesine rağmen, Kufe’ye gelir gelmez halka okuduğu bir hutbe ile kabul ettiği antlaşma maddelerini ayaklarının altına aldığını açıkladı. Barışın İmam Hasan tarafından istendiğini iddia ederek! İmam Ali’ye de hakaretlerde bulundu. İmam Hüseyin (a.s) kendisine cevap vermek isterken kardeşi İmam Hasan ona engel oldu ve kendisi bir hutbe okudu. Konuşmasında antlaşmanın içeriğini ve Muaviye tarafından barış önerisinin yapıldığını açıklayarak güzel ve tatlı bir üslupla Muaviye’nin babasına yaptığı hakaretlere karşılık kendi asalet ve nesebini Muaviye’yle kıyaslayarak ortaya koydu.[61] İmam Hasan’ın (a.s) bu tavrı Muaviye’ye çok pahalıya mal olmuştur.[62]

Barıştan Şehadete Kadar

İmam Hasan (a.s) barış antlaşmasından sonra Medine’ye gitti. Orada dini, ilmi, sosyal ve siyasi bir merci konumundaydı. Kendisi Muaviye ve taraftarlarına karşı Medine ve Dımeşk’te pozisyon aldı ve Muaviye ile münazaralar yaptı. Bu münazaralar Şeyh Tabarsi tarafından “İhticac” adlı kitapta bir araya getirilmiştir.[63]

İmam Hasan aleyhi selam, Müslümanların canını korumak ve İslam dini zarar görmesin diye Muaviye gibi İslam ve Peygamber düşmanı birisiyle barış anlaşması yapmak zorunda kalmıştır. Bu anlaşmayla birlikte hayatının en zorlu ve acı günleri başlamıştır. Çevresindekilerin eleştiri ve suçlaması, siyasi dengeleri gözetmesi, Şiaların ihaneti, çok sayıda kadim dostunu kaybetmesi ve şehadeti ile sonuçlanan olaylar, bu dönemin zorlu süreçlerindendir.

İmam Hasan’ın (aleyhi selam) bu dönemdeki yaşamı görüntüde inziva ve tecrit halinde olsa da bu dönemde oldukça etkili ve aynı zamanda onun için bir o kadar da zorlu ve sıkıntılı geçmiştir. Bir yandan Şiaların imamet sorumluluğunu taşımakta, diğer yandan Muaviye ile olan anlaşmadan kaynaklı ortaya çıkan değişimler, Şiaların sorunları ile ilgilenmesini meşakkatli kılmaktaydı. 

İmam Hasan (a.s), barış anlaşmasından sonra insanların yanına gelerek bir konuşma yapmış ve konuşmasında Muaviye ile yaptığı barış anlaşmasının iç yüzünü açıklamıştır. İmam Hasan (a.s), Muaviye’nin kendisiyle nasıl münakaşa ettiğini ve yaptığı bu barış anlaşması ile gerçekte insanların hayatlarını koruduğunu ve Muaviye’nin kan akıtmasını önlemek için başka çaresinin olmadığını açıklamıştır.[64] Muaviye de sulh anlaşmasından hemen sonra Kufe’ye gelir gelmez bir konuşma yapmış ve İmam Hasan’la yapmış olduğu anlaşmayı ayaklar altına almıştır. İmam Hasan’ın barış anlaşmasını istediğini iddia ederek Müminlerin Emiri İmam Ali’ye de hakaretler (!!) etmiştir. Daha sonra İmam Hasan (a.s) bir konuşma yapmış ve barış anlaşmasının içeriğini ve barış önerisinin Muaviye tarafından yapıldığını açıklayarak Muaviye’yi tekzip etmiştir. Ayrıca Müminlerin Emiri Hz. Ali’ye yapmış olduğu hakaretlerin cevabını da güzel bir şekilde vermiştir.[65]

Muaviye, İmam Hasan’ın makam ve konumunu bildiğinden, insanlar arasında kendisini iyi birisiymiş gibi göstermek ve ayrıca kendi iktidarını korumak için görüntüde İmama karşı yer yer hürmet göstermiştir. Örneğin, Ziyad bin Ebih, Kufe’de iktidarda olduğunda, bir olay sonrası İmamın yarenlerinden birisi zulüm görür, bunun üzerine İmam Hasan aleyhi selam, bir mektup yazarak bu uygunsuz davranışından dolayı Ziyad’ı uyarır. Ziyad bin Ebih de İmama saygısızca bir cevap verir. Bunun üzerine İmam Hasan (aleyhi selam) tarihi bir cevap yazmış ve bununla da yetinmeyerek olayı Muaviye’ye taşımış ve Muaviye de İmam Hasan’ın isteği üzerine Ziyad’ı kınamıştır.

Muaviye, oğlu Yezid’i kendisinden sonra halife olması için uygulamaya koyduğu planlarından dolayı İmam Hasan (a.s) kendisine şiddetle tepki göstermiştir. İçki içen, şımarık, lakayıt bir gencin böylesine büyük bir göreve getirilmesi İmamın karşı çıktığı noktalardan biriydi. Elbette İmam Hasan’ın Muaviye’ye karşı emri bil maruf ve nehyi anil münkerde bulunmasının bir çok örnekleri vardır. Öyle ki başka çaresi olmadığı için babası Ebu Süfyan ile birlikte İslam dinini seçmek zorunda kalan ve ikinci halife Ömer İbn Hattab’ın da yardımları ile ileriki dönemlerde hile yapmak ve dolap çevirmek sayesinde İslam’ın başına geçerek halifeliği gasp eden Muaviye gibi birini İmam Hasan (a.s) kitap ve sünnette uyması için davet etmekteydi.[66]

Masum İmamın (a.s) eleştirileri ve Muaviye’nin isteklerine olumlu yanıt vermemesiyle İmam, Muaviye ölene kadar, ona karşı açıkça mukabelede bulunmanın maslahat olmadığını ve bu anlamda sabit kaldığı görülmektedir. İmam Hasan (a.s) Kufe’den ayrıldığında yarenlerine uygun zamanı beklemeleri gerektiği konusunda telkinlerde bulunmaktadır.[67]

Havazan kabilesinden bazılarının Mestured bin Ulfe’nin bayrağı altından çıkması hadisesinde, Muaviye savaşmak için hazırlık yapar, ama Muaviye, İmamın teyidini gerekli bilir ve onun yanında yer alması gerektiğini zorunlu görür. Bu meyanda İmam (a.s) akıllıca bir yöntemle ve bundan yararlanarak İmam Ali’nin şu sözünü: “hakkı elde etmek isteyen, ama hata eden (Harici) kimse, asla batılı isteyip elde edene (Muaviye ve taraftarlarına) benzemez.” gerçekleştirmeye çalışır.[68] Bundan dolayı, Muaviye’nin isteklerini kabul etmeyi gerekli görmez. Zira Muaviye ile olan ilişkilerinde görünürde bir sıkıntı olmasa da Muaviye’nin bayrağı altına girmekten uzak durur.[69]

Nakledildiğine göre Muaviye, gizli de ve açıkta Hz. Ali’nin Şialarını takip etmelerini ve minberlerde Müminlerin Emirine (aleyhi selam) küfür etmelerini emretmiştir. Ziyad gibi birini Kufe valisi yapması da bu nedenden kaynaklanıyordu.

Aralarında Hz. Resulullah’ın sahabesi olan İmam Hasan’ın (a.s) bazı yarenleri, Muaviye’nin yaptıklarını görünce ve Ziyad bin Ebih gibi birisini vali yapmasına karşı çıkmışlardır. Buna karşın bu kişiler her daim hükümetlerce zulme uğramışlardır. Amr bin Hamk Hazai’nin ömrünün son yıllarında başından geçenler, bunun açık örneklerindendir. Amr bin Hamk Hazai, Muaviye’nin İslam’a aykırı davranışlarını eleştirdiğinden Muaviye’nin adamları tarafından takibe alınmış ve sonunda tutuklanarak Kufe’de hapiste şehit edilmiştir.[70]

İmam Hasan Mucteba aleyhi selam, Amr’ın şehadet haberini alınca, Muaviye’ye bir mektup yazarak şiddetle kendisini kınamıştır.[71] Muaviye’nin barış anlaşmasına uymadığının bir örneği de Hücr bin Adiyy ve arkadaşlarına yaptıklarıdır. Hücr bin Adiyy ve adamları Muaviye’nin İslam ve insanlıktan uzak davranışlarını eleştirdiği için, Kufe’de tutuklanmış ve Şam’a gönderilerek orada şehit edilmiştir.[72] Bu listeye İmam Ali’nin aleyhi selam, takva sahibi adamlarından Ruşeyd Haceri’yi de eklemek gerekir. Zira Muaviye, İmam Hasan’ın sulh şartlarındaki isteklerinin aksine onu da şehit etmiştir.[73]

Barış Hakkında Yarenleri İle İhticac Etmesi

Muaviye İle Mukabele Etemesi

Bazı Emevilerle Mukabele Etmesi

  • İbn Ziyad
  • Amr bin Osman
  • Amr bin As
  • Velid bin Ukbe
  • Utbe bin Ebu Süfyan
  • Muğayre bin Şu’be
  • Mervan bin Hakem

Kufelilerden Talebi

Şam’a Gitmesi

Şehadeti

İmam Hasan’ın hicri 50. Yılda, şehit olduğu bilinmektedir.[74] Nakledilen rivayetlerin çoğunda, İmam’ın şehadeti, Safer ayının son günlerinde[75] veya Safer ayının 28. Günü olduğu yönündedir. Safer ayının yedisi[76] ve ayrıca Rebiülevvel ayında[77] da şehit olduğuna dair rivayetleri vardır. Şeyh Müfid’in yazdığına göre, İmam Hasan efendimiz şehit olduğunda henüz 48 yaşındaydı.[78] Şehadet tarihindeki fikir ayrılıklarından dolayı ömrünün tam olarak ne kadar sürdüğünde de ihtilaflar vardır.[79]

Bir çok Şii ve Sünni kaynaklara göre, İmam Hasan (a.s), zehirletilerek şehit edilmiştir.[80] Elbette bazı Sünni kaynaklarda doğal yollardan ve geçirdiği bir hastalıktan dolayı öldüğü yazılmıştır.[81][Not 2] Nakledilen bir rivayete göre Muaviye, Eş’as bin Kays’ın kızı Cude’nin (İmam Hasan’ın eşi) yanına birisini göndermiştir. Muaviye, Cu’de’ye şöyle demiştir: ‘ben sana yüz bin dirhem vereceğim ve seni oğlum Yezit’le evlendireceğim. Ancak bunun için önce Hasan’ı zehirlemelisin.’ Cu’de, İmam Hasan’ı zehirlemiş ve Muaviye’den vaat ettiği parayı almıştır[82], ancak Muaviye, onu oğlu Yezit’le evlendirmemiştir. İbn Sa’d, İmam Hasan’ın, hizmetkarlarından biri tarafından şehit edildiğini yazmıştır.[83] Ancak yine nakledildiğine göre bu işi Muaviye’nin isteği üzerine İmamın bir diğer eşi Suheyl bin Amr’ın kızı yapmıştır.[84] O dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda Yezid’in veliahtlığında İmam Hasan (a.s) büyük bir engeldi. Bu yüzden onun ortadan kaldırılması gerekiyordu. Öyle anlaşılıyor ki İmam Hasan’ın (aleyhi selam) Cu’de bint Eş’as tarafından zehirlenerek şehit edildiği daha muteberdir.[85]

Bazı kaynaklara göre İmam Hasan (aleyhi selam) şehit olmadan önce bir çok defa zehirletilmiştir. Ancak hepsinden bir şekilde kurtulmayı başarmıştır.[86] Yakubi, şöyle yazmaktadır: ‘İmam Hasan (a.s) öldüğü sırada kardeşi İmam Hüseyin’e (a.s) şöyle demiştir: ‘Ey benim kardeşim! Bu, benim üçüncü zehirlenişim. Ancak daha önce böylesine zehirlenmemiştim. Bugün öleceğim. Öldüğümde beni Allah Resulünün (s.a.a) yanına defnet çünkü hiç kimse ona benden daha yakın olmayı haketmiyor. Ancak eğer buna engel olacak olurlarsa [Not 3] bu durumda bir hacamat kanı kadar dahi kan dökülmesin.[87]

İmam Hasan'ın (a.s) Cennetü'l Baki'deki Kabri Şerifleri

Defnedilmesi

Şeyh Tusi’nin naklettiğine göre[88] İmam Hasan Mücteba (aleyhi selam), kardeşi [[İmam Hüseyin}}’e (aleyhi selam), kendisini dedesi Hz. Resulü Kibriya’nın (s.a.a) yanına defnetmesini vasiyet etmiştir. Ancak bu işe birileri karşı çıkacak olursa, asla bunda ısrar etmemesini ve kesinlikle kan dökülmemesini istemiştir. Başka bir nakle göre, İmam Hasan, gusül verilip kefenlendikten sonra kendisini dedesi Hz. Resulullah’ın mezarının yanına götürmesini ve orada ahdini yeniledikten sonra büyük annesi Hz. Fatıma bint Esed’in yanına götürülerek orada defnedilmesini istemiştir.[89]

Hz. İmam Hasan’ın mübarek naaşı, Hz. Peygamber Efendimizin kabri şeriflerinin yanına getirildiği sırada, o sırada Medine valisi olan Said bin As [Not 4] ve Mervan silahlı bin adamıyla birlikte oraya gelir ve İmam Hasan’ın naaşının Efendimizin huzuruna götürülmesine mani olur.[90]Başka bir rivayette ise Aişe, siyah beyaz bir katıra binmiş ve oraya gelerek şöyle demiştir: “Hiç kimsenin evime girmesine izin vermeyeceğim.”[91] Sonunda İmam Hüseyin ağabeyinin naaşını alarak Cennetü’l-Baki mezarlığına götürerek orada defnetmiştir.[92]

Fazilet ve Erdemleri

İmam Hasan (a.s) huy, davranış ve siyadet açısından insanlar arasında Peygambere (s.a.a) en çok benzeyen kişi idi.[93] Hz. Fahri Kainat Efendimizden (s.a.a) nakledildiğine göre efendimiz İmam Hasan’a hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Hasan! Sen yaratılış ve ahlak açısından benim benzerimsin.”[94]

İmam Hasan (a.s) Kisa (Aba) Ashabından birisidir[95] ve Hz. Peygamber efendimiz Mübahale olayında, Allah’ın emri ile İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Ali ve Hz. Fatıma’yı da kendisiyle birlikte lanetleşmeye götürmüştür.[96] Tathir Ayeti onun ve öteki Ehlibeyt için çok büyük bir fazilettir.[97]

İmam Hasan (a.s) Hacca 25 kere yaya olarak gitmiş, üç kere malını Allah yolunda bağışlamıştır. Şöyle ki ayakkabısını bağışlamış kendisine terliğini ayırmıştır.[98]

Kaynakça

  1. Yukarı git Erbili, Keşfu’l Gumme, c. 2, s. 289.
  2. Yukarı git Hac Menuçehri, Feramerz, Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan (a.s), maddesi, s. 532.
  3. Yukarı git Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 3.
  4. Yukarı git Erbili, Keşfu’l Gumme, c. 2, s. 296.
  5. Yukarı git Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 3.
  6. Yukarı git Kuleyni, Usul-u Kâfi, c. 2, s. 499.
  7. Yukarı git Kuleyni, Usul-u Kâfi, c. 2, s. 501.
  8. Yukarı git Tabersi, İ’lamu’l Vera, c. 1, s. 403.
  9. Yukarı git Saduk, Emali, s. 134.
  10. Yukarı git Örnek olarak Bkz. Akiki, 4/523 ve sonrası; Kureyşi, 1413, 443/2 ve sonrası; Madlungh, 387–380, Hac Menuçehri, Feramerz, Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan (a.s), maddesi, s. 545’den naklen.
  11. Yukarı git Bkz. Yakubi, 2/228; Mufid, el-İrşad, 2/20; İbn Sufi, 19 ve sonrası; Buhari, Sehl, 5; İbn Şehri Aşub, Menakib, 3/192; İbn Anbe, 68; Hac Menuçehri, Feramerz, Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan (a.s), maddesi, s. 545’den naklen.
  12. Yukarı git Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 16.
  13. Yukarı git Meclisi, Biharu'l-Envar, c. 44, s. 163.
  14. Yukarı git Tabersi, İ'lamu'l-Vera, s. 212.
  15. Yukarı git Sabt bin Cevzi, Tezkiretu'l-Havas, s. 194.
  16. Yukarı git Mus'ab bin Abdullah, s. 50.
  17. Yukarı git El-Mecdi fi Ensabi’t-Talibin, s. 202.
  18. Yukarı git El-Ensab, c. 4, s. 159.
  19. Yukarı git Muhammed bin Sa’d, et-Tabakatu’l-Kubra, tahkik, Abdulkadir Ata, Beyrut, c. 1, s. 245; Kurtubi, el-İstiyab, c. 1, s. 384.
  20. Yukarı git Deylemi, Şeyh Hasan, Gureru’l-Ahbar ve Dureru’l-Asar, s. 268.
  21. Yukarı git Buhari, Sahihi Buhari, c. 2, s. 432; Suyuti, Celalettin, Tarihi Hulefa, tahkik: Licinneti’n mine’l Udeba, dağıtım, Daru’l Teavün Abbas Ahmed elbaz, Mekke-i Mükerreme, s. 206.
  22. Yukarı git Suyuti, Celalettin, Tarihi Hulefa, tahkik: Licinneti’n mine’l Udeba, dağıtım, Daru’l Teavün Abbas Ahmed elbaz, Mekke-i Mükerreme, s. 207.
  23. Yukarı git Saduk, Emali, s. 333; Suyuti, Celalettin, Tarihi Hulefa, tahkik: Licinneti’n mine’l Udeba, dağıtım, Daru’l Teavün Abbas Ahmed elbaz, Mekke-i Mükerreme, s. 207.
  24. Yukarı git Meclisi, Biharu’l Envar, c. 37, s. 73; Suyuti, Celalettin, Tarihi Hulefa, tahkik: Licinneti’n mine’l Udeba, dağıtım, Daru’l Teavün Abbas Ahmed elbaz, Mekke-i Mükerreme, s. 207.
  25. Yukarı git Saduk, İlelu’ş Şerai, c. 1, s. 211.
  26. Yukarı git Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 27.
  27. Yukarı git Cevini, Feraidu’s Simteyn, c. 2, s. 68.
  28. Yukarı git Suyuti, Tarihi Hülafa, s. 80.
  29. Yukarı git Amuli, Tahlil ez zindegi İmam Hasan Müçteba, s. 170.
  30. Yukarı git Bkz. Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan, İmam maddesi, s. 534.
  31. Yukarı git İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, Taha Muhammed Zeyni’nin çabaları ile, Kahire, müessese el-Halebi, c. 1, s. 30; İbn Abdulbirr, Yusuf, el-İstiyab, Ali Muhammed Becavi’nin çabaları ile, Beyrut, 1412, c. 1, s. 391; ayrıca Bkz. Cevheri, Ahmed, es-Sakife ve Fedek, Muhammed Hadi Emini’nin çabaları ile, Tahran, 1401/1981, kitabın genelinden; Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan, İmam maddesi, s. 534’den naklen.
  32. Yukarı git Mes’udi, Murucu’z Zeheb, c. 1, s. 698.
  33. Yukarı git İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, Taha Muhammed Zeyni’nin çabaları ile, Kahire, müessese el-Halebi, c. 1, s. 40 ve sonrası; Belazuri, Ahmed, Ensabu’l Eşraf, Muhammed Bakır Mahmudi’nin çabaları ile, Beyrut, 1394, c. 2, s. 216–217; Maligi, Muhammed, et-Temhid ve’l Beyan, Muhammed Yusuf Zaid’in çabaları ile, Katar, 1405, s. 119, 194; Mukaddesi, Mutahharu’l Beda ve’t Tarih, Kahire, Mektebetu’s Sikafetu’d Diyniyye, c. 5, s. 206; Amuli, Cafer Murtaza, el-Hayatu’s Siyasiyettu Lil-İmam Hasan, Kum, 1363, s. 140 ve sonrası; Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan, İmam maddesi, s. 534’den naklen.
  34. Yukarı git El-Emin, es-Seyyid Muhsin, A’yanu’ş Şia, c. 2, Hakkakehu ve ehrecehu’s Seyyid Muhsin el-Emin, Beyrut, Daru’t Taarif Lil-Metbuat, 1418/1998, s. 370.
  35. Yukarı git Caferiyan, Hayat Fikri ve Siyasi İmaman Şia, s. 124.
  36. Yukarı git Mufid, el-Cemel, s. 327.
  37. Yukarı git Mufid, el-Cemel, s. 348.
  38. Yukarı git El-Kureyşi, Müessese Siyretu Ehli Beyt, c. 10 (el-İmamu’l Hasan b. Ali (a.s)) Tahkik; Mehdi Bakır el-Kureyşi, Kum, Daru’l Maaruf, 1430/2009, s. 403 dipnot.
  39. Yukarı git Kureyşi, Hayatu’l Hasan, s. 219.
  40. Yukarı git Kureyşi, Hayatu’l Hasan, s. 218.
  41. Yukarı git Kureyşi, Hayatu’l Hasan, s. 245.
  42. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, Kum, Said b. Cubeyr, 1428, s. 290.
  43. Yukarı git Kuleyni, Usul-u Kâfi, c. 1, s. 297.
  44. Yukarı git Şafii, Metalibu's-Suul fi Menakib-i Al-i Resul, c. 3, s. 141.
  45. Yukarı git Şafii, Metalibu's-Suul fi Menakib-i Al-i Resul, c. 3, s. 141.
  46. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, s. 350.
  47. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, s. 350.
  48. Yukarı git Kureyşi, Zindegani İmam Hasan, tercüme, Fahrettin Hicazi, s. 334–335.
  49. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, s. 351.
  50. Yukarı git Kureyşi, Zindegani İmam Hasan, tercüme, Fahrettin Hicazi, s. 338.
  51. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, s. 354.
  52. Yukarı git Kureyşi, Hayatu’l Hasan, s. 338.
  53. Yukarı git Kureyşi, Zindegani İmam Hasan, tercüme, Fahrettin Hicazi, s. 334.
  54. Yukarı git Radi Ali Yasin, Sulhu Hasan, s. 192.
  55. Yukarı git İbn Cerir Taberi, Tarihi Taberi, c. 4, s. 122.
  56. Yukarı git Yakubi, Tarihi Yakubi, s. 142.
  57. Yukarı git Kureyşi, Zindegani İmam Hasan, tercüme, Fahrettin Hicazi, s. 361.
  58. Yukarı git Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 37-42; İbn A’sem Kufi, el-Futuh, c. 2, s. 1316-1317; Ebu’l-Ferec İsfahani, Makatu’t-Talibin, s. 72, 74.
  59. Yukarı git Bkz. İbn İ’sam, c. 4, s. 290 ve sonrası; Taberi, c. 4, s. 123–126; Ebu’l Ferec, s. 44 ve sonrası; İbn Abdulbirr, s. 36 ve sonrası; Mukaddesi, c. 5, s. 236; Feramerz, Hacı Menuçehri, Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan maddesi, s. 537-538’den naklen.
  60. Yukarı git Halife b. Hayyat, Tarih, Ekrem Ziya Amri’nin çabaları ile, Dımeşk/Beyrut, 1397, s. 203.
  61. Yukarı git Taberi, c. 4, s. 124–125, 128–129; Ebu’l Ferec, s. 45 ve sonrası; İbn Şu’be, s. 232 ve sonrası; Resailu’l İmam Hasan (a.s), Zeynep Hasan Abdulkadir’in çabaları ile, Kahire, 1411/1991, s. 29 ve sonrası; Feramerz, Hacı Menuçehri, Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan maddesi, s. 538’den naklen.
  62. Yukarı git Feramerz, Hacı Menuçehri, Danışname-i Bozorg İslami, c. 20, İmam Hasan maddesi, s. 538.
  63. Yukarı git Tabersi, el-İhticac, c. 2, s. 15–65.
  64. Yukarı git Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 43; İbn A’sem Kufi, el-Futuh, c. 2, s. 132.
  65. Yukarı git Taberi, c. 4, s. 124-125; Ebu’l-Ferec İsfahani, Makatilu’t-Talibin, s. 45.
  66. Yukarı git Mevsuet, s. 161, 164.
  67. Yukarı git Kureşi, c. 2, s. 285, 259.
  68. Yukarı git Nehcü’l-Belağa, 61. Hutbe.
  69. Yukarı git İlelu’ş-Şerai, c. 1, s. 218, 219; Meclisi, Biharu’l-Enva, c. 44, s. 13.
  70. Yukarı git İbn Hacer, c. 4, s. 623, 624; İbn Abdulberr, c. 3, s. 1173-1174; Mukaddesi, c. 6, s. 5.
  71. Yukarı git Al-i Yasin, s. 471.
  72. Yukarı git Taberi, c. 4, s. 198; c. 5, s. 108; İbn Hacer, c. 2, s. 37, 38.
  73. Yukarı git Zehebi, c. 1, s. 84.
  74. Yukarı git El-Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 15; Şuşteri, Risalet fi Tevarih Nebi, s. 33; Ayrıca vefat için şu tarihlerde yazılmıştır: “48, 49, 51, 57, 58 ve 59.”
  75. Yukarı git Kuleyni, el-Kafi, c. 1, s. 461.
  76. Yukarı git Şehidi Evvel, ed-Durusu’ş-Şeriat, c. 2, s. 7.
  77. Yukarı git Bkz. İbn Kuteybe, el-Maarif, s. 212.
  78. Yukarı git El-Mufid, el-İşrad, c. 2, s. 15.
  79. Yukarı git Bkz. İbn Asakir, Tarihi Medine Dımeşk, c. 13, s. 298, 300, 302.
  80. Yukarı git Ebu’l-Ferec İsfahani, Makatilu’t-Talibin, s. 80, 81; El-İşrad, c. 2, s. 15.
  81. Yukarı git İbn Kuteybe, el-İmamet ve Siyaset, c. 1, s. 196; Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 59.
  82. Yukarı git Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 15.
  83. Yukarı git İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kubra, c. 6, s. 386.
  84. Yukarı git Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 55.
  85. Yukarı git Madelung, The Succession T0 Muhamad, p.331
  86. Yukarı git Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 55; Makatilu’t-Talibin, s. 81.
  87. Yukarı git Yakubi, Tarihi Yakubi, c. 2, s. 154.
  88. Yukarı git Şeyh Tusi, el-Emali, s. 160.
  89. Yukarı git Şeyh Mufid, el-İrşad, c. 2, s. 17.
  90. Yukarı git Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 60.
  91. Yukarı git Yakubi, c. 2, s. 245.
  92. Yukarı git Belazuri, c. 3, s. 66.
  93. Yukarı git Erbili, Keşfu’l Gumme, c. 2, s. 290.
  94. Yukarı git Meclisi, Biharu’l Envar, c. 43, s. 294.
  95. Yukarı git Saduk, Hisal, c. 2, s. 550; Saduk, Uyun-u Ehbari’r Rıza, Ağa Necefi, c. 1, s. 55.
  96. Yukarı git Ali b. İbrahim Kummi, Tefsiri Kummi, c. 1, s. 104; Zemahşeri, Keşşaf, c. 1, s. 368.
  97. Yukarı git Ali b. İbrahim Kummi, Tefsiri Kummi, c. 2, s. 198.
  98. Yukarı git Sünenu’l Kubra, Lil-Beyhaki, 331/4, tercüme: El-İmam Ali (a.s) min tarihi Dimeşk, s. 142, h. 236; Muntehab Fazailu’n Nebi ve Ehl-i Beytehu aleyhimu’s selam mine’s sihahi’s Sitte ve gayri huma mine’l Kutbu’l mu’teberet inde Ehli Sünnet, s. 279’dan naklen.
  1. Yukarı git ابنای هذان امامان قاما او قعدا
  2. Yukarı git Bu kaynakların bir çoğu Muaviye ve Emeviler tarafından yazdırılmıştır
  3. Yukarı git Burada Aişe’nin buna karşı çıkacağını öngörmüştür
  4. Yukarı git Bu kişinin kafir babası, Bedir savaşında müşriklerin safında yer almış ve Müslümanlara karşı savaşmıştır. Bu savaşta Hz. Ali babasını öldürmüştür

http://tr.wikishia.net/view/Anasayfa