Resulullah (s.a.a), Allah-u Tela’nın, “Senin için göğsünü açmadık mı?” ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Eğer zorluk bir inde olsa kolaylık dışarı çıkarmak için yanına girer.” Peygamber daha sonra şu ayeti tilavet buyurdu: “Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”[1]
Resulullah (s.a.a), hakeza bu ayetin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Asla bir zorluk iki kolaylığa üstün gelemez. “Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”[2]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer zorluk gelir ve bir ine girerse kolaylık da gelir, onun yanına girer ve onu dışarı çıkarır.”[3]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminin ferasetinden sakınınız; zira o Allah-u Teala’nın nuruyla bakar.” Hazreti Peygamber daha sonra “Bunda görebilen insanlar için ibretler vardır”ayetini okuyarak şöyle buyurdu: “Maksat feraset sahibi kimselerdir.”[4]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminin ferasetinden korkun. Zira o aziz ve celil olan Allah’ın nuruyla bakar ve Allah’ın verdiği başarıyla konuşur.”[5]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki dünyanızdan geçenler bu cübbemin püsküllerine bile denk değildir. Dünyanızdan geri kalan ise geçene oranla suyun suya benzemesinden daha çok benzemektedir. Her şey kısa bir müddet kalacak ve çok yakında ortadan kalkacakdır. O halde henüz nefes alma fırsatınız varken, henüz eğeriniz yeni iken, gırtlağınız sıkılmamışken ve pişmanlık fayda etmeyecek duruma gelmemişken amel etmeye koşunuz.”[6]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Fırsatları terketmek hüzne sebep olur.”[7]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kimin yüzüne hayırdan bir kapı açılırsa onu ganimet saymalıdır. Zira o kapının ne zaman yüzüne kapanacağını bilemez.”[8]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Ali! Altı yüz bin koyun mu, altıyüz bin dinar mı? yoksa altıyüz bin cümle mi istiyorsun?” Ali (a.s) şöyle arzetti: “Ey Allah’ın Resulü! Altı yüz bin cümle istiyorum.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Altı yüz bin cümleyi altı cümleye topluyorum. Ey Ali! İnsanların faziletler ve müstehaplarla uğraştığını görürsen sen farzlarını kemale erdirmeye çalış, insanların dünya işlerine koyulduğunu görürsen sen ahiret işlerine koyul. İnsanların birbirinin ayıplarını araştırmaya koyulduğunu görürsen sen kendi ayıplarına bak. İnsanların dünyayı süslemeye koyulduğunu görürsen sen ahiretini süslemeye koyul, insanların amellerin fazlalığına koyulduğunu görürsen sen amelini halis kılmaya çalış ve insanların yaratıklara tevessül ettiğini görürsen sen yaratıcıya tevessül et.”[9]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın ümmetime farz kıldığı ilk şey beş vakit namazdır. Ümmetimden Allah’ın dergahına yükselen ilk şey de beş vakit namazdır. Ümmetimin sorguya çekileceği ilk şey de beş vakit namazdır.”[10]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İsrailoğullarının başına gelenler kılı kılına ümmetimin başına da gelecektir… İsrailoğulları yetmiş iki millete ayrıldılar, ümmetim de yakında yetmiş üç millete ayrılacaktır. Bunlardan bir fırkası dışında tümü ateştedir.”[11]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir toplum arasında fuhuş ve fesat yaygınlaşınca mutlaka öncekilerde bulunmayan veba ve hastalıklar da onlar arasında yaygınlaşır.”[12]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah, güçlülerinden zayıfların hakkının alınmadığı bir topluluğu nasıl temiz ve pak kılar?!”[13]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Zayıfın hakkının güçlüden hiçbir korku ve titreme olmaksızın alınmadığı bir ümmet asla temizlenemez.”[14]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden iki grup doğru olursa ümmetim de doğru olur. Eğer onlar bozulursa, ümmetim de bozulur.” Kendisine şöyle arzedildi: “Ey Allah’ın Resulü! O iki grup kimlerdir?” Peygamber şöyle buyurdu: “Fakihler ve yöneticiler.”[15]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra sizin için en çok korktuğum kimse, konuşmasını bilen her münafığın varlığıdır.”[16]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah için rükuya varan kullar, süt emen çocuklar ve otlayan hayvanlar olmasaydı, şüphesiz üzerinize şiddetli bir azap inerdi.”[17]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Neredeyse fakirlik küfür olacaktı.”[18]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Ben küfürden ve fakirlikten sana sığınırım.” Bir adam şöyle arzetti: “Bu ikisi birlikte midir?” Peygamber şöyle buyurdu: “Evet.”[19]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer Rabbimin ümmetimin fakirlerine merhameti olmasaydı, fakirlik neredeyse küfürle sonuçlanacaktı.”[20]
Şöyle diyorum: Allame Meclisi (r.a) Resulullah’ın (s.a.a), “Fakirlik neredeyse küfür olacaktı” sözünü izah ederken şöyle diyor: “Bu rivayet Şia ve Sünni arasında meşhur olan rivayetlerdendir ve fakirliği büyük bir şekilde eleştirmektedir. Ama daha önceden zikredilen rivayetler ve Peygamber’in (s.a.a), “Fakirlik benim övüncümdür, ben fakirlikle övünürüm” ve “Allah’ım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür ve fakirler zümresinde haşreyle” hadisi, bizim burada sözünü ettiğimiz hadisle çelişki içindedir. Bu rivayet Ehl-i Sünnet’in Peygamber’den (s.a.a) naklettiği, “Fakirlik her iki dünyada da insanın yüzünün kara olmasına (sefaletine) sebep olur” rivayeti de teyit etmektedir. Bu iki grup hadisin arasını bulmada ve uyum sağlamada bir takım görüşler ifade edilmiştir:
Rağib İsfahani, Müfredat’ında şöyle diyor: “Fakirlik dört anlamda kullanılmıştır:
Birincisi zaruri ihtiyacın varlığı anlamındadır. Bu anlam dünyada olduğu müddetçe tüm insanlara, hatta bütün varlıklara şamildir. Allah-u Teala’nın, “Ey insanlar! Şüphesiz sizler, Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağni ve övülmüştür”[21] ayeti de bu anlamı ifade etmektedir. Hakeza insanı nitelendiren, “Biz onları yemek yemeyen bir ceset kılmadık”[22] ayeti de bu fakirliğe işaret etmektedir.
İkincisi ise, gerçek yoksulluk anlamındadır. Allah-u Teala’nın şu ayetleri de bu anlamda bir yoksulluğa işaret etmektedir: “(Bu sadakalar) Allah yolunda mahsur kalan kimseleredir.” Hakeza:“İffetlerinden dolayı bilmeyenler onları zengin sanırlar”[23] Hakeza, “Şüphesiz sadakalar fakirlere ve yoksullara aittir.”[24]
Üçüncüsü ise, nefis fakirliğidir ve bu doymazlık ve aç gözlülük anlamındadır. Nitekim Resulullah’ın (s.a.a) şu sözü de bu anlamdadır: “Neredeyse fakirlik küfür olacaktı.” Bu anlam Resulullah’ın şu sözünün tam karşıtıdır: “Zenginlik nefis zenginliğidir.” Yine, “Kanaate sahip olmayan kimseyi mal ve serveti zengin kılamaz” sözü de bu anlamdadır.
Dördüncüsü ise, Allah’a muhtaç olmaktır. Resulullah’ın (s.a.a) şu sözü de buna işaret etmektedir: “Allah’ım! Beni, sana muhtaç olmakla zengin kıl ve kendinden müstağni olmakla fakir kılma.” Allah-u Teala’nın şu ayeti de bu anlama işaret etmektedir: “Ey Rabbim! Ben üzerime indirdiğin iyiliklere muhtacım.”[25] Aşağıdaki şiirde de şair bu anlamı kastetmiştir: “Sana muhtaç olmayı seviyorum. Eğer aşkın olmasaydım, fakirliği hoş görmezdim.”
Şöyle denilmiştir: “İftekere fehuve, muftekirun ve fakirun” Dolayısıyla da, “fekere” şeklinde hiçbir yerde kullanılmamıştır. Gerçi kıyas kaidesi böyle bir kullanımı gerektirmektedir ve fakir aslında bel kemiği kırılan kimse demektir.[26] (Rağib’in sözü burada bitmektedir.)
Bu yorum bu bölümde söylenmiş en güzel yorumdur. Bazıları yüzü kara olmayı da övgü ve medhedilmeye yorumlamışlardır. Yani fakirlik sevgilinin yüzünde bulunan ve onu çirkinleştirmeyen, güzelleştiren bir ben gibidir. Bir görüşe göre de yüzün kara olmasından maksat, mümkün (olabilir) olan varlıktır. Fakirlikten maksat da mümkün olan varlığın, varlığı ve diğer kemal sıfatları hususunda başkasına olan ihtiyacı anlamındadır. İhtiyacın yüz karalığı diye ifade edilmesi de mümkün olan varlıkla ayrılmazlığı sebebiyledir. [27] Siyahlık kendi mahallinden yok olmadığı gibi, ihtiyaç da mümkün olan varlıktan asla ayrılmaz.
Bu iki yorumun uzak oluşu açıktır. Daha iyi olan yorum ise, hadis doğru olduğu taktirde kınanmış fakirlik diye yorumlanmasıdır.
Gazali ise bu hadisin şerhinde şöyle yazmıştır: “Zira kendisinden kurtulmanın mümkün olmadığı ızdırap ile iç içe bulunan fakirlik, insanı küfrün eşiğine getirir. Çünkü ilk önce zenginlere haset etmeye sebep olur. Haset ise iyilikleri ortadan kaldırır. İkinci olarak ise fakir insanın zenginler karşısında zillet ve horluk izharında bulunmasına neden olur. Bu da insanın haysiyetini ve dinini lekeler. Üçüncü olarak da ilahi kader ve rızık hususunda hoşnutsuzluğa neden olur. Bu da küfür olmasa bile insanı küfre sürükler. İşte bu deliller esasınca peygamber olan Mustafa (s.a.a), bile fakirlikten Allah’a sığınmıştır.
Bazıları ise şöyle demiştir: “Öldüğüm zaman geriye kırk bin dinar bırakmayı, bir gün fakir yaşayıp insanlara zillet elini uzatmaya tahammül etmekten daha çok seviyorum. Zira Allah’a yemin olsun ki fakirlik veya hastalık gibi bir belaya düçar olduğum taktirde, hangi akıbete uğrayacağımı bilemiyorum. Belki de küfre düştüğüm halde bundan haberim bile olmaz. Peygamber de bu yüzden şöyle buyurmuştur: “Fakirlik neredeyse, küfür olacaktı.” Zira yoksulluk insanı her türlü uygunsuz işe zorlamaktadır. Hatta Allah’a itiraz etmeye ve Allah’ın mülkünde tasarrufta bulunmaya sürüklemektedir. Öte yandan fakirlik insanı Allah’a yönlendiren, Allah’a sığındıran ve Allah’a doğru el açmaya çağıran ilahi bir nimettir. Bu fakirlik, Peygamberlerin süsü, evliyanın ziyneti ve salih insanların örtüsüdür. İşte bu yüzden bir rivayette de şöyle yer almıştır: “Fakirlik sana yöneldiğinde şöyle de: “Hoş geldin ey salihlerin bedenini örten örtü.” Ama buna rağmen fakirlik, acıdır ve tahammülü çok zordur.
Gazali şöyle diyor: “Bu hadis mal ve serveti öven bir hadistir. Elbette biz sadece zenginliğin hikmet ve felsefesini, zenginliğin hedefini, faydalarını, zararlarını ve bozukluklarını tanıdığımız ve mal ve servetin bir açıdan iyi ve bir açıdan ise kötü olduğunu, ne mutlak iyi ve ne de mutlak kötü olduğunu tanıdığımız taktirde servetin övünme ve kınanma sırlarını ve bu iki yorumu bir araya getirmenin yolunu anlayabiliriz. Mal ve servet aynı zamanda hem iyi ve hem de kötüdür. Bu açıdan bazen övülmüş ve bazen de kınanmıştır. Basiret ehli ve ince anlayışlı kimseler övülmüş servet ile kınanmış servetin farkını bilirler.
Ashabımızdan bazısı ise duasında şöyle demişlerdir: “Allah’ım! Fakirlikten ve noksanlıktan sana sığınırız.” Söylenildiği üzere kendisinden Allah’a sığınılan bu fakirlikten maksat, nefis fakirliğidir. Şüphesiz nefis yoksulluğuna mübtela olan bir kimse, Allah’ın nimetlerine küfranda bulunur, Allah’ı hatırlamayı unutur, ihtiyaç ve yoksulluğunu gidermek için de din ve haysiyetine zarar veren işlere koyulur. Eksiklikten maksat ise az sabretmek veya techizat eksikliğidir. Rivayette de yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a) fakirlikten Allah’a sığınmıştır. Başka bir rivayette de şöyle yer almıştır: “Fakirlik benim övüncümdür, ben fakirlik sebebiyle diğer Peygamberlere karşı övünürüm.” Bu iki tür rivayetin arasını bulmak ve uzlaşma sağlamak için şöyle denilebilir: “Peygamber’in (s.a.a) kendisinden Allah’a sığındığı fakirlik, insanlara muhtaç olmak ve yeterli miktardan daha az rızkı elde etmektir. Peygamber’in övündüğü fakirlik ise Allah-u Teala’ya olan fakirliktir. Peygamber’in diğer peygamberlere karşı övünme kaynağıdır. Gerçi onlar da bu açıdan Peygamber ile ortak durumdadırlar. İşte bu yüzden Peygamber’in tevhidi ilahi dergah ile olan irtibatı ve Allah’a olan yakınlığı hiç kimsenin kendisine ulaşamayacağı bir mertebedeydi. Neticede Allah’a olan fakirliği, diğer peygamberlerin fakirliğinden daha kamil ve mükemmel idi.
Kirmani ise Buhari şerhinde, Peygamber’in (s.a.a), “Allah’ım! Fakirlikten sana sığınırım” sözünün yorumunda şöyle demiştir: “Bu cümle zenginliğin üstünlüğüne delalet etmektedir ve aynı zamanda Allah-u Teala’nın, “Eğer hayır bırakırsa” ayeti, mal ve servet üstünlüğüne delalet etmektedir. Peygamber (s.a.a) de geçiminin çok iyi olduğu bir durumda vefat etti. Zira Allah’ın kendisine bağışta bulunduğu ganimetler sebebiyle zenginlik içinde yaşıyordu. Ayrıca gani (zengin) sıfatı da hak olan Allah’ın sıfatlarından biridir. Bütün bunlar da zenginliğin üstünlüğüne delalet etmektedir. “Cennet ehlinin çoğu fakirlerdir” hadisi de bir gerçeği haber vermektedir. Nitekim, “Dünya insanlarının çoğu da fakirlerdir” denilmektedir. Ama Peygamber’in bu dünya lezzetlerini terk etmesinin sebebi ise bu dünyada hayatın güzelliklerine ve lezzetlerine kavuşmak istememesidir. Başkaları ise şöyle cevap vermişlerdir: “Cennet ehlinin çoğu fakirlerdir” hadisi de cennet ehlinin fakirler olduğuna işarettir. Peygamber’in dünyanın güzelliklerini terk etmesi de fakirliğin üstünlüğünün bir delilidir. Peygamber’in fakirlikten Allah’a sığınması ile Peygamber’in zenginlikten Allah’a sığınması zahirde bir çelişki arzetmektedir. Elbette malın iyi ve üstün olduğu hususunda tartışma yoktur. Resulullah vefat edince zırhı rehin olarak verilmişti. Allah-u Teala’nın zenginliği ise başka bir anlamdadır. (Kirmani’nin sözü burada bitmiştir)
Çoğunluğun görüşü ise kifayet (yeterlilik) durumunun fakirlik ve zenginlikten daha üstün olduğudur. Zira, zenginlik ve fakirliğin kötü sonuçları ve afetlerinden uzaktır. Bu görüşün doğru olması uzak bir ihtimal değildir.
Alimlerden biri de şöyle demiştir: “Bütün bunların hepsi de doğrudur, ama zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi daha üstün olduğu sorusu, aynı şekilde (cevapsız) baki kalmıştır. Zira tartışma konusu, insanın bu iki durumdan birine mübtela olduğu durumda geçerlidir. Böyle bir kimse hakkında fakirlik mi yoksa zenginlik mi daha üstündür? Bu yüzden “hangisi daha üstündür?” sorusu denilmiştir. Zira onlardan biri doğru ve layık bir şekilde amel edebilir ve diğeri ise etmeyebilir. Bu durumda o iyi ve üstündür. O halde fakir kimse, salih amel açısından kendisiyle eşit durumda bulunan bir zenginle mukayese edildiğinde hangisinin Allah nezdinde daha yüce makama sahip olduğu sorulmalıdır. Bu yüzden bu konunun ihtiraslı olmayan fakir ve cimri olmayan zengin hakkında söz konusu edilmesinin doğru olmadığı söylenmiştir. Zira kanaatkar olan fakir, cimri olan zenginden daha üstündür ve bunun tersine bağışlayıcı olan zengin de ihtiraslı olan fakirden daha üstündür.
Bu alim şöyle diyor: Başka bir şeye vesile olan ve bizzat kastedilmeyen her şeyin fazilet ve üstünlüğünün belli olması için onu kendisiyle takip edilen hedefle birlikte göz önünde bulundurmak gerekir. O halde mal ve servet bizzat kınanmış veya sakındırılmış değildir. Zira insana engel olduğu ve Allah’tan alı koyduğu durumda kınanmıştır. Bunun tersi de doğrudur. Nice zengin insanı mal ve serveti Allah’tan alı koymamıştır ve nice fakir kimseyi, fakirliği Allah’tan gafil kılmış ve alıkoymuştur.”
Hakeza o alim şöyle diyor: “Elbette eğer çoğunluk boyutunu göz önünde bulunduracak olursak, fakir şahıs tehlikeden daha uzaktır. Zira servet fitnesi ve tehlikesi fakirlik tehlikesinden daha şiddetlidir.”
Başka bir alim ise şöyle demiştir: “Alimler bu konunun aslı hakkında ihtilaf etmişlerdir, bazısı fakirliği tercih etmiş, bazısı zengiliği ve serveti, bazısı da yeterlilik ve kifayet miktarını. Bunların hepsi de ihtilaf konusundan uzaktır. Biz daha çok bu haletlerden hangisinin Allah nezdinde kul için daha iyi ve üstün olduğunu ve böylece kulun o durumu ve hali elde etmesi gerektiğini soruyoruz. Yani mal ve servetin az olması mı iyidir, ki bu durumda insan kalbini Allah’ı zikretmekten alıkoyan işlerden uzak tutsun, münacat lezzetini tatsın, mal ve servet elde etmeye koyulmasın ve böylece kıyamet günü, uzun hesaba çekilme zahmetinden kurtulsun. Yoksa, mal elde etmek mi daha iyidir, ki böylece de insan iyilik ederek, fakirlere hizmette bulunarak Allah nezdinde daha fazla yakınlık elde etsin. Elbette bunun yanısıra mal ve servetin, insanlara yardım ve ihsanda bulunma karşılığında elde edilecek bir faydası da vardır.
O şöyle diyor: “Bu durumda elbette Peygamber’in (s.a.a) ve ashabın genelinin tercih ettiği metot, yani dünya malının azlığı ve dünya debdebesinden uzak bulunma durumu daha üstündür. Burada başka bir varsayım da söz konusudur ve o da şudur: “Birisi hiç zahmet çekmeden mesela, miras veya ganimet payı sebebiyle, bir dünya malı ve serveti elde ederse, bu durumda bu şahıs bütün malını ve servetini ihsan ve hayır yolunda mı harcamalı ve böylece kendisi için hiçbir şey kalmamalı mı yoksa sermaye yatırımında mı bulunmalı ve ondan faydalanmaya mı koyulmalı ve böylece malını ikiye mi katlamalıdır?”
Bu alim şöyle cevap veriyor: “Bu durum da ilk iki kısım gibidir.”
İbn-i Hacer şöyle diyor: “Bu durum kifayet (yeterlilik) haline ulaşıncaya dek malını bağışlamasını gerektirmektedir ve eğer bu metodu devam ettirir ve yeniden bir servet elde ederse, hiçbir zarar görmez. Ama sahabenin çoğunun fakir ve zahit olduğu iddiası ise doğru değildir. Zira onların durumu ve hali hakkında yaygın olan inanç Allah’ın kendilerine nasip ettiği fetihlerden sonra iki kısma ayrıldığıdır. Bir kısmı elde ettiği serveti ellerinde tutmuş, iyi işler yaparak insanlara yardımda bulunarak ve fakirlere mali katkılarda bulunarak Allah’a yakınlaşmaya çalışıyorlardı.” Aynı zamanda nefis zenginliğine sahip olup her türlü hırs ve ihtirastan uzak idiler. Bir grubu ise, daha önce sahip olduğu metodunu sürdürerek, elde ettiği ganimetler ve fetihlerden nasiplendikleri nimetleri kendileri için bırakmıyorlardı. Bu grubun sayısı ise çok az idi.
Bu konuda birbiriyle çelişen rivayetler mevcuttur. Hakkında şüphe olan ve tartışılması gereken konulardan biri de hiçbir şeyi olmayan ve tümüyle yoksul olan kimsedir. Böyle bir kimse, kendi haysiyetini korumak ve dilenmenin zilletinden kurtulmak için, kazanç peşinde mi koşturmalı, yoksa sabredip Allah’ın dilencilik dışında kendi yüzüne bir kapı açmasını mı beklemelidir.” (İbn-i Hacer’in sözü burada bitmektedir)
Şöyle diyorum: Velhasıl, bu konuda var olan hadislerin arasını bulmak, şu yorum ile mümkündür: Fakirlik de servet de kendi yerinde ilahi bir nimet mesabesindedir. Allah-u Teala insanın tam maslahatına teveccüh ederek, onlara bu iki nimetten birini taktir etmektedir ve kul fakirlik durumunda sabretmeli, hatta şükretmelidir. Eğer Allah kendisine bir mal ve servet bağışlarsa şükrünü eda etmeli ve bunun gereği ile amel etmelidir. O halde fakirlik ve zenginliğin gerekleriyle mutlaka amel etmelidir. Elbette genelde sabreden fakirlerin sevabı, şükreden zenginlerden daha çoktur. Ama her ikisinin de durumları her ikisinden tümüyle farklıdır ve her iki taraftan biri hakkında genel bir hüküm vermek doğru değildir. Şüphesiz yetecek kadarıyla yetinmek, daha sağlıklı ve fakirlik ve zenginliğe oranla daha az tehlikelidir. Bu yüzden bir çok dualarda, Allah’tan kifayet derecesi istenmiş, Peygamber (s.a.a) de onu kendi Ehl-i Beyt’i için Allah’tan dilemiştir. Bu konuda daha fazla açıklama Allah’ın izniyle Mekasib kitabında yapılacaktır. [28]
ABNA.İR
---------------------------------------
[1] Kenz’ul Ummal, 3063
[2] a. g. e. 2946
[3] a. g. e. 2947
[4] a. g. e.
[5] a. g. e. 30731
[6] Bihar, 77/183, 184
[7] a. g. e. 77/165/2
[8] Kenz’ul Ummal, 43134
[9] el-Meviz’ul Adediyye, 293
[10] Kenz’ul Ummal, 18859
[11] Kenz’ul Ummal, 928
[12] et-Terğib ve’t-Terhib, 2/568/3
[13] Bihar, 75/353/62
[14] a. g. e. 77/258/1
[15] el-Hisal, 37/12
[16] et-Terğib ve’t-Terhib, 1/127/18
[17] a. g. e.
[18] el-Kafi, 2/307/4
[19] Kenz’ul Ummal, 16687
[20] Cami’ul Ahbar, 300/817
[21] Fatır suresi, 15. ayet
[22] Enbiya suresi, 8. ayet
[23] bakara suresi, 273. ayet
[24] Tövbe suresi, 60. ayet
[25] Kasas suresi, 24. ayet
[26] Mufredat-u Elfaz’il Kur’an, 641
[27] Golşen-i Raz’da yer alan şu beyit de hadiste yer alan bu anlama işaret etmektedir: “Yüz karalığı mümkün varlıktan her iki alemde asla ayrılmamıştır, Allah daha iyi bilir”
[28] Bihar, 72/31/26