12 Haziran 2014 - 08:06
İslam dünyasında tekfir tümörü

Tekfirci selefilerle ilgili dikkat çeken bir başka ilginç nokta, İslam düşmanları ile savaşmak gerektiğini ileri süren bu akımın önde gelin isimlerinin hiç bir zaman Filistin ve Kudüs’ü işgal eden eli kanlı Müslüman katili siyonist İsrail hakkında tek bir söz etmemeleri ve onları asla tehdit etmemeleridir. Tekfirci selefilerin din kardeşlerini Müslüman oldukları halde katlederken, İslam dünyasının ve İslam dininin esas düşmanları olan siyonistlere karşı bir tek kurşun bile sıkmaması dikkat çekici bulunuyor.

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Son yıllarda İslam dininden beşeriyet karşıtı korkunç bir imaj sunmak, Müslümanlar arasında tefrika ve anlaşmazlık çıkarmak, şiddet ve dehşet yaymak ve masum insanları katletmek, tekfirci akımların karnelerinde yer alan cinayetlerin küçük bir bölümüdür. 

Aslında İslam dünyasında geçmişte ve şimdiki dönemde yaşanan gelişmelere bakıldığında bu gelişmelerin büyük bir bölümünün siyasi mezhebi düşüncelerden ve görüşlerden kaynaklandığı ve İslami toplumların tarih zemininde gelişerek büyüdüğü anlaşılır. Bu fikri akımlardan biri tekfirci selefi düşüncedir ki son iki asırda ortaya çıktı, gelişti ve şimdi başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere İslam dünyasında yaşanan gelişmelerin en önemli çıkış noktalarından biri olmaya başladı. 

Gerçekte tekfirci selefi düşüncenin etki ve nüfuz alanı İslam dünyasının sınırlarını çoktan aştı ve bu kapsam alanı dünyanın doğusundan batısına kadar her tarafa yayılmaya başladı. Fakat hiç kuşkusuz bu akımın en çok geliştiği ve büyüdüğü ve etki yaptığı alan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesidir. Mevcut şartlarda İslam dünyasında, Asya’nın doğusundan kara kıtanın en derin noktalarına kadar, yaşanan gelişmeler, tekfirci selefi akımının sayısız kanatlarının liderleri ve izleyenlerinin eylemlerinden kaynaklanıyor. İşte bu yüzden bu akımı ve köklerini ve ortak inançlarını mercek altına almak ve irdelemek büyük önem arz ediyor. 

Tekfirci selefi düşüncenin köklerini bulmak için en başta tekfirin ve selefiliğin anlamına ve tarihçesine bakmak gerekir. Selefilik, görecede İslam’ın ilk ve köklü değerleri ve ilkelerine dönüşü hedefleyen düşüncelerin toplamına verilen addır. Bazı İslam ülkelerinde bazı düşünürler son asırlarda yaşadıkları toplumların sorunlarını ve İslami hükümetlerin eski haşmetini yitirmesini, İslam öğretilerinden sapmaya ve İslami değerleri ve ilkeleri hiçe saymaya bağlamaya başladı. Söz konusu düşünürler İslam tarihinin ilk üç yüzyılını ve o dönemde Müslümanların düşüncelerine ve amellerine hakim olan inanç, ahkam ve öğretileri “Selef” olarak adlandırarak esas amaçlarını fıkhi yasalara ve selefin ilke ve değerlerine dönüş şeklinde beyan ettiler. 

Selefiler İslam tarihinin ilk üç yüzyılından sonra İslam öğretilerinde ve ahkamında bir çok sapta yaşandığını ve bu yüzden gerçek İslam’ın üzerini örten tüm bu sapkınlıkların çöpe atılması gerektiğini ileri sürüyor. Bu anlatılanlardan hareketle selefiler başta ehlisünnetin dört mezhebi olmak üzere diğer tüm İslami mezheplerle muhalefetini ilan etti ve bu mezheplerin birçok temel ilke ve inançlarını batıl ilan etti. Gerçi son asırlarda birçok Müslüman düşünür düşüncelerinin temelini gerçek İslam’a dönüş olarak belirledi, ancak selefiler Kur'an'ı Kerim ayetlerini, sünneti ve salih selef amelini idrak ve tefsir etmekte aklı bir kenara iterek başkalarından farklı düşündüklerini ortaya koydu. 

Öte yandan selefilerin kendi düşüncelerini yayğınlaştırmak ve propagandasını yapmakla uğraştıkları sıralarda İslam dünyasının Seyyid Cemaleddin Esedabadi gibi düşünürleri gerçek İslam’a dönüş düşüncesinden hareketle İslami toplumların kurtuluş yolunu vahdet, iç istibdat ve dış sömürü ile mücadele ve batının bilimsel kazanımlarından yararlanma şeklinde açıklamaya başladı. Ancak bu düşünceye karşı birçok selefi düşünür vahhabilik anlayışına yönelerek her geçen gün daha radikalleşti ve akılcılıktan uzaklaşma konusunda adeta bir biri ile yarışmaya başladı. Vahhabi tarikatı ise selefilik tarihinde bir dönüm noktası sayılır. Gerçi birçok radikal selefi düşünür, düşüncelerini İbni Teymiye olarak ün yapan 13. Ve 14. Asırlarda yaşayan müfessir ve müftü Ahmet Bin Abdulhalim Bin Teymiye Harrani’nin düşüncelerinden aldıklarını beyan ediyor, ama gerçekte hepsi 12. Asırda vahabiliğin temelini atan Muhammed Bin Abdulvahab’ın inançlarından etkilendiği ortadadır. 

İbni Teymiye’nin düşüncelerinin en önemli eksenlerinden, Kur'an'ı Kerim ve İslam peygamberinin (sav) sünnetini anlamak için her türlü düşünmeyi reddetmek, İslam peygamberine (sav) ve pak hanedanına saygı göstermek ve onları anmayı reddetmek, başta İslam peygamberi (sav) olmak üzere dinin büyükleri ve evliyaları için türbe inşa etmek ve onları ziyaret etmek ve onlara tevessül etmeyi reddetmek ve ayrıca İslami mezheplerle muhalefet etmeyi örnek verebiliriz. İbni Teymiye ayrıca şii mezhebine saldırıyor ve Şii Müslümanların İslam peygamberine (s.a.a) ve masum imamlara (s.a) tevessül etmelerini tevhidi reddetme şeklinde yorumluyor ve böylece Müslüman olduklarını sorguluyor. Ve bu arada tüm bu radikal ve tefrikacı düşünceleri benimseyen Muhammed Bin Abdulvahab, yaşadığı Hicaz diyarında, yani şimdiki Suudi Arabistan topraklarında selefilerin en radikal akımı olan vahhabi tarikatının temelini attı. Bu bağlamda başta vahhabiler olmak üzere radikal selefilerin en önemli inanç veya daha doğrusu kuruntuları, başkalarını tekfir etmek veya Müslüman saymamaktır. 

Radikal selefiler dünyanın İslam düşünürleri açısından ikiye ayrılması ve bu iki dünyanın Dar-ul İslam ve Dar-ul Küfür, yani Müslümanların toprakları ve gayri Müslimlerin toprakları olarak adlandırılmasından hareketle Dar-ul Küfür’ü Dar-ul Harp, yani savaş toprakları olarak adlandırdı. Bunun anlamı şu ki Müslümanları esas görevi kafirler veya tekfir edilen insanlarla savaşmak ve onları yok etmektir ve bu çerçevede selefiler gayrimüslimler ve başta Şii Müslümanlar olmak üzere diğer mezheplerin izleyenleri ile uzlaşmaz bir mücadele sürdürülmesi gerektiğine inanıyor.

Öte yandan ılımlı selefi akımlarla kıyaslandığında, tekfire inanan selefiler veya tekfirci selefi tabir ettiğimiz zümre esas ülkülerini, cahillik içinde bulunan dünyada Allah hükümetini inşa etme şeklinde telakki ediyor ve bu yüzden yeryüzünü cahillikten temizlemek için cihadın gerekli olduğunu ileri sürüyor. Bu anlatılanlardan hareketle son yıllarda tekfirciler cihad adı altında terör ve şiddet estirdi ve tekfir ettikleri masum insanları katletmeye başladı. Vahhabilikten başka son yıllarda bazı İslam ülkelerinde selefi düşüncesine paralel olarak bir takım tekfirci akım da şekillendi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde ortaya çıkan tür radikal akımların köklerini Hindistan yarımadasında İslamcı düşünür Ebulala Muvadvedi, Mısır’da Müslüman kardeşler kurucusu Hasan Elbenna ve Mısırlı düşünür Seyyid Kutub’un düşüncelerinde aramak mümkün. Gerçi bu düşünürler 20. Yüzyılın köktenciliğinin kurucularıydı, fakat zamanla bu köktencilik tekfirci selefiliğe ve şiddet ve teröre dönüştü ve bir çok olumsuz sonuçlar doğurdu. Radikal selefilerin düşüncelerini ve şiddet uygulamalarını haklı göstermek üzere üzerine vurgu yaptıkları birçok ülkünün aksine tekfir anlayışı aslında bazı siyasi amaçlar uğruna şekillenmiştir, nitekim vahhabi tarikatının temelinin atılması da bunun en somut örneğidir. Kameri 12. Yüzyılda Muhammed Bin Abdulvahab, Muhammed Bin Suud ile siyasi mezhebi bir irtibat kurmak sureti ile suud hanedanının Hicaz topraklarında iktidarı ele geçirmesine zemin oluşturdu ve böylece bu topraklarda vahhabiliği yaygınlaştırdı. Öte yandan İslam dünyasında yaşanan son gelişmelere bakıldığında tekfirci selefilerin bir maşa gibi kullanıldığı ve bu sapkın düşüncenin güç ve servet sahiplerinin elinde bir piyon olarak ileri sürüldüğü açıkça göze çarpıyor. 

Tekfirci selefiler ayrıca bölgedeki bazı zengin ülkelerin mali destekleri ile sürekli propaganda peşinde olmuş ve taraftar sayısını arttırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede söz konusu zengin ülkeler de tekfirci selefiliği desteklemek için tüm imkânlarını seferber ediyor, oysa bu tür radikal akımların bir gün onların başını da yakacağını unutuyor. Gerçekte son yıllarda ve özellikle yakın geçmişte yaşanan gelişmeler radikal tekfirci selefilerin bazı durumlarda hatta onları destekleyenlere karşı bile silah çektiğini ve varlıklarını ve çıkarlarını tehdit etmeye başladıklarını gösteriyor. Afganistan’da Taliban örgütü eski Sovyetler birliği ordusu ile savaşmak üzere Amerika’nın desteği ile kuruldu, fakat daha sonra Amerika’nın başına büyük belalar açtı. Mevcut şartlarda da bazı uzmanlar suud rejiminin yakın gelecekte beslediği tekfirci selefi örgütlerin hedefi haline geleceğini, fakat hiç bir şey yapamayacağını belirtiyor. 

Tekfirci selefilerle ilgili dikkat çeken bir başka ilginç nokta, İslam düşmanları ile savaşmak gerektiğini ileri süren bu akımın önde gelin isimlerinin hiç bir zaman Filistin ve Kudüs’ü işgal eden eli kanlı Müslüman katili siyonist İsrail hakkında tek bir söz etmemeleri ve onları asla tehdit etmemeleridir. Tekfirci selefilerin din kardeşlerini Müslüman oldukları halde katlederken, İslam dünyasının ve İslam dininin esas düşmanları olan siyonistlere karşı bir tek kurşun bile sıkmaması dikkat çekici bulunuyor. Bugün Suriye’den başta şii Müslümanlar ve aleviler olmak üzere Müslümanların tekfirci selefilerce kafalarının kesildiği ile ilgili haberlerin duyulmadığı bir tek gün bile geçmiyor. Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerde küresel tekfirci selefi şebekesi yani El-kaide’ye bağlı radikal örgütler her gün sıradan insanlara yönelik intihar eylemleri düzenliyor ve bu ülkelerde yaşayan insanlara kabus yaşatıyor. 

Irak’ta da gerçi Irak milleti eski diktatör Saddam’ın ve yine Amerikan işgalinden kurtulmuş gibi görünüyor, ama son yıllarda bu ülkede tekfirci selefilerin terör eylemleri uykularını kaçırıyor. Irak’ta El-kaide bağlantılı Irak Şam İslam Devleti IŞİD adlı terör örgütü geçen yıl El Anbar eyaletinde Felluce kentini ele geçirdi ve Irak milletini ve devletini ciddi bir şekilde tehdit etmeye başladı. Tekfirci selefilerden oluşan örgütü Şii Müslümanlara karşı korkunç cinayetlere imza attı. Mısır’da da Cize eyaletinde tekfirci teröristler bir köye saldırarak Şii Müslümanları katletti ve bu akımın bölgedeki cinayetlerine bir yenisini ekledi. Mısır’da sadece Şii Müslümanlar değil, Kıbti Hristiyanlar da tekfirci selefilerin hedefi oldu. 

Lübnan’da Abdullah Azam tugayı adlı tekfirci selefi örgüt İran’ın Beyrut büyükelçiliğine saldırarak 23 kişiyi katletti, 146 kişiyi de yaralandı. İran, Irak, Lübnan’dan başka Türkiye gibi İran’ın komşu ülkeleri de tekfirci selefi örgütlerin tehditleri ile karşı karşıya bulunuyor. 

Örneğin Türkiye’de geçenlerde güvenlik güçleri IŞİD terör örgütünün muhtemel terör saldırılarına karşı alarm durumuna geçirildi. Türkiye istihbaratı IŞİD teröristleri Ankara, İstanbul ve diğer bazı büyük kentlerde terör eylemleri düzenlemek üzere Türkiye’ye sızdıklarına dair duyumlar aldığını belirterek güvenlik güçlerini alarma geçirdi. Evet, bugün İslam dünyasında bir çok huzursuzlukların başlıca nedeni tekfirci selefi terör örgütleridir. Bu tehlike her geçen gün daha da büyüyor ve söz konusu örgütler İslam dünyasının yoksul yörelerinde insanları cezbederek cinayetlerini sürdürüyor. Tekfirci selefi terör örgütlerinin başarılı olmalarının bir başka nedeni, İslam ülkelerinde devletlerin halkın haklı taleplerini karşılayamamalarıdır ve bu yüzden bu toplumlarda selefi akımlar hızla büyüyor ve İslami toplumları tehdit etmeye başlıyor. Öte yandan tekfirci selefi örgütlerin faaliyet alanı İslam dünyası ile de sınırlı kalmıyor ve örneğin Rusya ve Amerika da bu örgütlerin saldırılarından nasibini alıyor. Bu yüzden İslam dünyasında irinli bir tümör gibi hızla büyüyen tekfirci selefiler ve genelde her türlü terörizmle mücadele için uluslararası işbirliği kaçınılmaz görünüyor.

irib

Ekler