AhlolBayt News Agency (ABNA)

source : Shafagna
Çarşamba

20 Şubat 2019

08:30:31
929869

Osmanlı Öncesi ve Sonrasında ''Saltanat Hanımlarında ve Ülkemizde'' Ehlibeyt Sevgisi

Yavuz dönemi ve mum söndürme olayının gerçeği / Şah İsmail’in hanımı esir mi alındı?

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA - Shafaqna, ülkemizin seçkin akademisyenlerinden ve önemli şahsiyetlerinden  Prof. Dr. Hüseyin Hatemi ile Osmanlı döneminde Ehlibeyt sevgisi ve İran Türkiye savaşlarını ele aldık. Beğeniyle okuyacağınıza inandığımız röportajın birinci bölümünü yayınlıyoruz.

Shafaqna – Sayın hocam bu fırsatı bize verdiğiniz için Shafaqna ekibi olarak teşekkür ederiz. Ülkemizde Ehlibeyt sevgisinin temelleri ne zamana dayanıyor?
Bilindiği gibi Malazgirt savaşının kazanılmasından sonra Selçuklular Anadoluyu ele geçirdiler ve Türk Nüfusu da git gide arttı. Anadolu Hristiyan nüfusun ağırlıkta olduğu bir bölge iken git gide zamanla Türk nüfusu daha galip gelmeye başladı. Türkler resmi dili Farsça olan Selçukluların idaresindeki bir bölgeye gelmişlerdi. Bulundukları yerlerde geçim zorlukları çekenler yavaş yavaş Anadolu’ya göç etmeye başladılar.

Cengizhan’ın İslam alemine büyük bir darbe vuran istilasından sonra Selçukluların elinde olan bu Anadolu bölgesi daha emin görünüyordu. Ama sonra Selçuklular, büyük Selçuklu hükümdarı Alaaddin’i Keykubat’tan sonra yenilince, Moğol baskısı Konya’da da güçlendi. Hatta hükümdarları çağırıp Terbiz’de, merkezlerinde idam bile edebiliyorlardı.

Bilhassa 14. Yüzyılın başlarında Moğol hükümdarı, İran’daki İlhani devletinin başında olan Moğol asıllı cengiz soyundan şah Muhammed Hüdabende Şii mezhebini kabul etti. Olcayto Hudabende Allame Hilli’nin etkisinde Şii oldu.

O dönemde halk arasında bilgi zayıftı fakat iman kuvvetliydi. Pek öyle Sünni ve Şii İhtilafı da yoktu. Çünkü bir nevi teberrası zayıf bir tevella Sünni Müslümanlarda hâkimdi. Sünni ve Alevi farkı pek gözetilmiyordu. İhtilaflar genelden onuncu yüzyıldan başlamıştır. Tasavvuf yoluyla bazı İslam’ın iman esaslarından da ayrılık gösterme eğilimi o dönemlere rastlar.

Son dönemde tartışılan bir Ezidilik veye Yezidilik inancı var. Bunlar nereye dayanıyor. Bazı “Ali’siz Aleviler” kendilerini oraya dayandırıyorlar?

11. yüzyıl sonlarında Emevi düşüncesinde sözde bir âlim, Ali b. Musafir Kürtleri yoldan çıkarttı. Bir kısmını şimdi Ezedilik denen, bir ara Yezidilik denen İslam’la alakası olmayan bu din ortaya çıktı. Bunlar Ehlibeyt’e düşmandırlar ama kuvvetli takiye yaparlar. Şeytanı da Meleki Tavus, haşa Hz. Peygamberden üstün, Allah’ın mahlûku bilirler.

Melek Tavus Allah’ın gazabına uğradı. Ama kıyametten sonra yeniden dirilme günü Allah onu affedecek, eski makamını verecek, Müslümanlar da şeytanı lanetledikleri için cezalandırılacaklar.

Bunun Alevilikle ilgilisi olmayan bir inanç olmasına rağmen, Türkiye’de maalesef cehalet o kadar fazla ki bazı kitaplarda görebilirsiniz Aleviliğin bir türü de Yezidiliktir diye iddia eden cahiller var. Hâlbuki Yezidilik Aleviliğe ve Şiiliğe en uzak batıl bir inançtır.

SHAFAQNA – Tabi bir de Gulat var

Evet Miladi dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tasavvuf yolu ile İslam’dan uzaklaşan yorumları benimseme eğilimi görüyoruz. Bu da Hz. Ali’yi bir nevi ulûhiyet mertebesine çıkaran, yani Hristiyanlığın etkisinde olduğunu zannettiğim bir düşünce tarzı. Bunlar tabi çok kuvvetli tevella ve teberra sahibi görünürlerdi ama iman esasından uzaklaşmışlardı. Çok fazla yayılamadılar zaten. O zamanlar Suriye’nin elinde olan Hatay ve Mersin bölgesinde de bunlar devam etti.

Ama dediğim gibi halk arasında Şii-Sünni ayrımı yapılmaksızın o sıradaki göçebe Türklerin içinde Ehlibeyt sevgisi kuvvetliydi. Fakat teberra da etmezlerdi. Ehlibeyt’e düşmanlık gösterenlerle ve İslam’ın ibadet yönüyle pek fazla ilgileri olmazdı.

Zaten dağda göçebe olarak dolaşan bu toplulukların cami diye toplanacakları yerleri yoktu. Evlerde toplanıyorlar ve daha çok Ehlibeyt sevgisini unutmamak için, işte saz çalıyorlar, mersiye okuyorlar, şiir söylüyorlardı. Bu böyle devam etti.

Shafaqna – Ne zamana kadar?

Ta 1402 Ankara muharebesine kadar. Ankara’da bu sefer de gene Moğol soyunda gelen Timur Anadolu’ya hücum etti. Ordu gönderdi ve Yıldırım Beyazıt’ı bildiğiniz gibi esir etti. Zulmüne bahane olarak da Sünnilerin Ehlibeyt’e yaptığı düşmanlığını gösteriyordu. Halbuki bu da doğru değildi. Çünkü İslam’da bir devirde bazılarının Ehlibeyt’e zulüm etmesi. sevgisizlik göstermesi bugün yaşayan insanların öldürülmesine bahane olamazdı.

Ama Timur, bu sıralarda on iki İmam mezhebini kabul etmiş olmayan, Şafii olan çoğunlukla Fars asıllı halkı Şiraz, İsfahan bölgesinde kılıçtan geçirip kelleleriyle kule kurmuştu. Oysa Yıldırım Beyazıt da Ehlibeyt sevgisi olan birisiydi. Ama ona da acımadı.

Timur inançları kullanıyor katliamına bahane ediyordu. Sivas’ı ele geçirirken bir şey yapmasın diye, kadınlara ve çocuklara beyaz elbise giydirildi. Küçük çocukların ellerine Kurân verilerek karşısına çıkartılınca hücum emri verdi ve o çocukları öldürttü. Ama siyaseti icabı Ehlibeyt taraftarı görünmekti. Anadolu esirlerini de Semerkan’da Buhara’ya kendi bölgesine zincirleyerek götürdü.

Shafaqna – Sefeviler o dönem henüz yoklar galiba?

O sıralarda gene açıkça Caferi mezhebinden olduğu ilan etmemiş Şafii ve aslen Kürt bir haneden olan Safeviler var. Bunlarda Ehlibeyt sevgisi vardı ama Teberra bugünkü Caferi mezhebinde olduğu gibi değildi. Fakat Ehlibeyt sevgisi olan bir dergahtı.

Timur esirlerle oradan geçerken, duasını almak için, o sırada Şah İsmail’in ceddi Şeyh Ali’nin yanına gitti. O da Müslümanları bu şekilde esir götürmen doğru değil bunları bırak memleketlerine dönsünler diye nasihat etti. O da dinledi ve bıraktı. Bunun üzerine Anadolu’da şah İsmail’in mensup olduğu Erdebil Dergâhı’na büyük bir sevgi yayıldı.

Fatih’in babası ikinci Murat, Beyazit bunlar hepsi Ehlibeyt sevgisi olan kişilerdi. Mesela ikinci Murat ağzından yazılan ve Ehlibeyt sevgisini gösteren Kosova’da bir dua vardır. Demek ki bu dua o zaman halk arasında bir tepki uyandırmıyordu sen Sünni misin, Rafizi misin diye. İkinci Murad’ın duası şöyle ifade ediliyordu:

Âbırû-yı Habîb-i Ekrem için Kerbelâ’da revân olan dem için.

İşte buda gösteriyor ki Fatih’in babası da açıkça bir teberrası olmayan ama Muaviye’ye Yezid’e sevgisi olmayan Ehlibeyt sevgisine sahip kişilerdi. Zaten böyle olduğu içinde Fatih’in oğlu Cem Sultan da büyük ihtimalle tahta geçseydi böyle olacaktı

Fatih’in büyük oğlu Beyazit de Erdebil Tekkesine bağlılık hissediyordu ve her sene İstanbul’dan, Topkapı sarayından Erdebil dergahına nezir gönderiliyordu. Yani önemli hediye para filan gönderiliyordu.

Shafaqna – Bir de Hacı Bayram-ı Veli var

Evet! Hacı Bayram’ı Veli’de bu dergahda yetişmişti ve ikinci Murat tarafından hürmet görmüştü. Önce bazıları “bu işte belki Şah İsmail’in ceddi Cüneyt gibi bir şahlığa dönmek istiyor” filan diyerek padişahı etkilediler. O da Hacı Bayram-ı Veli’yi zincirler içinde Edirne’ye getirdi. Ama görür görmez etkisi altında kaldı, yemeğe oturttu. Bu Erdebil Tekkesinden yetişmiş Hacı Bayram’ı Veli’yi yemeğe oturtması ve saygı duyması nedeni şuydu ki; onu yetiştiren somuncu baba “Şeyh Hamiduddin-i Veli” Erdebil tekkesinde yetişip Bursa’ya gelmişti ve Yıldırım Beyazıt zamanında Bursa’ya yerleşmişti. O sırada Bursa başşehirdi.

Shfaqna – Şemsi Tebrizi’nin Mevlana üzerindeki etkisi hep tartışılır, galiba?

Şemsi Terbizi de öyle Ehlibeyt sevgisi olan birisiydi. Ama Konya muhiti yani Selçukluların Başşehrine Sünni Kürtler Sünni Araplar filan da geldiği için mutaassıp kişiler Konya’da çoktu ve Ehlibeyt sevgisi zayıflamıştı.

Mevlan’a şöyle altmış yaşlarındayken belki aynı yaşlarda olan Şemsi Terbizi  manen görevli olarak Konya’ya geldi. Şemsi Tebrizi Mevlana’daki Ehlibeyt sevgisini uyandırdı. Ama çok mutaassıp tepkisi çekmeye başlayınca ikinci sefer kayboldu ve Hoy’a giderek yerleşti. Mevlana’ya da bunun daha iyi olduğunu haberini gizlice gönderdi. Sana da zarar verirler diye korkuyorum onun için ben çekildim dedi. Mevlan’a da Şems’ten sonra kuvvetli Ehlibeyt sevgisi olduğunu görüyoruz.

Bu nedenle aslında Mevlevi tarikatı ilk başta Alevi menşeli olan Ehlibeyt sevgisine sahip bir tarikat olarak bilinirdi. Ama Sultan Veled baktı ki babası öldükten sonra kendisi bu Sünni mutaassıplarla baş edemeyecek, belki dergah türbe de elden gidecek, aile de zarar görecek onun için takiyeyi ileri mezhebi bozdu, tarikatı bozdu. Örneğin mesnevi tahrif edildi, Muaviye müminler dayısı oldu. İşte bu şekil mesnevi üzerinde de değişiklikler yapıldı.

Shafaqa – Yavuz Sultan Selim o zamanlar nerede?

Bilhassa Hüdavande’nin Şiiliği kabul etmesinden sonra Moğollar arasında da Şiilik yayıldı. Mesela Afganistan’daki Hazaralar Şii’dir. Belli ki Moğol asıllıdır, hükümdar Şiiliği kabul etmişken şimdi işte böyle bir hava varken Erdebil ile ilişkiler gayet iyiyken, Yavuz Sultan Selim Trabzon valisiydi.

Bu arada Şah İsmail Akkoyunlu hükümdarlığının Uzun Hasan’ın torunu. Aynı zamanda Trabzon Rum hükümdarı David’in torunuydu. Çünkü Uzun Hasan David’in kızıyla evlenmişti. Onun kızı da Şah İsmail’in babası Haydar’la evlenmişti ve Şah İsmail onun oğluydu.

Şeyh Haydar Uzun Hasan’ın oğlu Sultan Yakup tarafından öldürüldü. Şah İsmail’de aranıyordu öldürülmek için. Öbür abisi Aliyar’da yakalanıp öldürüldü. Ama Şah İsmail’i gizledi. Sonunda Şah İsmail Erdebil’de Şahlık ilan etti. Ama aynı zamanda şeyhliği de terk etmedi. Yani bir nevi şeyhlik ve şahlığı birleştirdi.

Bu gelişmeler Şehzade olan Yavuz Sultan Selimi endişelendirdi. Yani bu gidişle Şah İsmail Anadolu’yu da ele geçirecekti. Çünkü Anadolu’da büyük bir Ehlibeyt sevgisi olan Erdebil tekkesine bağlı önemli bir topluluk vardı. Onun için Bektaşi olan Yeniçerileri elde etmeye çalıştı.

Yeniçerilere, Şah İsmail’de Ehlibeyt sevgisi filan yoktur, sizin gibi değildir. Kurân’ı Kerim’i haşa necaset içine atıyor. Komutanlarının kadınlarını tasarruf ediyor diye inandırdı. Hatta Yavuz, babasına karşı Yeniçerileri isyan ettirdi. “tahtan feragat etmesem oturduğun tahtan yakandan tutarak çekilip alınacaksın” cevabını alınca, o da oğluna bırakıp ayrıldı. Ama Oğlu onu Edirne’ye gönderdi ve yolda da zehirleterek ortadan kaldırdı.

Böylelikle Şah İsmail ile Beyazit arasında dostluk bozuldu. Şah İsmail Beyazi’de baba diyordu hürmet ediyordu. Ama Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’e sert mektuplar hakaretler göndermeye başladı. Şah İsmail hiç edebini bozmadı gene edepli mektuplar yazdı. Ama Yavuz işte fetva alarak cihat ilan etti. Anadolu’da 40 bin kişiyi bir savaş öncesi tedbiri olarak kılıçtan geçirince Aleviler ile Sünniler arasına kuvvetli bir kan davası girmiş oldu.

Nihayet Çaldır’ından sonra işler büsbütün kötü oldu. Çaldıran savaşından sonra Memlukler de yenildi. Memluklerin bulunduğu bölgenin o mutaassıp Emevi etkisinde olan alimleri İstanbul’a gelip yerleşmeye, medreselerde görev almaya başladılar. Ama Ehlibeyt sevgisi olduğu hissedilen kişiler tabi artık göreve alınmadı. Onlar da takiye yapmak zorunda kaldılar. Yavuz Sultan Selim devrinde İstanbul’a gelip yerleşmiş olan Seyyid Nizam ve benzerleri takiye yapmak zorunda kaldılar. Bunlar Irak’tan gelen Ehlibeyt mezhebinden olan kişilerdi.

Shafaqna – Mum söndürme yalanının bu baskılarla bir ilgisi var mı?

Ondan sonra üç yüzyıl Alevilerin elinden mal varlıklarını almak için yukarı ile ilişkisi var, iftiralara başladılar. Yukarı dedikleri de İran, yani İran ile ilişkiler var. İran’dan ahunt (din alimi) geliyor bunlar da ona humus veriyorlar. Safevi dergahına Erdebil’e götürülüyor dediler. Tabi bunları da Osmanlı hiç hazmedemedi.

Yani gene evlerde toplanıp ağıt okumak Hz. Peygamber ve Ehlibeyt’i hakkında nefes okumak için toplanıyorlar ama alevidir bunlar ilişkileri var İran’la diye iftira edecek kişiler mallarına göz dikmiş kişiler gece köye girip hangi evde cem ayini yapıldığı tespit edip jurnallemesin diye gözetleyici konuyordu. Gözetleyici önceden kararlaştırıldığı şekilde işaret veriyordu. Köye bir yabancının yaklaştığını görünce o zaman ister istemez herkes ışıkları söndürüp uyumuş pozuna giriyordu.

Buna çok kızdılar iftiracılar ve bunlar cem ayini yaparlar gece belli bir saat gelince de ışıkları söndürürler birbirlerinin karısına kızına kendi kızlarına karılarına görmeden tecavüz ederler yalanı uyduruldu. Yavuz Sultan Selim devrinde de Şeyhul İslam’dan alınan fetva şu şekildeydi Çaldıran’dan önce işte Şah İsmail Kurân’ı necasete atılıyor, kafir oldu inanç minanç yok ve komutanların karısını tasarruf ediyor.

O devir Bektaşileri de kuvvetli İslam’a bağlı oldukları için Yeniçeri ocağı da daha bozulmadığı için, bunlar kafir olduysa bunlarla cihat vaciptir diye Tebriz’e kadar gittiler ama Tebriz’de gördükleri bunları şaşırttı. Ve şöyle haber gönderdiler Sultan Selim’e bize böyle dediniz ama biz burada bizim gibi ibadet eden, namaz kılan, oruç tutan kişiler gördük. Bize benzemeyen bir tarafları var o da bir bidati hasene sayılabilir o da ezanda teberrüken “Eşhedu enna emirel müminin Aliyyen veliyullah” demeleri dediler.

Bunu nakleden Tacizade Cafer Çelebi’yi de Yavuz Sultan Selim, artık Yeniçerililer bir ayaklanma yapmasın diye İstanbul’a dönerken bir bahaneyle suçsuz yere öldürdü

Shafaqna – Sayın hocam Çaldıran savaşında Şah İsmail’in eşlerinden birinin Osmanlılara esir düştüğü söyleniyor, doğru mu?
Tamamen Saray tarihçilerinin bir uydurması. Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’in karısı Taçlı hanımı ele geçirdi deniyor. Sözde Taçlı hanımı kafir eşi olduğu için Tacizade Cafer Çelebi’ye cariye olarak vermiş. Bunlar saray tarihçilerinin uydurmaları.

Üç yüz sene böyle devam etti. Aleviler tarafından Celali İsyanları çıkartıldı. Pir sultan Abdal isyan çıkartmadı ama çıkartacak diye o da asılarak öldürüldü. İşte üç yüz sene böyle birçok yoğun Alevi baskısı oldu ve bu baskılar yaklaşık 250 yıl devam etti. Ondan sonra yavaş yavaş hafiflemeye başladı ama gene 18. yüzyılın sonuna kadar devam etti.

Shafaqna – Bektaşilere baskılar oldu mu?

Onlara da oldu. 19. yüzyılın başında başka bir renk alarak devam etti. Bu sefer de Aleviler değil, Bektaşi tarikatı büyük bir zulümle karşı karşıya kaldı. O dönemde Bektaşi gençler heves etmiş mesela şimdi askeri ceket filan giyenler gibi Yeniçeri elbisesi giyiyorlar veya belli bir Yeniçeri simgesini dövme yaptırıyorlardı. Bunlar yakalandıkları yerlerde hiç mahkeme kararı veya fetva metva aranmaksızın boyunları vuruldu.

Böylelikle Alevilere karşı bu güvensizlik ve baskı yavaşlamaya başlamışken, Bektaşiler dolayısıyla Alevilere ve Bektaşilere karşı bu şiddet Sultan İkinci Mahmud’un 1839 da ölümüne  kadar yani Tanzimat devrine kadar devam etti.

Sultan Mahmud’un oğlu Sultan Mecit’te bunun etkisinde kaldı. Yavuz Sultan Selim’in yanına defnedilmesini vasiyet eden tek Padişah o oldu. Şimdi onun türbesi de Fatih’de Çarşamba da fenerin üstündeki sırtlardaki Yavuz Sultan Selim Cami’nin bahçesindedir. Zaten İran’a büyük bir sevgisizlik duyduğu rivayet edilir. Onun için de devlet adamlarının şöyle dediği söylenir “Padişahın hoşuna gitmek için İran’ın isteklerini asla yerine getirmemek gerekir. Hünkar ancak bundan memnun olur”

Ama onun da vefatından sonra 1860’da tahta geçen sultan Aziz tekrar Sultan Mahmut öncesi Ehlibeyt sevgisini eğilim gösterdi. Hükümdar olunca da böyle devam etti ve Avrupa’ya seyahate çıkartıldı. Sultan Mahmut bütün Bektaşi dergâhı mülklerini Nakşibendilere verdi.

Shafaqna – O dönemde Nakşibendilik Ehlibeyt Mektebine nasıl bakıyor.

Nakşibendilik de o sırada Muaviyeci bir tarikat halini almıştı. Halbuki Orta Asya’daki kurucusunun zamanında Nakşibendilik de Ehlibeyt sevgisi olan bir tarikat idi. Fakat daha sonra Süleymaniye’den Kürt asıllı  “Halidi Bağdadi” diye birisini Hindistan’da eğittiler. “İmam Rabbani” denen bir Muaviyecinin yolu ve düşünceleriyle yetiştirdiler. Zannedersem İngilizler’in bir planıydı.

Türkiye’ye dönüşte de birlik bozulsun diye bu seferde şu planlar uygulamaya başladılar. Bektaşi ocağını kaldırmak, belki katliam yapmak, Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verme planları döktüler. Hedefleri Muaviyeciler ve İmam Ali’yi sevenler arasında büsbütün bir uçurum oluşturmaktı.

Fakat Sultan Aziz’in annesi “acaba oğlumdan haber verebilecek birisi var mı?” diye sorunca kendisine Topkapı surlarının dışında ekip biçmekle meşgul küçük bir bahçesi olan “Emin Baba” adında bir Bektaşi var o yardımcı olabilir, dediler. Emin Baba’da “şu tarihte gelecek” diye tam günü güne bir tarih söyledi. Bu da gerçekleşince Valide Sultan ve Sultan Aziz daha sonra Bektaşiliğe ve Bektaşi babasına güzel bir taştan Tekke yaptırdılar. Şimdi tabi Bektaşilikle gene ilgisi kalmamış başka ellerde.

Shafaqna – Sultan Hamit’in Ehlibeyt sevgisi nasıldı?

Sultan Hamid’in Ehlibeyt sevgisi vardır. Çünkü bir kere Teberrası kuvvetli olmasa bile Ehlibeyt sevgisi olan Şeyh Zâfir’i Kuzey Afrika’dan İstanbul’a getirtmişti ve önce ona bağlıydı. Daha sonra gene Ehlibeyt sevgisi olan Rufai dergahına bağlandı deniyor. ama öyle zannediyorum ki asıl Şeyh Zafir’i tarikatı olan “Şâzeli” tarikatına bağlıydı.

Sultan Hamid Ehlibeyt sevgisi bakımında çok iyiydi. Zaten Sultan Mahmudun kızı “Adile Sultan” Ehlibeyt aşığıydı. O devirde Saltanat hanımlarından bilhassa böyle Ehlibeyte güçlü sevgisi olan çok kişi vardı. Çünkü bu Bektaşilik ortadan kaldırılmadan önce Bektaşiler Ehlibeyt sevgisini yaymışlardı zaten. O günün Bektasi’leri bugünkü Bektaşiler gibi değillerdi.

Shafaqna – Niçin aynı değiller hocam?

Maalesef bugün Bektaşilik de o eski şeklini kaybetti. Yanlış Alevilikle birleştirilerek “Alevi Bektaşilik Federasyonu” oldu. Halbuki bu federasyonun hayırlı olması için ne olması lazım? Tabi ki; İslam’ın iman esaslarından ayrılmayıp, Ehlibeyt sevgisi de kamil imana delalet etmesi lazım.

İşte Sultan Hamid devrinde Türkiye’de mesela “Seyyid Abdülkadir-i Belhi” gibi iyi Nakşibendi’lerden, orta Asya’da ki Nakşibendilerden “Seyyid Süleyman Belhi” vardı. Yene asayiş dolayısıyla Türkiye’ye göç etmeyi uygun görmüştü. Belh bölgesinden Kerbela’ya,  İran’a gitti müctehitlerle görüştü. Türkiye’ye inancını gizleten bir Şii Caferi olarak geldi. Bunu yapmak zorunda kaldı. Çünkü eğer Şii olduğunu söylese ona hiç oturacak yer vermezlerdi. Tekke filan tahsis etmezlerdi. Ama buna rağmen Nakşibendi görünüp işte “Yenabiu’l-Mevedde” ve “Gıptatu’l-Emam” gibi kuvvetli Ehlibeyt sevgisini gösteren kitaplar yazdı. Oğlu Seyyid Abdülkadir-i Belhi de bu fikirleri temsil etti.

Sultan Hamid zamanında Türkiye’de okumuş yazmış dindarlar arasında Ehlibeyt sevgisi bugüne göre çok kuvvetliydi. Yani Sünni olduğunu söyleyen aydınlar arasında Ehlibeyt sevgisi çok kuvvetliydi.

Shafaqna – Başka Ehlibeyt sevgisi olup da bizim bilmediğimiz şahsiyetler var mı?

Evet! Namık Kemal‘de böyle bir neşe vardır. Mithat Paşa’da böyle bir neşe vardır. Gürcü asıllı Mahmut Nedim Paşa’nın türbesi, Cağaloğlu yokuşunun üstü kapalı çarşıya giderken yol ayrımında bir türbe görünür, şöyle büyük bir binanın içinde kalmıştır onun gölgesinde kalmıştır. İşte o Gürcü asıllı Mahmut Nedim paşanın türbesidir. Ben onun önünden geçerken hep hatırlayıp onun şu beytini okuyarak Fatiha gönderirim. Padişah onu Şam’a vali tayin etmiş bunun da içinde biraz sızı olmuş Muaviye Şam valisiydi, ben de şimdi Şam’a vali olacağım diye ama kendini de teselli için şu güzel beyti yazmış:

Serefraz-i Kadrim Nispeti Şahı Velayettir
Nedima suretim gerçi Dımışk-i Şam’a validir

Yani “Ben Şam’a vali de olsa aslında ben şahı velayete bağlıyım kadrimin yüceliği oradan gelir. Yoksa Şam valiliği bana bir şey ifade etmez”

işte bu şahıslar çoktu. Hatta öyle şeyhler vardır ki, şimdi ismini unuttuğum birisi Aşur’a günü mersiye okunur, bendir çalınırken ayakta o büyük def gibi şeylere hafifçe vurularak bendir çalınırken, birden bire Arapça söylenen mersiyenin etkisiyle birden “yandım Ya İmam!” diye bağırıp yere düştü ve koştukları zaman baktılar vefat etmiş.

Şimdi böyle kişiler vardı. Ama tabi o Suriye’nin, Vahhabiliğin bilhassa da okumuş ve yazmışlar arasında bu Mevlana Halidi Bağdadi’nin bozduğu Nakşibendiliğin etkisi vardı. Menemen’de haksız yere idam edilen “Esad Efendi” vardır. Erbil’i Esad Efendi’nin cemaatine “Erenköy” cemaati denir. İdam hükmünü verdikten sonra ilaçla filan, iğneyle öldürdüler. Fakat “asılmadan hastaneye kaldırıldı ve orada öldü” dediler.

Maalesef Ehlisünnet itikadında yetişen bazı alimlerde bu tezatlık var. Bir taraftan Hz. Ali’ye çok âşıkane şiirler yazarken, Necef’i ziyarete gitmişken, bir taraftan da Muaviye’yi övenler çok.

Shafaqna – Cumhuriyet dönemi Ehlibeyt sevgisine nasıl etki etti?

Cumhuriyet devri, Ehlibeyt sevgisi olan Sünni alimleri saf dışı bıraktı, medrese dışı bıraktığı, ilahiyat fakülteleri kapandığı için zayıfladı tabii olarak. Ehlibeyt sevgisi kuvvetli olan bu kişiler; hem tekkeler, hem medreseler, hem ilahiyat fakültesi kapandığı için yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladılar.

Osmanlı zamanında zaten yaşı kemale ermiş kişiler 1950’ye kadar yetişemeyip vefat ettiler. Daha gençleri yetişse bile Türkiye’de medrese, ilahiyat Fakültesi filan olmadığı için, İran’a da gidemeyecekleri için Ehlibeyt sevgisi ve öğretilerinden uzak kaldılar. Suriye’ye veya bazıları hatta Vahabilerin elinde Mekke’ye ve Medine’ye gittiler ve iyice kafaları bozuldu.

Böylelikle 20. Yüzyılda İran devrimi oluncaya kadar Türkiye’de Alevilik ve Sünnilik arasında bir uçurum belirmişti. Kendilerini Sünni diye niteleyen tarikat mensupları ve ulema artık çoğunlukla Ehlibeyt sevgisine yabancılaştı.

İçlerinde Erzurumlu “Muhammed Salih” Yeşil gibi “Şemsettin Yeşil” gibi bazı eskinin etkisinde kişiler vardı. Ama bunlara da iftiralar başladı. Mesela Şemsettin Yeşil niye Muaviye’nin aleyhinde konuşuyor. Öğrendik ki İran Konsolosluğunda her ay para alıyormuş, gibi iftiralar atmaya başladılar. Tabi bu yalanlar yayıldı. Abdulbaki beye böyle çok tepkiler gösterildiğini kendisinden duydum. Bana da bu tepkiler gösterildi. “bunlar takiye yapıyor yoksa bunların namaz ve oruçla filanla işi yok” diyorlardı.

Shafaqna – Alevi Canlar da mı medrese ve Ehlibeyt merkezlerinden uzak kaldılar? 

Evet! Aleviler de üç asırdan fazla sürece ilimden, medreseden, alimden mahrum kaldılar. Mesela 1960’lı yıllarda İran’dan gelen “Muhammed Sabiri Tebrizi” dini inançlar hakkında bir kitap verdi. O zaman kitaplar yoktu. Iğdırlılar böyle Türkiye’nin her şehrine yayılmış filan da değildi. Iğdırlıların camileri yoktu. Valide Han, Seyit Ahmet “Acem Camii” olarak anılırdı. Halk oraya hem adak adamaya gider, hem de belki gene güzel havaya rastlarsa yapacakları gibi Seyyid Ahmet kabristanında salıncak kurar akşama kadar hayla huyla eğlenirlerdi.

Ama giderken de “bunlar Hasan ve Hüseyin düşmanıdırlar İmam Hüseyin’i öldürdükleri için pişmanlık duyuyorlar onun için ağlıyorlar. Ama Allah onları affetmeyecek” yalanı halk arasında kuvvetliydi.

Bu arada Aleviler canlanmaya başladılar ama onlar da yanlış bir yol seçtiler. “Biz ne Şii’yiz ne Sünni’yiz” biz yeni bir dine muhtacız diye kimisi materyalistlik Alevilik, kimisi Kemalist Alevilik olarak kendini tanımlamaya başladı. Hristiyan teslis’ne neuzubillah benzer şekilde Cemevlerinde Atatürk ortaya kondu sağ yanında Hz. Ali sol yanında da Hacı Bektaşi Veli bırakıldı.

O Eski Bektaşilikte, Sünnilerin de katıldığı, kültür veren neşe veren tarikat olmaktan çıktı. Cemevleri önünde Karl Marx, Guevara gibi materyalist kitapları satılır oldu.

Shafaqna – İran devriminin Türkiye’deki Müslümanlara nasıl bir etkisi oldu?

İran devriminden sonra bilhassa Alevilerin İran’a sempati duymasını önlemek için çok çalışıldı ve muvaffak ta olundu. Bana da ne zaman mesela Televizyona çıktığım zamanlar bir Alevi karşıma gelse, ilk Sünnilere değil bana hücum ediyordu. “Şiiler’ de bilsinler ki biz ne Sünni’yiz ne Şii’yiz” diyorlardı.

Hatta birisi çok coşup Alevi Çalıştayı’nda bana “Şiiler boşuna heveslenmesinler biz Allah inancımız bile Şiilerle aynı değildir” deyince benim artık tepem attı. “O zaman niye bu çalıştaya geldiniz? Bu çalıştay Müslüman mezhebi olarak Alevilikle Sünnilik arasında ortak noktaları nasıl güçlendiririz diye yapılıyor. Biz Şiiler Sünnilerle Allah inancı bakımdan ayrı değiliz. Şu halde siz ayrıysanız, sizinle ancak diyalog yapılabilir. Yoksa vahdet yapılmaz” dedim.

Ama Alevilerin hepsi böyle değil. Aleviler’de de imanlı aleviler, materyalist veya Ali’siz aleviliği kabul etmeyen, imanlı Pir Sutlan Alevileri de var. Aynı şekilde Sünnilerin hepsi Hz. Muaviyeci hatta neuzubillah Hz. Yezitci değiller.

Shafaqna – İslam devrimine Alevilerden çok Sünnilerin meyletmesinin nedeni nedir hocam?

Doğrudur, İran devrimine öyle zannediyorum ki Alevilerden çok gene İslam hakkında bilgileri daha kuvvetli olan Sünniler meyil gösterdi. Bunda Seyyit Kutup gibi Mevdudi gibi kişilerin de rolü oldu. Sonra arkadan Ali Şeriati geldi. Bunlar az çok Sünni Şii yakınlaşmasını sağlamışken arkasından İran devrimi olunca, birçok Sünni “yahu bize yanlış tanıtmışlar bunlar Hz. Peygamber sevgisi olanü Hz. Ali’yi peygamberden öne geçirmeyen, tam aksine Ehlibeyt’in reisi olarak Hz. Peygamber ‘i kabul eden, namazında niyazında Müslümanlarmış” demeye başladılar.

Tıpkı yalan yanlış bilgilerle kandırılan Yeniçerilerin Yavuz’un Tebriz’i alıp katliam yaptıktan sonra gösterdiği tepkinin benzerini birçok Sünni İnkılaptan sonra gösterdi. Bu bakımdan da Ehlibeyt mezhebi 1970’lerden farklı olarak git gide Türkiye’de yayıldı ve kabul edilmek zorunda kalındı.

O dönemde İstanbul’da iki cami vardı. Birisi Seyit Ahmet deresindeki mezarlık camii, diğeri Valide Han Camisi idi.

İstanbul’a gelen Iğdırlı, Karslı Caferiler 1977-1980’lerde filan, 12 Eylül öncesi böyle dostça teşebbüslere geçtiler. “Biz de cami ehliyiz İstanbul’da camimiz yok, camiye müsaade edilsin” diye Müftülüğe başvurdular, devlete başvurdular ama bunun da cezasını çektiler 12 Eylül’de bir kısmı böyle teşebbüse girdiği için köteklendi, nezaret altına alındı. Ama nihayet bunu engelleyemediler.

Çünkü Iğdırlı ve Karslılar yalnız Iğdır ve Kars bölgesinde kalmayıp Türkiye’nin büyük şehirlerine yayılınca ve benliklerini koruma direnci gösterince bu izinleri vermek zorunda kaldılar. İran’dan gelen ve Türkiye’deki İranlılar diye tanınan Azeriler maalesef çoğunlukla aynı hassasiyette değillerdi. İki yönden hassasiyetleri törpülenmişti. bir kısmı “Şahen Şahı Ariya mehr İran Saltanatı bizim de saltanatımızdır. Şahen şah şöyledir, böyledir. Biz yobazların etkisine giremeyiz. Atatürk ve Rıza Şah Pehlevi yolunda ilerlemeliyiz”diyorlardı. Diğer bir kısmı da zaten Türkiye’de büyüdüğü için “biz laikiz, İslami devrim de ne demek?” diyorlardı.

İran devrimi olduktan sonra İran’daki mezhep hakkında bilgisi olmayan bazı materyalistler de hayal kırıklığına uğradı. Mesela şöyle yazılar yazıldı “biz İran’ı bizim Aleviler gibi bilirdik ama şimdi bu İran devriminden sonra anladık ki, onlarda da akıl almaz şeyler var. Kadınlar örtünüyor, içki bizden daha fazla yasak. Onun için demek ki bu İran’a boş yere bir coşkuyla selamlamışız” diye, gene Siyonizm’in ve Amerika’nın işbirliğiyle, bunlarda İran’a ve bu Sünni ve Şii yakınlaşmasına karşı tedbir aldılar.

Shafaqna – Şu andaki durum nasıl?

Şimdi bir bakıma eski devirlere göre daha genişlemiş bir ortam var. Iğdırlılar ve Karslılar’ın gayretleri nedeniyle elhamdulillah camiler, kurumlar çoğalmış durumda.  Artık Valide Hanı içinde hapsedilmiş, herkesin göremediği bir İranlılar Camii olmaktan çıktı. Ama bir taraftan da tabi düşmanların tertipleri, tedbirleri devam ediyor.

Hatta bu düşmanlığa Yemen’i bu hale getirenler, Türkiye’de de ellerine geçerse, bütün bu Ehlibeyt camilerini yakmak isteyen, ki teşebbüste ettiler, DAIŞ’cilerde daha tam manasıyla Türkiye’de yoktur diyemeyiz.

Yani daha iyi olması lazım ve bizim de çok dikkatli olmamız lazım. Çünkü nasıl Aleviler de materyalist Alevi, bilmem devrimci Alevi, şuyum buyum diyenler varsa, Şiiler içinde de bu oyunlar var.

Bunlara karşı bilhassa uyanık olmamız, dikkatli olmamız ve sorumluluğumuzu bilmemiz lazım ki “siz Şiiler, İmam Ali böyleydi, şöyleydi diyorsunuz ama, sizden olan filanlar böyle değil, söylediklerinin tam aksini yapıyorlar” demesinler.

Onun için bize bilhassa önemli bir vazife düşüyor. Ehlibeyt yolunu iyi tanıtmak ve sevdirmek, kötü çirkin sövgülerden kaçınmak, ama açıkça yanlışları söylemek gerekir.

Siz filanı niye sevmiyorsunuz deyince, “sövmeyiz ama sevmemizin de sebebi vardır”diyebilmeliyiz. Çünkü aksi takdirde toplumda uydurma sebepler hakim oluyor ve yaygınlaşıyor.

Bizim Iğdırlıların, Karslıların kurduğu camilerimiz ve cemaatlerimiz çok doğru yolda ve iftihar kaynağımız. Ama bununla birlikte çok dikkatli olmalıyız. Siyasi partilerden menfaat peşinde olmak, bu doğrultuda hareket etmek Ehlibeyt bağlıları arasında asla olmamalı. İnşallah buna muvaffak oluruz.

Allahumme salli ala Muhammed ve A’li Muhammed