5 Eylül 2014 - 06:56
İslam’ın Özgürlüğü…

Yegane hedefi insan yetiştirmek olan İslam, yetiştirdiği bu insanı yeryüzünün halifesi olarak bizlere takdim etmiş ve yaratılışındaki “ahsen-i takvim” özelliğinin bozulup “esfele safilin” haline gelmemesi için de çeşitli kanunlara uymasının zaruretini bildirmiştir. Bu kanunlar cahil, aceleci, nankör olan insanı, kendisinden razı olunan insana dönüştürecek ve asıl vatanına tertemiz olarak ulaştıracak kanunlardır.

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Yeryüzünün sahibi olma hedefiyle kendini geliştirmeye çalışan insanın, gelişim sürecinde ulaşması gereken amaçlar ve gerçekleştirmesi gereken hedefler bu kanunlar ile bildirilmiş ve bahsi geçen kanunlar ilahi bir kaynaktan iletildiği için iman edilmesi istenmiştir.

Hak cephesinin bağlıları, yaratılışın ilk anından itibaren ilahi hükümlere iman edip hem manen gelişimi hem de içinde bulundukları dünyaya yönelik projelerini sürekli gündemde tutmalarına rağmen, batıl cephesinin bağlıları “sırat-ı müstakim”den ayrılarak farklı yollara girip sapmış ve delalet ehli olarak nefislerinin emirlerini ilahi hükümlerin yerine geçirmişlerdir. Bununla da yetinmeyen batıl cephesinin önderleri, diğer insanları da saptırarak kendilerine kul köle edinmeye ve yaratılışından itibaren insana düşman olan şeytanın intikamını, insi şeytanlar olarak almaya başlamışlardır. Bu meyanda sağından solundan üstünden ve altından yaklaştıkları insanlara isyanı, özgürlük olarak sevdirmiş, köklerinden kopardıkları insanları, küfrün yelinde savrulan kuru yapraklara çevirmişlerdir. Böylece her türlü zilleti kabullenen ve artık insanlıkla bağları kopan iki ayaklı konuşan varlıklar, batılın hedeflerini yaratılış hedeflerinin önüne geçirerek yeryüzünde fesadın yayılmasına neden olmuşlardır.

İmam Humeyni’nin (r.a) dakik bir tespitle beyan ettiği gibi batıl cephesi, insanlığından koparıp değerlerinden soyutladığı insanlara daha rahat hükmettiği için İslam’dan korkmaktadır. Çünkü İslam “insan” yetiştirmektedir. Ve bu insan diğer insanların da yetişmelerine etki etmektedir. O halde İslam’ın insanı, batılın insanından farklıdır ve İslam’ın insanı ancak ilahi hükümlere iman ederek yetiştirilebilir. Bunu bilen batıl cephesi, bu ilahi hükümleri halklara sürekli kötüleyerek o hükümlerin özgürlükleri kısıtladığı fikrini yaymaya ve insanlara, özgür olmanın ancak dünyevi kanunlarla mümkün olduğu fikrini aşılamaya çalışmaktadır. Oysa üstadın dediği gibi “iman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Hakiki imanı elde insan dünyaya meydan okur.” Çünkü hakiki iman, insani bütün meziyetlerin kemale ulaşmasını sağlar ve insan ahsen-i takvim olarak yüceldikçe dünyevi hırs ve arzuların zincirlerinden kurtulur. Bu kurtuluş gerçek özgürlüğünde kapısını aralar ve insan, kendisiyle hedefi arasına giren bütün güçlere meydan okuyacak bir ruh haline sahip olur.

İşte böyle bir insanı yetiştirmek isteyen İslam’ın en büyük hedefi, yeryüzünde ilahi kanunlarla hükmedilmesini sağlamaktır. İslam, uygulanmak ve hakim kılınmak için gönderilmiş bir dindir. Tıpkı diğer ideolojiler ve dinler gibi İslam’da kendi kanunlarının tatbik edildiği bir devleti zaruri olarak görmekte ve bağlılarına “fitne kalkıp din yalnız oluncaya kadar”(Enfal 39) kafirler topluluğuyla savaşmayı emretmektedir. Allah’ın (c.c.) indirdiği kanunlarla hükmetmeyenleri “kafirler” olarak (Maide 44) tanıtan İslam, şeytanın dostlarıyla savaşmanın, bu kanunları uygulamanın yegane yolu olduğunu da vurgulamaktadır. İslam, küfre teslim-i silah eylemiş olanların aksettirdiğinin aksine, bireysel bir din olmadığını toplumsal onca konuya ve ticaretten, nikaha, devletler arası ilişkilere kadar değişik meselelere değinen ayetler ile ispatlamış ve Resulullah’ın (s.a.a) sireti ile nasıl bir devlet idealine sahip olduğunu ve bu devletin hükümranlığında nasıl bir sınav vereceğini de ortaya koymuştur.

“Biz, her peygamberi ancak, Allah izniyle ona itaat edilsin diye gönderdik”(Nisa 64) buyuran Allah (c.c.), bu itaatin ilahi hükümlerin uygulanması noktasında Resulullah’ın (s.a.a) bütün buyruklarını kapsadığını ve O’nun (s.a.a) kendi heva ve hevesinden konuşmadığını da beyan etmiştir. O halde İslam, sadece soyut olarak vaz edilmek üzere inmemiş, bireysel arınmanın toplumsal arınmayla beraber yürümesi gerektiğini ve her iki durumunda birbirine bağlı olduğunu anlatarak reel hayatta da yer almaya çalışmıştır. İnsanın yürüyüşünden, konuşmasına kadar her hareketini düzenlemeyi amaçlayan İslam, o insanın yaşadığı çevreyi de insanın kemaline yardımcı olacak şekilde düzenlemeyi gerekli görmüştür.

Bu noktadan sonra şunu idrak etmek gerekir ki İslam ile hükmedilen coğrafyalarda, Müslüman olsun olmasın tüm bireyler bu kanunlara uymak ve kanunların kendilerine yüklediği görevleri yerine getirmek zorundadırlar. Bunun nedenlerinden biri aslında genel geçer olan bir kuraldır ki o da hangi sistemde yaşanıyorsa toplumsal hayatta o sistemin kurallarına uymak ve aksine her davranışın sonucuna katlanmak zaruretidir. Yani bu durumun sorumlusu sadece İslami hükümler değildir. Mesela süfyanilerin hüküm sürdüğü yerlerde yaşamak zorunda kalan Müslümanlar da günlük yaşantılarında hiç istemeseler bile o sistemin bir takım kurallarına uymak zorunda kalıyor ve uymadıkları zaman sonucuna katlanıyorlar. Bu yüzden kanunlar ister ilahi kaynaklı olsun ister nefsi olsun, uyulmak için yürürlüktedirler ve başka bir sistemle değiştirilmedikleri sürece de o kanunların uygulandığı yerlerdeki herkesi ister istemez bağlamaktadırlar.

Bir diğer neden ise İslam’ın hükümleri, müminleri bağladığı gibi toplumsal yaşamda inanmayanları da bağlamakta ve onlarla bir nevi yaptığı anlaşmalar uyarınca onların kanını, namusunu, dinlerini korumaya aldığı için hem vergilendirmekte hem de toplumsal hayatta kendi kuralları içinde hareket etmeye zorlamaktadır. Çünkü yazımızın başında belirttiğimiz gibi tüm İslami kanunlar, insanın tekamülüne yardımcı olmak için indirilmişlerdir ve bu tekamülü sekteye uğratacak her türlü tavır ve davranış yasaklanmıştır. Kendi iç dünyalarında, evlerinde nasıl yaşarlarsa yaşasınlar toplumsal hayata çıktıkları anda İslami kanunlar bütün dinlerin bağlılarını da kapsamaktadır. İslam devleti sınırları içerisinde gayri İslami giyim, kuşam, yeme, içme gibi davranışlar, gayri müslimlerin sadece kendi özel alanlarında dokunulmazdır. Onların inancına müdahale söz konusu dahi olamaz. Ama toplumun genelinin yaşadığı ortamlarda, İslam’ın tüm yasakları, toplumun fesada uğramasını engellemek için gayri müslimleri de bağlamaktadır. Bunun böyle olmadığına dair hiçbir akli veya nakli delil yoktur. Resulullah’ın (s.a.a) kurduğu İslam devletinde de toplumun bütün bireyleri bu kurallara uymak zorunda kalmış ve uymamak için direnip İslam ümmetine düşmanlık taslayan yahudiler o devletten sürgün edilmişlerdir. Bu açık tutum bütün asr-ı saadet denen dönemde de aynen böyle devam etmiştir.

Özgürlüğü batının, yani insanlığın düşmanı olan batılın fikir adamlarından öğrenen kimilerinin zannettiği gibi bu durum özgürlüğün kısıtlanması değildir. Zira İslam’ın anladığı ve yaymaya çalıştığı özgürlükle, batılın zihinlere sokmaya çalıştığı özgürlük taban tabana zıttır. İslam hiçbir şekilde nefsin önünü açan ve insanı yaratılış hedefinden uzaklaştıran, esfele safilin çukuruna düşüren sapmaları özgürlük olarak telakki etmez. İslam insanın hayvani yönünü besleyen ve hayatın kaynağı ve hedefi hakkında düşünmesini engelleyen tüm sapkınlıkları yasaklayarak ruhlara özgürlük kazandırmış ve düşünme gücünün ortaya çıkmasını sağlayacak ortamın oluşmasını, insanlığın olmazsa olmazı olarak bizlere sunmuştur. Bu yüzden İslam’ın sadece müminlere hitap ettiğini düşünüp gayri müslimlerin İslam devletinde istedikleri gibi yaşamalarına izin verilmesi gerektiğini beyan etmek, aslında özgürlük kavramını yanlış anlamış olmak demektir. Zira bu istek bizatihi gayri müslimlerin de zararına olacak ve onların da insanlıktan alabildiğince sapmalarının önü açılmış olacaktır. İslam devleti, toplumun fesada uğramasına, gençlerin fuhuş bataklığına saplanmasına, faizin, kumarın, zinanın yayılmasına engel olarak ister müslim ister gayri müslim her bireyine aklını sonuna kadar ve özgürce kullanma ortamını hazırlamakta, oluşan temiz ortamdan hastalıkları uzak tutarak toplumsal sağlığı korumaktadır. Özgürlük adına bütün sapmalara sonuna kadar izin veren batılı toplumlarda gençlerin uyuşturucu, zina, fuhuş, içki vb. sapkınlıklara daldıkları için insanlıktan çıkmış olmaları ve düşünme yetilerini yitirmeleri, buna mukabil siyonist çevrelerin kendi çocuklarını küçük yaşlardan itibaren bu tür kötülüklerden uzak yetiştirip toplumların yönetimini üstlenmeleri de üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır.

Ayrıca İslam tabiptir, öğretmendir. Hiçbir tabip bulaşıcı bir hastalığa karşı hastasına hem ilaç yazıp hem de onu bulaşıcı hastalıkların yayıldığı çöplükle baş başa bırakmaz. Önce çöplüğün ortadan kaldırılmasını talep eder ki yazdığı ilaçlarla iyileşen hasta bir daha aynı hastalığa yakalanmasın. Veya hiçbir öğretmen yapılmasını önemsemediği bir ödevi öğrencilerine vermez. Aksine her öğretmen verdiği ödevin gereğinin yapılıp yapılmadığını takip eder ve yapanı ödüllendirir yapmayanı ise değişik yollarla cezalandırır. Bu yüzden İslam hükmetmek için gönderilmiş bir din olarak hem yeryüzüne hakim olmayı istemekte hem de hakim olduğu topraklarda insani melekelerin gelişeceği bir ortamın oluşması için, fesadın kaynağı olan sapkınlıkların ortadan kalkmasını talep etmektedir.

Zaten ister müslim olsun ister gayri müslim, insanlığı hedef edinmiş herkes bu durumdan memnunken, ister müslim olsun ister gayri müslim nefislerinin köleleri olmayı özgürlük bilenlerin tümü bu durumdan şikayetçidir. Bunun somut örneği İran İslam inkılabında ki diğer dinlerin mensuplarının açıklamaları ve bizim memleketteki bizim dinimize mensup olanların itirazlarıdır. Unutmamak gerekir ki “helal dairesi ziyadesiyle geniştir ve harama lüzum yoktur.” İslam herhangi bir konuda yasak koymuşsa bu o yasağın tüm insanlığın aleyhine olmasındandır. İster Müslüman olsun ister olmasın tüm insanlığın hayrınadır İslam’ın helal ve haramları…

Ekler