AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : Shafagna
Cuma

8 Şubat 2019

11:54:41
928194

Ehlibeyt Alimleri Derneği (EHLADER) Başkanı Kadir AKARAS:

Bir Şii ''Velayet-i Fakih’i'' kabul etmezse ne olur?

“KEVSER” kurumu kim tarafından niçin kuruldu? Aleviler vahdetin neresinde? Caferi alimleri arasında ihtilaf var mı? EHLADER için “CABİR” ne anlam taşıyor? Gençler niçin alimlere tepkili?Aleviler Şii midir? Vahdetin sınırları nelerdir? Türkiye direniş hattına mı katıldı? Ehlader için Cabir’in anlamı nedir? Gençler alimlere niçin tepkili?

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA - Ülkemizin güzide kurumlarından olan ve son 30 yıllına adını yazdıran “KEVSER”in kurucularından ve Ehlibeyt Alimleri Derneği (EHLADER) Başkanı sayın Kadir AKARAS hocaya merak ettiğiniz konuları sorduk. Bu röportajın 1. kısmını yayınlıyoruz:

Shafaqna -Sayın Kadir Akaras hocam, kurucularından biri olduğunuz Kevser kurumu ne zaman ve hangi amaçla kuruldu?
– Kevser bir düşünce tarzı ve fikri akım olarak bir gurup alim arkadaşımız tarafından 1992 yılında kurularak faaliyetlerine başlamıştır. Birçok amaçlarımız vardı tabiki, bu amaçların ne kadarına ulaştık arzederim.
1992 yılında bir yayınevi olarak başladık. Çünkü ülkemizde birçok alanda özellikle İran İslam İnkılabından sonra Şiiliğe bir teveccüh ve merak vardı. Şiilik nedir, devrim nedir, temel inançları nelerdir, fıkhı ve tefsiri nedir? diye merak vardı.
Ne kadar İran ve Türkiye komşu olsa da, veya Türkiye içerisinde Ehlibeyt taraftarları olsa da Şiilik hakkında yeterli bilgi yoktu. O zamana kadar yazılı ve görsel medya anlamında yeterli çalışma yoktu. Elbete bir takım çalışmalar vardı ama yeterli değildi.
Türkiye halkının bu eksikliğini doldurmak, doğru kaynaktan onları bilgilendirmek için bir dizi çalışmalar yapıldı. Şiiliğin inancı nelerdir, tarihi nedir, fıkhı nedir, İmamet konusunda ne düşünüyor, felsefesi nedir, kelamı nedir?

Bunlar öncelik sırasına göre belirlendi. Her konuda bir kitap çıkarma düşüncesiyle yola çıktık. Bu güne gelinceye kadar 300’den fazla tercüme 50’nin üzerinde telif eseri yayınlanmış durumdayız. Ama bu sadece bir yayın evi olarak kalmadı. Kurucuları Ehlibeyt mektebinin alimleri olduğu için cami faaliyetleri, kültür faaliyetleri, camiayla iç içe olma, yardım faaliyetleri de devam etti.
Hedef, hem kendi camiamıza hizmet etmek, hem diğer toplumlarla kendimizi anlatabilmekti. İmam Ali’nin de buyurduğu gibi “insan bilmediğinin düşmanıdır” Ülkemizde birçok insan birbirlerini tanımadıkları için ön yargılı oluyor ve bu ön yargılar düşmanların da tahrikiyle ülkemizin hem bütünlüğünü, hem güvenliğini sarsabilecek duruma gelebiliyor.

İster ırklar arası olsun, ister inançlar arası insanlar birbirlerini tanımalıdır. Bu düşünce ile “Kevser Yayıncılık” kuruldu.
Günümüzde Kevser hem camiamızda tanınmış köklü kurumlardan biridir, hem Ehlisünnet ve Alevi dünyasında tanınmış bir kurum oldu.
Elbette bizim Şia ve Alevi toplumu da Ehli Sünneti yeteri kadar tanımıyordu. Bu çalışma ve programlarla karşılıklı tanışma, diyalog fırsatı doğmuş oldu.

Shafaqna – Hedeflerinize ulaştığınıza inanıyor musunuz?
– Hedeflerimize ulaşma konusunda önemli ölçüde başarılı olduğumuza inanıyorum. Ama hedef çok büyük ve yapılması gereken işler o kadar fazla ki, onların yanında yapılan işler çok az ve yetersiz kalıyor.

Shafaqna – Türkiye’de Velayet-i Fakih hattında bir hareket olarak tanınıyorsunuz. Kevser için Velayet-i Fakih’in anlamı nedir?
– Ehlibeyt mektebinde “Merceiyyet” diye bir gerçeğimiz var. İçtihat kapısı Ehlibeyt mektebinde kapalı değildir. Yani her asırda, her zaman ve mekanda insanların dini anlamda, fıkıh hükümlerine ulaşabilecekleri, hayatta olan, bizimle birlikte bu dünyada ve ortamda teneffüs eden, sıkıntı, sorun ve dertleri hisseden bir din otoritesinin olmasına inanıyoruz.
Ehli Sünnet’te, 4 mezhep tarihi vakıasından sonra içtihat kapısı kapatılmıştır. İçtihat etmesine izin verilmemiştir. Ehli Sünnet’in bu düşüncesine saygı duymakla birlikte biz kendimizde var olan bu sisteme Merceiyyet sistemi, otoritesi diyoruz.
İnsanların dini konularda, yeni ortaya çıkan sorunlarda rücu edecekleri, başvurabilecekleri dini makama olan ihtiyaç bir zaruret ve gerçektir. Din herkesin kendi algısıyla yorumlanacak bir konumda değildir. Dini kurallar ve otoriteler dinin kendisi tarafından belirlenmelidir.
Ehlibeyt imamlarının döneminde onlar hayatta olduklarından içtihada gerek kalmıyordu. İçtihat doğru kaynağa ulaşma yoludur. Ehlibeytin kendisi hayatta iken onların kendisi kaynak olduğundan ictihadın anlamı yoktur. Ama onları olmadığı dönemde ki 250 yıl boyunca dinin temel ilkeleri en ince ayrıntısına göre belirlenmiştir. Bunun sosyal, ekonomik, ailevi, toplumsal hayata tatbik edilişi gerekiyor. Bunu yapacak insanların, hem din konusunda hem ahlaki yönlerden yeterli olması gerekir.
Burada müctehidin şartları var tabi. Bu ilmi ve manevi şartlara sahip olan alimler ve fakihler arasında taklit mercii dediğimiz insanlar yetişiyor. Halk da onlara müracaat ederek dini konularda onlardan fetva alıyor.

Shafaqna – Velayet-i Fakih bu merceiyyet makamının neresinde?
– İşte bu müçtehitlerimiz hep muhalefette ve siyasi güçten uzak oldukları için mercii taklit olarak kalmışlardır. Yani siyasi otorite olmamışlardır. Bundan dolayı Velayeti Fakih kavramı da hatta Ehlibeyt dünyasında çok yaygın bir düşünce olmamıştır. Bunu Şeyh Ensari, Ellame Neragi gibi alimler yazmışlar açıklamışlardır ama sosyal hayatımıza uygulama noktasında sıkıntılar olmuştur.
İran İslam İnkılabıyla birlikte bu düşünce sosyal hayata yansımış oldu. Yani bir taklit merci, Peygamberimiz ve İmamlarımız döneminde olduğu gibi, toplumun siyasi önderi oldu. bildiğiniz gibi İmam Ali hem dini önderdi hem siyasi önderdi.
Siyasi gücün elinde olmaması o yetkiye de sahip olmadığı anlamına gelmiyor. İmam Ali bize göre peygamberimizden sonra ister iktidar olsun veya olmasın halifedir. Taklit mercii konusunda da durum aynıdır. Siyasi iktidar elinde olmadığı için bir müçtehit velayeti fakih makamından düşmez.
İmam Humeyni ile birlikte hem siyasi güç hem manevi ilmi güç bir elde toplandı. Siyasi güç bir müçtehidin elinde olduğu zaman Velayeti Fakih oluyor. Şia toplumunun bir kısmının bunun farkında olmaması doğaldır. Çünkü 14 asır gibi uzun bir dönemde hep muhalefette kaldık. Bu düşünce yaygın bir kültür haline dönüşemedi.

Shafaqna -Bu görüşü ilk defa İmam Humeyni’nin ortaya attığı söyleniyor.
Devrimden sonra bu yaygın bir hal aldı. Bazıları ilk defa İmam Humeyni’nin bu Velayeti Fakih düşüncesini dillendirdiğini zannediyor. Oysa bu doğru değildir. Tarih boyu bu düşünce hep var olmuştur. İmam Humeyni bunu uygulama aşamasına getirmiştir.
Biz şöyle düşünüyoruz; Her Ehlibeyt mensubu dini hükümlerini nasıl müçtehitten alıyor ve onun fetvaları doğrultusunda yaşamını tanzim ediyorsa, aynı şekilde sosyal ve siyasi açıdan da bir müctehide uymalıdır.
Bu coğrafyadan coğrafyaya değişebilir. Örneğin şu anda İran Veliyy-i fakihin emri ve sistemiyle yönetiliyor. Irak’da, Lübnan’da bu sistem hakim olmayabilir. Örneğin Irak’da merceiyyet makamı var. Ama bu velayet sisteminin Müslümanları kapsayan yönünü etkilemez. Mirza Şirazi’nin tütün fetvasının tüm İslam alemini kapsadığı gibi.

Shafaqna – Bir Şii bu düşünceyi kabul etmezse ne olur?
– Hiçbir şey olmaz. Ne dinden çıkar ne Şiilikten. Olayın detay ve derinliğinin farkında olmayan bir din, mezhep kardeşimiz olarak görürüz. Derinliğine indiğimizde taklit merciini ve onun fetvalarını kabul eden de bir şekliyle “Fakihin Velayetine” inanıyor zaten.

Shafaqna – vahdet konusundaki çalışmalarınızla tanınan biri olarak, sizce İslam ümmetinin günümüzdeki en büyük sorunu nedir?
– Kuran-ı Kerim insanları akletmeye, yeryüzünde gezmeye, insanları birbirini tanımaya teşvik etmektedir. Ama maalesef İslam ümmeti birbirini tanımıyor. En büyük sorunumuz budur.
Örneğin biz yanı başımızdaki komşu ülke olan Irak halkını, İran halkını tanımıyoruz. Suriyeyi tanımıyoruz. Suudiler Türkiyeyi hakkıyla tanımıyor. İslam toplumu olarak birbirimizi tanımıyoruz. Sanki birbirimizi tanımayalım diye etrafımıza bir duvar çekilmiş. Bu duvarlar ister zihinlerde olsun ister fiziki hayatta, Berlin duvarı gibi yıkılmalıdr.
“Yeryüzü geniştir ve Allah’a aittir” diyor Yaratan. Bu sınırlar insanları birbirinden ayırmamalı. Endonezya en kalabalık İslam ülkesi ama ne kadar tanıyoruz. tarihlerini, kültürlerini tanımıyoruz. Onlar da muhtemelen bizi bilmiyor. Bu da bizi ümmet olmaktan çıkararak ırk üzerine kurulu toplumlara dönüştürüyor bizleri.

Shafaqna – Ümmet bilinci olmazsa ne olur?
Ümmet bilinci olmayınca onun yerini başka aidiyetler dolduruyor. Ümmet olarak kendimizi sınırlamışız. Aidiyetimizi köy, şehir üzerine kuruyoruz. En üst derecede ülke üzerine kuruyoruz. Taassup da buradan başlıyor. Bu bizi bölen zararlı virüsler. Emperyalizmin kullandığı virüsler. Yoksa Arabistan ile Ürdün’ü veye Azerbaycan ile Türkiyeyi, İran’ı ayırt edemezsiniz. Gümrük kapılarını kaldırın başka bir ülkeye girdiğinizi anlayamazsınız. Bu coğrafyanın halkının hatta fiziki yapısı, kültürü bile aynı.
Ama emperyalizm buna izin vermiyor. Türklere “İranlılar sizin düşmanınız” diyor, İranlıya da “Türkler sizin düşmanınız” diyor. Ayırıyor, radikalleştiriyor. Türk nasyonalizmi, Fars milliyetçiliği buradan doğuyor.
Veya inanç üzerinden bunu yapıyor, radikal bir Şii, radikal bir Sünni oluşturuyor. el-Kaideler , Taliban ve Daiş’ler buradan besleniyor ve İslam düşmanlarına hizmet ediyor. Hatta sadece Sunni Şii fitnesi çıkarmıyorlar. Sunni’yi Sunni’ye, Şii’yi Şii’ye düşman ediyorlar.

Shafaqna -Bunu nasıl başarıyorlar?
Hepsinin temelinde yatan şey bilgisizlik ve cehalettir. Biz birbirimiz tanımıyoruz, başkaları bizi birbirimize tanıtıyor. Biz buna şahit olduk. Birçok insan İran’a gittikten sonra İran hakkındaki görüşleri değişti. Ülkemize davet ettiğimiz birçok İranlının da Türkiye ile ilgili ön yargıları kırıldı. Bunlar şahit olduğumuz gerçekler.

Shafaqna – Sayın hocam Kudüs ile ilgili birçok program yaptınız. Ben şöyle bir soru sorayım “Küdüs mü Kâbe mi?”
– Kutsallık açısından soruyorsanız her ikisi de kutsaldır. Allah her ikisin de kutsal olduğunu Kuran-ı Kerim’de buyurmuştur. Her ikisi bir bütün olarak Miracı bize kazandırır. Allah Peygamberimizi Mekke’den de direkt miraca götürebilirdi. Ama yaratan bu ikisiyle birlikte yüceleksiniz diyor. Bu yüzden yücelmek için her ikisine de ihtiyacımız var. Her ikisi de kıblemiz olmuştur.
Ama Kudüs işgal altında olduğu için onun ayrıca bir önceliği var. Kudüs’ün şahsında bütün İslam coğrafyası işgal edilmiş gibidir. Ama biz Filistin’in şahsında Karabağ’ın da işgaline karşıyız. İşgal edilen hiçbir toprak da masa başında geri verilmemiştir. İşgale karşı direniş olmalı, mücadele olmalıdır. Kudüs de masada alınamamıştır alınamayacakatır. Karabağı da masa başında geri vermeyecekler zaten vermiyorlar.

Daha önce birinci bölümünü yayınladığımız röportajın 2. kısmını yayınlıyoruz:

Shafaqna – Her konuşmanızda vahdete vurgu yapıyorsunuz. Vahdetten kastınız ne, vahdetin de sınırları var mı?
– Günümüz polemik konularından bir de budur. Avrupa birlik oluşmuş. Her ülke kendi coğrafyasında, kendi bayrağını taşıyor, kendi idari yapısına sahip. Bunun yanında bazı şeyleri müşterek. Örneğin ortak parası, ortak siyasi karar alma meclisleri var, çıkarları doğrultusunda ortak hareket etme kararları var.
Sınırlarını kaldırmışlar. Ama kimse dilinden, dininden, coğrafyasından veya kültüründen vazgeçmemiş.
Bizim de ortak noktalarımız var. Bayrağımız tevhid bayrağıdır. Peygamberimiz Muhammet Mustafa’dır (s.a.a). Kuran kitabımızdır. Hepimiz kıyamete, hesap gününe inanıyoruz.
Ortak düşmanlarımız da var. Siyonistler ortak düşmanımızdır. Cehalet ortak düşmanımızdır. İslam düşmanları emperyal güçler ortak düşmanımızdır. Terör ortak düşmanımızdır.
Hangi coğrafyadan veya Irktan olursa olsun, Şii veya Sünni bunlar bizim zenginliklerimiz olarak bakmalıyız. Herkes kendi kültürünü farklılıklarını yaşasın, ama birbirimizi tekfir etmeyelim, ötekileştirmeyelim, kötülemeyelim. Her çiçek, her meyve kendi tadında güzeldir.
Dolayısıyla herkes kendi dininde, kendi inancında, kendi kültüründe diğerlerine saygılı olurken, müştereklerde bir araya gelmek ve ortak düşmana karşı mücadele etmek anlamındadır. Kuran ortak değerimizdir, Kâbe Kudüs ortak değerimizdir. Peygamberimiz ortak değerimizdir. Birileri sevgili Peygamberimize hakaret ettiğinde, veya mürtet Salman Rüştü gibi Peygemberimizin eşlerine hakaret ediyorsa buna karşı ortak mücadele etmeliyiz.
Düşman şu anda kapımıza dayanmış. Bu ülkede 15 Temmuzu yaşadık. Nil’den Fırat’a İslam topraklarını işgal etmek isteyen bir ortak düşmanla karşı karşıyayız.

Shafaqna – Aleviler bu vahdetin neresinde. Alevileri, Ehlibeyt Mektebinin bir parçası olarak görüyor musunuz?
– Buna biz karar veremeyiz. Karar verecek olan Ehlibeyt Mektebinin ölçüleridir. Mektep de bize diyor ki “Aleviler şüphesiz temelde Şii’dir, Caferi’dir”
Sadece bir takım uygulamada farklılıkları var. Uygulama konusunda Caferilerin kendilerinde de eksiklikler var. Tüm Şiiler, Caferiler namaz kılıyor mu? Yani bu Alevi toplumuna münhasır değil. Ehli Sünnetin kendisinde de bu konuda birçok eksiklik var. Şii ve Sünni namaz kılmadığında Müslümandır sorun yok ama Alevi kılmayınca dinden mi çıkacak? Böyle bir şey olabilir mi?
Şu halde Alevilerin durumu kendilerini ilgilendirir. Biz bu ülkedeki bu gerçeği olduğu gibi kabul ediyoruz. Bizden bir şey sorduklarında da Elbette Ehlibeyt mektebini, İmam Cafer Sadık fıkhını anlatacağız, namazı haccı anlatacağız.
Bir Alevinin Caferi olması veye Sünni olması, şahsen beni rahatsız etmiyor. Sözü dinleyip insanlar en iyisini seçtiğine inanıyorsa olay kapanmıştır. Bu da doğaldır. Bir ülkedeyiz, bir milletiz, birbirimizden etkilenmemiz doğaldır. Günümüzde kitle iletişim araçları da öyle yaygınlaşmış ki, bir telefonla dünyaya ulaşabiliyorsunuz.
Bu şuna benzer bir adam bu partiden o partiye geçtiğinde suç mu işliyor. Şiilik Sünnilik din ve küfür değil ki birinden ötekine geçen dinden çıksın. Her ikisi de Müslüman. Tabi bir Sünni Şii olduğunda Şiiler, veye bir Şii Sünni olduğunda Sünniler mutlu olabilir bu doğaldır.

Shafaqna – Olay bu kadar basitse niçin bu konu siyasi olarak algılanıyor ve büyük hassasiyet var?
– Evet eğer bu iş planlı bir şekilde, bir proje doğrultusunda, asimilasyon anlamında yapılırsa yanlıştır. Bunu ne bizler ne de diğer kardeşlerimiz kabul etmiyoruz. İster bu siyasi erk tarafından, ister başka merkezler tarafından buna karşı çıkarız.
Biz de projeli bir şeklide Alevileri Şiileştirelim veya Sünnileri Şiileştirelim, peşinde değiliz. Ne böyle bir projemiz var ne dosyamız. Bizler kendi renklerimizle güzeliz. Biz kendimizi Sünni veya Alevi ifade edebiliyorsak olay kapanmıştır.
Geçişler doğal olmalı, kişiye özel olmalıdır. Zaten dikkat ettiğinizde bu geçişlerin de çok çok münferit olduğunu görürsünüz. Vatandaşlık gibi. Başka ülkeden biri gelip Türk vatandaşlığı alabiliyor veya bir Türk başka bir ülke vatandaşı olabiliyor. Şimdi bunlar hain mi oluyor. Ama bunlar fitne çıkarmak amaçlı, siyasi hedeflerle olmamalıdır.
Yüce Allah’ın “Sözleri dinler en iyisine tabi olurlar” ayetinde 3 özgürlük vardır. Birincisi düşünce özgürlüğüdür. İkincisi İfade özgürlüğü ve son olarak da seçme özgürlüğüdür.

Shafaqna – Ülkemizle ilgili merak edilen bir konuyu sormak istiyorum. Türkiye’nin dış siyasetinin son dönemde direnişe yakınlaştığına inanılıyor, bunu doğru buluyor musunuz?
– Orta doğuda DAEŞ’e karşı, İsrail’e karşı, Amerika emperyalizmine karşı bir direniş söz konusu. İran İslam İnkılabından sonra bölgede ciddi ve sancılı bir değişim yaşandı. Her doğuş sancılı olur zaten. İslam dünyasında bir uyanış söz konusu oldu. Emperyalizm ve Siyonizme karşı bir direniş başladı.
Siz o döneme bakarsanız emperyalizme en çok sol kesimin, solcu kesimin, Marksist ve komünistlerin direndiğini görürsünüz. Ama İran devriminden sonra bu direniş İslami kimliğe dönüştü. Bunun örneği Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamastır. Oysa Lübnan ve Filistin’in eski direnişi marksist-milliyetçi bir taban üzerineydi.
Türkiye’de de böyle bir uyanış oldu. Bir dönemler bu kesime “İslamcılar” deniliyordu. Merhum Erbakan hocamızın mücadelesi bu minvaldeydi.
İşte o dönemin milli görüş, İslami yapısı bugün iktidarda. Olumlu olumsuz bütün yönleriyle birlikte, hükumet. Türkiye aynı zamanda direniş bölgesinde. Bu onu bir direniş alanına itiyor zaten. Şu anda gerçekten direniyor. Ama ne kadar direnebilir veya bunu sürdürebilir zaman gösterecek tabi.
Türkiye’deki 15 temmuz planlayıcıları, Mursi’yi de devirmeyi planlayanlarla aynıydı. Hizbullah’ı yok etme, Suriye’yi bölme projeleri de aynı merkezden planlanıyor. Bence Türkiye çok iyi gidiyor. Devlet olarak da, devlet geleneği olarak da, millet olarak da bunu çok iyi başarıyor.
Hizbullah’ın yok etmek isteyen güçlerle Türkiye’yi bölmek isteyen güçler aynı. Bunu herkes biliyor. Doğal olarak da bu ülkeleri birbirine yaklaştırıyor. Çünkü bu coğrafyanın kaderi aynı. Artık herkes bunu daha iyi anlıyor.
Elbette benim bu tahlillerim bir parti tutuğum falan anlamına gelmemeli. Alimler partiler üstü olmalıdır. Birleştirici ve sağduyulu olmalıdır.

Shafaqna – Sayın Kadir hocam siz aynı zamanda Ehlibeyt Alimler Derneği’nin başkanısınız. Türkiye’de alimler arasındaki diyalogu yeterli görüyor musunuz?
– Tabi ki yeterli değil. Bu sadece bizim için değil, Pakistan, Hindistan için de aynı. Bunun birçok nedeni vardır. “İşbirliği” çok geniş bir alanı kapsıyor. Bazen şartlar, sosyal ve siyasi ortam uygun olamayabilir. Ama istenilen düzeyde yeterli mi? elbette hayır. Bunun imkanı da yok istesek bile o alanı dolduramayız.
Ama realite ve mevcut gerçekler içerisinde hemen hemen ideal noktadayız. Alimlerimizin birbirleriyle irtibatı, düşünce ve görüş paylaşımı, aynı konularda fikir teatileri çok iyi bir düzeydedir.
Elbette şunu da demeliyim ki kendim 30 yıldır bu topraklarda hizmet ediyorum. Bizden önce zahmet çekmiş alimlerimiz var. Fakat benim hatırladığım diyalog noktasında, eskiye kıyasla en iyi diyalog ve işbirliği noktasındayız. Bu Ehlibeyt alimlerinin bir başarısıdır. Daha iyi olacağına da inanıyorum.

Sahafaqna – Örneğin bu bağlamda diğer bir Caferi Alimler Birliği olan CABİR’i en son ne zaman ziyaret ettiniz?
– Cabir’deki arkadaşlarımızla devamlı görüşüyoruz. Zaten aynı toplum ve tabana sahibiz. Biz Cabir veya Ehlader diye bir ayrım yapmıyoruz. Onları başka bir kurum olarak görmüyoruz. Birçok üyemiz zaten ortak üye. Hem onlara hem bize üyeler. Bu çok doğal şeyler.
En son bir ay önce görüştük. Cabir’de çok iyi dostlarımız var. Ehlader de onlar için aynıdır. Sadece bu farklılık hizmet alanında bir yapılanmadan kaynaklanıyor. Birbirimize alternatif bir yapı değiliz, birbirimizin tamamlayıcısıyız. Zaten alternatif olarak düşünürsek mektebe ihanet etmiş oluruz.
Dernekler de aynıdır. Birçok derneğimiz var, şehir köy derneklerimiz var. Hatta bir köyün bile birkaç derneği olabiliyor. Farklı derneklerin olması, birbirinin karşıtı olduğundan veya birbirine düşman olduğundan değildir. Bunlar bizim zenginliğimizdir. Hizmet yarışımızdır.

Shafaqna – Alimlerle halkın irtibatını nasıl görüyorsunuz? Özellikle gençlerimiz bir kopukluk olduğuna inanıyor.
-Haklılar. Bir öz eleştiri olarak söylemem gerekirse, biz alimler gençlerin hızlı değişim sürecine ayak uyduramadık. Yani ben kendimi güncelleyemedim. Bugünkü geçlerin sorunlarını giderme noktasında veya onlara çözüm önerme noktasında yeterli olamadık.
Bu inanç kopukluğu değil tabi ki. Ancak bu kopukluk camilere rağbeti azaltıyor. Bunun da bir sebebi gençlerin bilgiye daha çabuk ulaşılabilmesidir. İnternet, akıllı telefonlar artık gençlerin alimlerle birebir sohbetlerinin önünü alıyor. Gençler uzaktan artık telefonla sorup öğreniyorlar.
Oysa eskiden birebir görüşmek gerekiyordu ve bu yakın diyalog bir gönül bağı da oluşturuyordu. Bilgiye ulaşım zordu ve bu, insanları alimlere yakınlaştırıyordu.
Bir de herkesin bizi sevme zorunluluğu da yok. Birileri bizzat bizi sevmeyebilir de. Biz dinin bir parçası veya farzı değiliz ki. Hiç kimse birini sevme mecburiyetinde değil. Biz sadece bilginin bir aracısıyız. Genç yeterli görmüyorsa başka yere yönelmesi doğaldır.

Shafaqna -Sayın hocam ilave etmek istediğiniz bir şey var mı?
Evet son olarak şunu eklemek isterim. Radikalizmi biz inancımıza, insanlığımıza, ahlaka aykırı buluyoruz. İnsanlar düşünme özgürlüğüne sahiptir. Bu alim de olabilir geç te olabilir, bir siyasetçi de olabilir.
Düşüncesini herkes ifade edebilir. Bundan dolayı onu linç etme hakkımız yoktur. Karşı kampanya yürütmeye hakkımız yoktur. Onu toplumdan dışlama hakkına sahip değiliz. Bu hem kendi camiamız içerisinde hem başkaları için geçerlidir.
Her insan benim kadar özgürdür diye düşünmek gerekir. Yani ben birini eleştirme hakkını kendimde görüyorsam, başkalarının da beni eleştirme hakkı vardır. Bir toplumun gelişmesi böyle sağlanır.
Bunlara dikkat etmeyen insan radikaldir. Ben düşünürüm sen düşünme. Ben konuşurum ama sen konuşma. Ben eleştiririm ama sen eleştiremezsin. Bu radikalizimdir.
Son dönem sosyal medya konusunda İslami ahlakı bu 3 temel üzerinde korumamız gerekir. Birini, dini kullanıyor diye eleştirirken, kendimiz de dinin karşı olduğu yolla, dinin üzerinden bunu yapmamalıyız.
Yapıcı eleştiri; kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden, hakir görmeden yapılan eleştiridir. Peygamberimizin hayatı buna örnektir. Sert ve kabalık bize yakışmayan şeylerdir. Müslüman latiftir, kibardır, sevgi doludur. Toplumuna, ailesine, eşine, arkadaşlarına, hatta rakibine karşı kibardır, güzel ahlaklıdır.
Resulullah Efendimiz Mekke’nin fetih gününü “Merhamet günü” olarak duyurdu. Oysa tarihte o gün hep acımasızlık günü olmuştur. Bugün bizim bu ahlaka ihtiyacımız var.
Sadi Şirazi’yle sözümü bitireyim
“Bütün dünyaya aşığım çünkü bütün dünya Allah’ındır. Allah’a olan aşkım bana her şeyi sevdirdi.”