Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Aralarında bir tartışma, bir cedelleşmedir gırla gidiyor. Gerginlik had safhada, bağırıp çağırışmalar, tehditler, Kureyş’in yüceltilmesi, Ensar’ın adeta aşağılanıp itâate zorlanması vs.. Özellikle Hattaboğlu Ömer’in gür sesi Sa’d Bin Ubade taraftarlarını susturmaya yetmişti. Bu ara ortalığın sakinleşmesini fırsat bilen Ömer ani bir hareketle Ebu Bekir’in elini kapıp, “halifemiz sensin, sana biat ediyorum” diyerek Ebu Bekir’i halife ilân ediyor. Sa’d Bin Ubade ve taraftarları büyük bir kızgınlık içerisinde tehditler savurarak sakifeyi terk ediyor.
Kısacası böylesi bir hengâmede Ebu Bekir, Hattaboğlu Ömer’in bir oldu-bittisi üzerine halife oluyor! İmam Ali’nin (a.s) vasîliği söz konusu olmasa bile böyle bir seçim yönteminin hukukî anlamda hiçbir dayanağı-meşruluğu yoktur. Zira Yüce Allah’ın seçtiği kullarının haricinde, Müslümanlar arasında bir seçim söz konusu olduğunda “şura” esası devreye girer. Oysa onlar bu bağlamda bile ne Bedir ashabına ve ne de sahabenin ileri gelenlerine müracaat edip şura oluşturdular.
Elbette ki olayın can alıcı yönü, (“Gadir-i Hum” başlığı altındaki yazımızda belirttiğimiz gibi) Resulullah (s.a.a) Yüce Allah’ın emri üzerine İmam Ali’yi (a.s) vasî tayin etmesine rağmen, söz konusu kişilerin bu seçim olayını gerçekleştirmiş olması..
Böylesi bir seçimden sonra mescide geçip halifeliği orada da ilân ediyorlar. Ömer kitle üzerinde geniş bir nüfûza sahip olmakla birlikte, ayrıca oldukça sert ve otoriter bir mizaca da sahip olduğu için halkı itâat hususunda ikna etmesi de pek zor olmuyor. Bunun üzerine Ebu Bekir minbere çıkıp bir hutbe irad ediyor. Sünnî kaynaklarda bu hutbe oldukça meşhurdur. (Hutbeden önceki olaylar ne hikmetse Sünnî kardeşlerimiz için pek gündem oluşturmamaktadır.) Bu vesile ile hutbenin içerisinde dikkatimizi çeken bir cümleyi meâlen aktarmış olalım:
” Ey insanlar! Ben size yönetici oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam bana doğru yolu gösteriniz.“
Bazıları bu açıklamayı Ebu Bekir’in mülâyimliğine yorsa da, bir yönüyle de gerçeğin itirafı sayılır. Bunu daha önce İmam Ali’yi (a.s) biat için karga-tulumba huzuruna getirdiklerinde de dile getiriyor. Yani, “Ya Ali, bu işe benden daha layıksın” ifadesini kullanıyor. Bir başka husus ise Ebu Bekir, halifeliği Ömer’in ısrarlarından sonra kerhen kabul etmiş olmasıdır.
Kısacası Ebu Bekir böylesi bir halet-i ruhiye içerisinde iken tabiri caizse karambole getirilerek bir “oldu-bitti” sonucu halife oluyor. Ebu Bekir işbaşına geçtiğinde, elbette ki Allah Resulü’nün (s.a.a) hukuksal zeminde yerleşik kıldığı bir düzen ve bir üniter yapı vardı. Çarşı pazar düzenleyicileri-denetleyicileri (bugünkü deyimle belediye ve zabıta işleri), toplumun asayiş ve güvenliği için tahsis edilmiş bir grup görevli (yine bugünkü deyimle emniyet güçleri-polis teşkilatı), zekât ve beytül mal ile ilgilenen memurlar vs.. Kısacası Allah Resulü’nün (s.a.a), o günkü koşullarda toplumsal düzenin tanzimi için oluşturduğu çekirdek bir kadro mevcuttu. Yani tamamen ilkel ve kabilevî bir yaşam söz konusu değildi.
Öte yandan Müslümanların dinî hassasiyetlerine gelince, elbette ki, tıpkı günümüzde de olduğu gibi o gün de Allah Resulü’nün (s.a.a) ikâme etmiş olduğu dinî hayat bir takım ibadet ve ritüelleriyle bir şekilde münferiden yaşanmakta idi. Ayrıca İslâmî renkleri toplumun her yön ve katmanında görmek mümkündü. Ancak İslâm, kültürel bir vâkıadan mâadâ hukuksal zeminde bir yönetim biçimi olarak mükemmel bir medeniyetin inkişafını mutahhar imamların siyasal rehberliklerine tevdî etmiş bulunmaktaydı. Zira Kur’an ve sahih sünnetin muhafızı ve mümessili onlardı. Bu olmayınca kamusal alanda bazı sıkıntılar vuku bulmaya başlamıştı.
Özellikle bazı aşiretler İmam’ın vasîliğine el konulması dolayısıyla baş kaldırıp zekât vermeme teşebbüsünde bulunmuşlardı. Ebu Bekir bu olay karşısında Halid Bin Velid komutasında bir askerî birlik hazırlatıp söz konusu aşiretlerin üzerine göndermişti.. Halid Bin Velid kuşatmış olduğu kabile ile barış yapacakmış gibi gözüküp, silahlarını bırakmalarını temin etmiş, birlikte namaz kılmışlar ve ardından askerlerine emir verip ani bir hamle ile katliâma girişmiş. Ayrıca Halid Bin Velid esir aldığı kabile reisini öldürüp hanımıyla o gece zina etmiş.
Bu olayı duyan Hattaboğlu Ömer Ebu Bekir’e çıkışarak derhal Halid Bin Velid’in komutanlıktan azledilerek gereken cezanın verilmesini talep ediyor. Ancak Ebu Bekir, Halid Bin Velid’in büyük bir askerî dehâ oluşunu mazeret göstererek gereğini yapmıyor. Bilâhare Ömer işbaşına geçtiğinde Halid’i Bin Velid’i sadece azletmekle yetiniyor. Ne yazık ki tarihi kaynaklarda bu tür üzücü hadiselere tanık olmaktayız..
Üzücü bir başka olay ise Halife Ebu Bekir, kendi topladığı hadisleri yakması ve halkın hadis yazmasını yasak etmesidir. Özellikle Ehl-i Beyt’in velâyeti ve ihtiramı ile ilgili o kadar çok hadis vardı ki, hiç kuşkusuz bunlar Ebu Bekir’i tedirgin ediyordu. Halk bu bilgilerden yola çıkarak hilafetin meşruluğunu sorgular düşüncesiyle Ebu Bekir’in hadisleri yaktığı ve yazılmasını yasakladığı rivayet edilmekte..
Bakınız bir rivayette şöyle geçmektedir: “Ebu Bekir, Ehl-i Beyte karşı yaptığı haksızlığı bildiği için, Hz. Peygamber’in hadislerinde yazılı olanlarının, halkın eline geçmesinden çekiniyor ve huzursuz oluyordu. Çünkü bu hadisler bulunduğu makamla çelişiyordu. Hakiki hadisler elinde kaldıkça, gasp ettiği halifelik de tehlikeye düşebilirdi. Onun için tek çaresi, Hz. Muhammed’in hadislerini yok etmekti. Halife Ebu Bekir’in kızı Ayşe, babasının yaptıklarını şöyle anlatıyor: ‘Babam! Resüllahın hadislerini toplattı. Bu hadisler yaklaşık beş yüz dolayında idiler. Babam gece boyunca uyku uyumadı, çok huzursuz bir gece geçirdi. Sebebini sordum, bana şu cevabı verdi: Resüllahın hadisleri, bugün bizim bazı yapıp-ettiklerimizle tenâkuz oluşturmaktadır, halk farkına varırsa isyan başlar. Sende de ne kadar hadis varsa bana getir, ben de elimdeki yazılı hadislerin hepsini kendisine verdim. Hiç tereddüt etmeden oracıkta hepsini yaktı.”
Hatırlanacağı üzere, Allah Resulü (s.a.a) hastalığı esnasında vasiyet yazdırmak için kâğıt kalem istediğinde Ömer’in “Resulullah kendinde değil, sayıklıyor. Kur’an bize yeter“ deyip bu işe engel olması, Ebu Bekir’in de ona arka çıkması bilâhare hadislerin tümünün yakılması ve yazılmalarına yasak koyulması o günkü tavrın fevrî olmadığını ortaya koymaktadır.
(Ebu Bekir’in 500 dolayında hadis-i şerifi yaktırdığına dair kaynak: Zehebi, Tezkiretü’l Hüffüz, c. 1, s.5)
Hadislerin yakılması olayı kendi eserlerinde geçtiği için Sünnî kardeşlerimiz bu duruma farklı gerekçelerle yaklaşmaktadır. Neymiş, hadisler ayetlerle karışırmış! Hadisler ayetlerden öne geçirilirmiş! İnsanlar ayetlerle değil hadislerle iştigal edermiş! Kur’an değil de hadisler kutsanırmış! Şu akla ziyan mazeretlere bakın Allah aşkına! Hadisler Kur’an’ın açılımı, Kur’an’ın tefsiri değil midir? Biz hadis olmadan Kur’an‘ı-İslâm’ı nasıl anlayacağız? Hiçbir gerekçe hadislerin yakılmasına ve yasaklanmasına mazeret olamaz! Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ayetleri yazdırdığı gibi, hadislerini de bizzat yazdırmıştı.
Resulullah (s.a.a) in devrinde hadislerin en sağlam tesbit ve saklama yolu yazı idi. İmam Ali (a.s) ve bazı sahabeler hadis yazdığına ve yazdıkları hadisleri Resulullaha kontrol ettirdiklerine dair de rivayetler vardır. Abdullah b. Amr şöyle diyor : “Ben Hazreti Peygamberden öğrendiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni men ederek “Resulullah bir insandır. Öfke ve rıza her iki halde de konuşur “ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygambere (sav) arzettim. Resulullah (sav) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak ‘yaz’ dedi : “Nefsimi elinde tutan Allaha kasem ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.” (Kaynak : Kütübü’s-sitte 7734 ve 7740 numaralı hadisler.)
“O kendiliğinden birşey söylememektedir. Söyledikleri kendisine yahyolunandır.” (Necm:3-4)
“ De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. (Âl-i İmrân:31)
Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) uymak, onun hadislerini yakmakla-yasaklamakla değil, onun sünneti seniyyesine sarılmakla, onun sünnetini ihya etmekle, kuşanmakla mümkündür.. Zira, onun (s.a.a) sünneti, onun hadisleri “vahy-i gayri metluv”dur. Yani Kur’an’ın haricinde aldığı vahiydir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Kur’an dışı vahy aldığının, ayet ve hadislerden birçok delili vardır. Örneğin, az önce aktardığımız Necm:3-4 ve Bakara:144, Tahrîm:3, Nisâ:113, Ahzâb:34 ayetleri..
Ayrıca “Cibrîl hadisi” diye meşhur olan hadis buna delildir.(Ebû Dâvûd, Kader, 17) “Cibrîl, Kur’an için indiği gibi sünnet için de iniyordu.” (Tecrid, 2/460-464) Bir başka hadiste ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.a): “Şunu kat’i olarak biliniz ki, bana Kur’an-ı Kerim ve onunla bir misli daha verildi” demiştir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Ahmed, IV/131)
Hâşâ, Allah Resulü (s.a.a) bir postacı değildi ki, bize sadece Kurân ayetlerini tebliğ etsin ve vazifesini tamamlamış olsun! Allah Subhanehu ve Teâlâ Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) için Ahzâb suresinin 21’nci ayetinde “..Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır.“ demiyor mu? O (s.a.a), yaşayışıyla, söz ve fiilleriyle pratik hayatında Kur’an’ı tefsir ederek bizlere “nümûne-i timsâl” idi. Onun örnekliğini de bire bir katışıksız olarak yani en güzel şekilde bizlere aktaracak olan yine onun Ehl-i Beyt’idir. Zira sürekli vurguladığımız gibi Kur’an ve sahih sünnetin muhafızı onlardır. Bakınız bu olayda da Ehl-i Beyt’e olan gereksinim ve ihtiyaç ortaya çıkmaktadır..
Bir başka muhâlif tavır ise, Allah Resulü (s.a.a) hastalığı esnasında Ebu Bekir ve Ömer’e sefere çıkmakta olan Usame‘nin ordusuna katılmalarını emretmişti. Ancak her ikisi de bu emre itâatsizlik ederek sefere katılmamışlardı. Elbette ki, bu muhâlefetin ardında, “biz sefere gittiğimiz esnada Allah Resulü (s.a.a) vefat ederse yerine Ali geçer“ endişesinin duyulduğuna dair yorumlar yapılmaktadır..
Ebu Bekir işbaşına geçtiğinde sadece Allah Resulü’ne (s.a.a) değil Kur‘an’a da muhalefet ettiği görülmektedir. Öyle ki, Ebu Bekir Ömer’in tavsiyesine uyarak açık ayete rağmen “müellefetü’l-kulûb“e (kalpleri İslâm’a ısındırılmak üzere olan gayr-i müslimlere) zekâtı men etmiştir. Bilâhare Ömer de kendi döneminde aynı yöntemi uygulamıştır. Oysa “Mecelle“ de de geçtiği üzere “Merî olan nâsta içtihâda mesâğ yoktur“ diye değişmez bir kural bulunmaktadır. Yani hakkında açık ayet olan bir hususta içtihâdda bulunulamaz..
Bir başka kaynağa bakıyoruz, Ebu Bekir altı aylık hamile bir kadına zina suçundan recm cezası veriyor. Bunu duyan İmam Ali (a.s) hemen harekete geçip, kadının hamile olması hasebiyle verilen hükmün yanlış olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Ebu Bekir büyük bir pişmanlıkla kadının recm edileceği yere adam gönderip infaza engel olmak istiyor. Ancak ne yazık ki, gönderilen kişi olay mahalline gittiğinde iş işten geçmiş oluyor..
Yine tarihi kayıtlara baktığımızda çok acı bir olaya daha tanık oluyoruz: Ebu Bekir, İyas b. Abdullah adında bir şahsı elleri bağlı bir şekilde ateşe attırıp cezalandırdığı belirtilmekte! (Oysa İslâm’da böylesi bir ceza türü asla söz konusu değildir. Daha önce aktardığımız gibi Hattaboğlu Ömer‘in de Fatıma (s.a) validemizin evini yakmaya teşebbüs etmesi aynı mantığın tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır.)
“Bu şahsın asıl adı îyas b. Abdullah b. Abdi Yaleyl b. Umeyre b. Hifaftır. Beni Süleym kabilesindendir. İbn İshak böyle demiştir. Ebu Bekir, Fücae'yi Medine'de Baki mıntıkasında yakmıştır. Bunun sebebi de şuydu: Fücae, Müslüman olduğunu iddia ederek Ebu Bekir'in yanına gelmiş, ondan, mürtedlerle savaşması için kendisine bir askeri birlik hazırlayıp vermesini taleb etmişti. Hz. Ebu Bekir de bir askeri birlik hazırlayıp ona vermiş ve göreve göndermişti. Fücae sefere çıkınca, önüne çıkan Müslüman ve mürted herkesi öldürmüş ve mallarını alıp yağmalamıştı. Ebu Bekir bunu duyunca, arkasından bir kuvvet gönderip onu geri getirtmişti. Ele geçirince de onu Baki' mıntıkasına göndermiş, ellerini boynuna bağlatıp yanmakta olan bir ateşin içine attırmıştı. Ateşin içinde bağlı bir vaziyette yanmıştı.” (İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/456-457.)
Rivayetlere göre Ebu Bekir, daha sonra Fucae hakkında verdiği yakma emrine çok pişman olmuş ve ölüm yatağında büyük bir üzüntü içerisinde kendi kendine hayıflanarak şu ifadeyi kullanmış: “Ben üç şey yaptım ki keşke onları yapmasaydım. Keşke Fatıma’nın evine o baskını yaptırmasaydım. Keşke Fucae’yi ateşte yakmayıp normal bir şekilde infaz etmelerini veya zindana atmalarını emretseydim. Keşke Ben-i Saide Sakife’sinde hilafet işini yüklenmeseydim.“
Sünnî kaynaklarda da genel olarak Ebu Bekir’in olumsuz icrââtları kaydedilmiş ancak bunlar bir şekilde yumuşatılarak, mazeret gösterilerek kılıfına uydurulmaya çalışılmış. Özellikle Sünnî fıkıh anlayışına göre “yanlış içtihatta bulunmanın bir sevap, doğru içtihadın ise iki sevap“ diye nitelendirilmesi yanlışların mazur görülmesine kapı açmıştır.
Ayrıca geçmişteki faziletlerle sonraki yanlışlar örtülmeye çalışılmış. Bu durum Ebu Bekir’den sonraki iki halife ve birçok sahabe için de geçerlidir. Oysa onların önceki faziletlerini kimsenin inkâr ettiği yok. Geçmişteki fazilet ve fedakârlıklarını sürekli gündemde tutup sonrasında yapılan fâhiş hataları gözardı etmek erdem değil hakikate-gerçeğe ihanettir. Tarafgir tutum içerisinde değil objektif olmak durumundayız. Örneğin, Ebu Bekir’in geçmişte Allah Resulü’ne (s.a.a) olan desteği, Mekke’deki sıkıntılı zamanlarda Müslümanlara olan yardımları, yoksullarla dayanışması, köle azad etmesi, hicret esnasında Allah Resulü (s.a.a) ile her türlü meşakkate katlanarak kader birliği yapması-yol arkadaşlığı asla inkâr etmediğimiz hakikâtlerdir. Ve bunlar elbette ki onun geçmişteki faziletleridir.
Bakınız bu konuda Şehid Ali Şeriatî, “Ali“ isimli eserinde uzun uzun Ebu Bekir’in faziletlerinden söz ediyor. Ancak sonuçta o da yanılabilir özellikte bir insan olması hasebiyle sonradan yapıp edilenlerin görmemezlikten gelinemeyeceğini de imâ ediyor. Vahdet adına bu acı gerçekleri örtbas etmek- görmemezlikten gelmek Ehl-i Beyt hakikâtini inkâr anlamına gelmektedir. Bunları husumete, kin ve adâvete dönüştürmek ise Ehl-i Beyt misyonuna ihânettir. Ümmetin vahdeti, birlik ve beraberliği noktasında nizâ ve ayrılığın hiçbir mazereti olamaz. Zira vahdet farz üstü farzdır.
“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız gücünüz (kudretiniz) gider..“ (Enfâl:46)
Gerçeklerin ortaya çıkarılma gayreti asla fitne unsuru olarak görülmemeli ve bu tür çabalar çekişme ve cedel vesilesi olmamalı. Biz Müslümanlar olarak hak ve hakikate talib isek tarihte yaşanmış üzücü hadiselerle yüzleşmekten çekinmemize bir bahane olmadığı kanısındayız. Yeter ki, yanılabilir insanlar üzerine kutsallık atfetmiş olmayalım!
“Ki onlar, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir. Ve onlar temiz akıl sahipleridir.“ (Zümer:18)
Ancak ne yazık ki, insanların pek çoğu önyargılarını bir türlü aşamamaktadır. Einstein’in dediği gibi, “İnsanların önyargılarını kırmak atomu parçalamaktan daha zordur.“
Bir başka özlü sözde, “Gören göz buğulu ise, her şey buğulu görülür.“ denilmekte.
Buna rağmen insanlara hüccetin tamamlanması için gerçekler acı da olsa mutlaka günyüzüne çıkarılıp, ümmetin idrakine ve vicdanına sunulmalı. Acı da olsa, üzücü de olsa, insanın yüreğini de burksa tarihe mal olmuş olaylar mutlaka bilinmeli, ümmet aydınlanmalı. Aksi halde maksadımız geçmişteki bazı şahsiyetleri yargılamak değildir. Bu satırlarda bir tek gayemiz var o da, “gerçek hak temsilcileri“ bu vesile ile bilinmiş olsun. Hakikatleri olduğundan farklı göstermek veya örtbas etmek ümmete yapılmış en büyük ihânettir. Allah Subhanehu ve Teâlâ nezdinde ise kebâhir günahtır.
“Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin, siz de biliyorken emanetlerinize ihanet etmeyin.“ (Enfâl:27)
Doğruluk en büyük emânettir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.“ (Hûd:112) Bu nedenledir ki Allah Resulü (s.a.a): “Yalan söyleyen, aldatan bizden değildir.“ diye buyurmaktadır.
Eğer bizler Ehl-i Beyt yolunu tercih etmişsek bu Kur’an’a ve sahih sünnete olan bağlılığımızdandır. Zira, sırat-ı mustakimin gerçek temsilcileri onlardır. Şecere-i tayyibe onlardır. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın şiârları onlardır.
“Kim Allah’ın şiârlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerdeki takvadandır.“ (Hac:32)
Kur’an-ı nâtık, yani konuşan Kur’an onlardır. Yüce Allah’ın zikri onlardır. Şu halde İslâm medeniyetinin inkişafı, Müslüman halkımızın aydınlık geleceği için onlara yani Ehl-i Beyt’e rücû edilmeli.
Aksi taktirde "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır." (Taha: 124) ilâhî uyarının muhatabı oluruz! Onlar “yaşayan zikir“ idi. Onların Kur’an ve sahih sünnetin mümessili ve muhafızı olmaları ümmet için mutlak bağlayıcılık arzetmesi hüccet için yeterli kanıt değil midir? Onların Kur’an-ı nâtık olmaları yetmez mi?Ancak ne yazık ki, İslâm ümmetinin ezici çoğunluğu “zikir“ gerçeğini idrak edemedi! İşte ümmetin hali pür melâli ortada!
Kendilerine itâatin mutlak olarak farz kılındığı, kendilerine sevgi ve ihtiramın ilâhî buyruk olduğu, Yüce Allah’ın seçkin ve mutahhar kıldığı kimseler etrafında vahdet oluşturmamız dinin ikâmesi, İslâm medeniyetinin inkişafı için bir zorunluluktur. Vahdeti başka kulvarlarda aramak beyhudedir.
“İşte bu, Allah’ın iman edip de iyi iş ve hareketlerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu saadettir. De ki: ‘Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum, ancak sizden akrabaya-Ehl-i Beyt’ime meveddet-sevgi ve ihtirâm göstermenizi istiyorum...” (Şura:23)
Saadetin teminatı tevhid akidesinde mündemiç olan Ehl-i Beyt’in velâyet’ine imândır. Yine ayette belirtilen iyi işlerden ve ihtirâmdan maksat Ehl-i Beyt’in rehberliğinde din ilkelerine göre bir hayat yaşamaktır. Kısacası, saadet sözcüğüne şamil olan huzur, güven ve mutluluk gibi olgulara kavuşmak ümmetin Ehl-i Beyt’in velâyet ve ihtirâmına sahip çıkmasıyla mümkündür.
Bakınız, olaya yine Kur’an zaviyesinden baktığımızda karşımıza hep aynı adres çıkmaktadır.: “Toptan Allah’ın ipine sarılın, dağılıp ayrılmayın.“ (Âl-î İmrân:102) Allah’ın ipi Kur’an’dır, sahih sünnettir ve bu ikisinin muhâfızı olan Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Ve ayet devam ediyor: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın..“ Yine Allah’ın nimeti Kur‘an’dır, Peygamberimiz’dir (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Bunlar Rabbimizin bizlere bahşettiği nimetlerdir. Şu halde, “Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.“ (Duhâ:11)
Nimetlerin anlatılması, onların kadir ve kıymetlerinin bilinmesi ve öğretilerine sahip çıkılması ümmete tevdî edilmiş ilâhî bir görevdir.
“Sizi her nimetten hesaba çekeceğiz.“ (Tekâsür:8)
“Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekilecekler.“ (Sâffât:24)
Şu halde, “Ey imân edenler, Allah’a ve Resulüne ihânet etmeyin, siz de biliyorken emanetlerinize ihânet etmeyin.“ (Enfâl:27)
Biraz evvel aktarmış olduğumuz bu ayetin akabinde “doğruluk en büyük emânettir“ sözünü kaydetmiştik. Ancak bununla birlikte ayet Ehl-i Beyt emânetine de şamildir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Benden sonra Ehl-i Beytime nasıl davranacağınıza bakın! Size Ehl-i Beyt’imi emânet ediyorum“ diye buyurmuşlardı. Kısacası biz Müslümanlar Kur’an’dan hesaba çekileceğimiz gibi (Zuhruf:44) Ehl-i Beyt’ten de sorguya çekileceğiz.
Kim sahip çıkmış, kim vefâsızlık yapmış, kim sırtını dönüp mahcûr bırakmış ve kimler haklarını gasp etmişse herkes sorguya çekilecektir. Ve zaten herkesin yapıp ettiği kendisini kuşatmış bulunmaktadır.
“Kim Allah’ın emirlerini çiğnerse kendisine yazık etmiş olur.“ (Talâk:1)
HAZIM KORAL