Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Bismillahirrahmanirrahim
11-Elbette ki ihtilafları tamamen yok etmek mümkün değildir. Bu düşüncenin zihinlerden atılması gerekir. İhtilafın, bir mezhebin kendi içinde dahi yok edilmesi mümkün değildir, nerede kaldı ki birkaç mezhep arasında halledilsin. Çünkü ihtilafın müçtehitlerin içtihadında kökenleri vardır ve bir takım düşünce ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Yüce İslam dini de görüş ayrılıklarından kaynaklanan ihtilafları kabul etmiştir ve belki de bu ihtilaflar faydalı ve istenilen ihtilaflardır. Hatta diyebiliriz ki içtihattan kaynaklanan ihtilaf rahmet kapılarından bir kapıdır. Nitekim Hz. Ali de bir sözünde :” Dinde içtihat etmek, cennet kapılarından bir kapıdır” diye buyuruyor. Dinde içtihat etmek, din yolunda cihat etmekle eşdeğerdir. Dolayısıyla Müçtehit ve Fakihler, İslam toplumlarına ve İslamî ilimlere en büyük hizmeti yapmaktadırlar. Çünkü onlar Allah’ın hükümlerini, gönülleri rahat edebilecek bir şekilde, delillerine dayanarak istinbat edip halka sunmak ve böylece bahane yolunu günahkârların yüzüne kapamak için 50-60 yıllık bir çaba ve uğraş içindeler. Bu iyi niyetlerinden kaynaklanan ihtilafları da Allah katında bir suç değil, bir ödül olarak kendilerine iade edilmiştir. Eğer mezhebî meseleleri siyasetin kötü tesirlerinden arındırırsak, o zaman ihtilafları kontrol edebilir ve diyebiliriz ki, Müslümanların geçmişteki düşmanlıklarının haricinde, şu anda akidevî, fıkhî ve ilmî ihtilafları vardır. Tarafların da her birinin kendine ait delilleri mevcuttur. Bizim çabamız, siyasî ve kavmî ihtilaflardan kaynaklanan hassasiyetleri bu meseleye karıştırmamak yönünde olmalıdır.
12-1400 yıl boyunca Müslümanlara hâkim olan siyasetlerin birçok kötü tesirleri olmasıyla birlikte, bu kötü siyasetler İslam kültürünün gelişmesine ve zenginleşmesine de büyük katkılar sağlamıştır. Diğer bir ifadeyle; Müslümanlar arasında ilmî, kültürel, itikadî ve fıkhî gelişmelere vesile olmuştur. Kelam ilminin konularının çoğu, batıl akide ve mezheplerin reddiyle ilgilidir. Bu batıl fikirler olmasaydı, acaba bu şekilde ilmî konular gündeme gelir miydi?
Diyebiliriz ki, genel olarak itikadî çekişmeler, fıkıh ve kelam gibi ilimlerin gelişmesine, diğer İslamî ilimlerin ise kapsamlarının genişlemesine vesile olmuştur. Demek ki, eğer zihnimizi siyasi meselelerden arındırır da başka bir görüş açısıyla olaya bakacak olursak, göreceğiz ki, bu mezhep kargaşaları, ilmî ve kültürel gelişmelere katkı sunmuştur. Diğer bir ifadeyle: Bu siyasî olaylar ve ihtilafların hoşa gitmeyen ve unutulması gereken birçok neticeleri olmuşsa da, bunun yanında bir takım güzel ilmî semereler de vermiştir. Âlimlerimiz ve değerli dinî ilimler öğrencileri tarihî yönden meseleleri incelerken daha çok bu perspektiften olaya bakmalıdırlar. İnsanların hassas olduğu duyguları harekete geçiren ve tabii olarak bir takım kötü neticeler veren perspektiften değil. Kısacası bu ihtilaf ve çekişmelerin geriye bırakmış olduğu ilmî neticeleri görmeğe çalışmalıyız. Zira İslam’daki itikadî, kelamî ve ahlakî konular İslam’ın iftiharlarındandır. Bu ilimler gerçekte İslam’ın ilmî sermayesini sergilemektedir. Bu ilimler daha çok siyasî kökenleri olan akidevî çekişmeler ve görüş ayrılıkları yüzünden vücuda gelmişlerdir. Şimdi bu güzel ilmî semereleri, birtakım siyasî sürtüşmeler sonucu oluşmuştur diye gözden uzak tutabilir miyiz?
13-Bir diğer hususu daha göz önüne almadan mezhepler hakkında sağlıklı bir inceleme, değerlendirme ve eleştirme yapmak mümkün gözükmüyor ve o da şudur: Mezhep konusunu daha iyi kavramanın yolu, mezheplerin ilk kurulduğu zamana gitmektir.
Hicri ikinci asrın ortalarına kadar Müslümanlar arasındaki ihtilaflar daha çok siyasi meseleler üzerindeydi. Yani tartışmalar daha çok kimin halife olduğu konusundaydı. Hicri ikinci asrın ortalarından itibaren yavaş yavaş mezhepler şekillenmeye başladı. Her mezhep kendine ait kelam, fıkıh ve usullere göre şekil alıyordu. Irak’taki fıkıh kendi özelliklerine göre, Medine’deki de kendi özelliklerine göre şekilleniyordu. Şia’nın fıkıh ve kelamı da kendine has özellikleriyle bu dönemde şekillenmişti.
Mezheplerin ortaya çıkması ve gelişmesi siyasetlerle alakalı değildi. Evet, siyasiler mezhepleri kullanmışlardır ama ortaya çıkmalarında asıl faktör olmamışlardır. Elbette ki bu konudaki ( hilefet konusu) ihtilafın diğer konulardaki ihtilafa temel teşkik ettiği de kesindir. Hatta mezheplerin meydana gelmesi ve onlar arasındaki ihtilafların da asıl nedeni bu ihtilaftır. Bu konular üzerinde insaflı, yumuşak ve ilmi bir şekilde konuşmanın herhangi bir sakıncası olmadığı gibi, siyasî fıkıh ve devlet anlayışı gibi konular için de faydalı olacağında da hiç şüphe yoktur.
Abbasilerin özgür düşünce ortamını hazırladıkları bir gerçektir. Önceden de Irak’ta böyle bir ortam vardı. Sadece Abbasiler döneminde bu ortam daha da müsait bir hale getirildi. Bu özgür ortamdan Ehl-i Beyt imamları ve diğer mezhep imamları yararlanarak düşüncelerini serbestçe beyan etme fırsatı buldular. Re’y ve kıyas ekolü Kufe’de Ebu Hanife tarafından kuruldu. Elimizde bulunan en eski fıkıh kitabı “ Muvatta” Malik b. Enes tarafından bu dönemde yazıldı. Bu kitapta fıkhî konular daha ziyade rivayet kalıplarında ele alındı. Daha doğrusu mezhep imamları önceden fetva vermekten çekiniyorlardı. Hatta Abbas oğulları zamanında dahi bu şahıslar resmi müftü değillerdi. Ebu Hanife, hem Emeviler ve hem de Abbasiler zamanında çok ısrar edilmesine rağmen müftülük makamını kabul etmemiştir. O, bazen saray uleması tarafından verilen hüküm ve fetvaları reddediyordu. O âlimler şikâyetçi oluyorlar ve Ebu Hanife’nin kendi derslerinde onların fetvalarını reddettiğini söylüyorlardı. İşte biz bu koşullar altında meseleleri tahlil etmeliyiz. Fikhî ve akidevî ihtilafları mukayese ederek bu ihtilafların ne derinliklerde olduklarına bakmalıyız. Acaba bu ihtilaflar, birbirimizi Müslüman bilmemize engel mi ve onlar üzerinde tartışabilir miyiz? Bunlara bakmalıyız. Elbette üzerinde tartışılacak konulardan maksat ilmî konulardır, duygusal mezhebî konular değildir!
Bizler bu yöntemle Müslümanlığa yakışır bir şekilde ihtilafları kontrol edebiliriz. Doğal olarak her mezhep kendisini hak bilmektedir. Ama en azından birbirlerine tahammül edebilir ve İslam âleminin güncel fikri meselelerinde işbirliği yapabilirler.
14- Bilindiği üzere birinci asırdan itibaren Hasan Basri ve öğrencileri tarafından “Kelamî” mezhepler kurulmaya başlandı. İlk başlarda ihtilaflar sınırlı konulardaydı. İlk ihtilaf, büyük günah işleyen birinin mümin mi yoksa kâfir mi olduğu konusundaydı. Hasan Basri’nin ders havzasında Vasil b. Ata, büyük günah işleyen birisinin ne mümin ne de kâfir olduğunu, olsa olsa fasık olabileceğini söyledi. İşte “Emr-i Beyne’l-Emreyn” burada ortaya çıktı. Bu olaydan sonra Vasıl, Hasan Basri’nin ders halkasından ayrıldı. Daha sonra bir gurup onun etrafına toplandı ve yavaş yavaş Mutezile cemaatini oluşturdular. Vasıl, Hasan Basri’nin dersinden ayrılınca hakkında “ bizden ayrıldı” manasındaki “i’tezele enna” söylendiği için onlar,” Mutezile/ayrılanlar” olarak adlandırıldılar. Bu grubun mutezile adıyla meşhur olması, herhalde birinci asrın sonlarına rastlamaktadır. Bu tarihe kadar henüz fıkhi mezhepler ortaya çıkmış değillerdi.
Önceden de belirttiğimiz gibi fıkhî mezheplerin ortaya çıkış zamanını ikinci asrın ikinci yarısı olarak bilmek gerek. Önceden de işaret ettiğimiz gibi, ilk başlarda Müslümanların ihtilafları hilafet meselesiydi. Şiiler hilafetin diğerlerine değil İmam Ali’ye ait olduğunu söylemekteydi. Sünniler ise seçimle olması gerektiğini iddia ediyorlardı. İmamet-hilafet meselesiyle başlayan ihtilaflar, zamanla diğer fıkhî ihtilafların da gündeme gelmesiyle artış gösterdi.
Hicri ikinci asırda Ehli-Beyt imamlarının beşincisi olan İmam Muhammed Bagır ve daha sonra da oğlu İmam Cafer Sadık tarafından Şia mezhebi şekillendi. Bundan dolayı Şii mezhebi İmam Cafer Sadık’a isnat edilerek “ Caferi Mezhebi” olarak adlandırıldı. Çünkü Şia mezhebi ister kelami ve akidevî boyutta olsun isterse fıkhî boyutta olsun, asıl şeklini İmam Cafer Sadık döneminde aldı. Genellikle Şia mezhebi denildiğinde, Hanefi, Maliki veya diğer mezhepler karşısındaki fıkhî mezhep anlaşılıyor. Oysaki Şia bir fıkhî mezhep değildir, tüm konularda müstakil bir İslamî ekoldür.
15-Hicri ikinci asır, mezheplerin ve daha doğru bir tabirle İslam ekollerinin doğduğu asırdır. Eğer mezhepler arasındaki ihtilafların olumlu boyutlarından yeterince istifade etmek istiyorsak, İslam mezheplerini,”İslamî mektepler/ekoller” olarak kabul etmeliyiz. Yani nasıl ki iktisat, sosyoloji, psikoloji gibi ilimlerde değişik ekoller varsa, İslam fıkhında da değişik ekoller vardır. Hatta Şia ve Sünni fıkhının kendi içerisinde bile muhtelif ekoller vardır. Şia’da Usulî ve Ahbarî ekolleri ve yine Sünni de Selefî ve R’ey ve kıyas ekolleri buna verilecek en güzel örneklerdir. Söylemek istediğim şey şudur: Bizler İslam mezheplerini, fıkhî ve akidevî çerçeveleri içerisinde farklı ekoller olarak değerlendirmeliyiz. Hatta ahlaki seyr-u sülük alanında da irfanî yolları bir fikrî mektep şeklinde değerlendirmeliyiz. Daha doğrusu bizler İslamî mezhepleri sadece fıkıh ve kelam’a münhasır etmemeliyiz.
Eğer konuları bu tarzda siyasi görüş ayrılıklarından kaynaklanan dostluk ve düşmanlıklardan ayrıştırırsak, o zaman mezhepler ilmî mekteplere dönüşecektir. Aynı tıp, psikoloji ve fizik gibi ilimlerde var olan görüş ayrılıkları gibi. Acaba tıptaki görüşlerin hepsi kesinlik kazanmış mı? Hayır, tıpta muhtelif görüşler mevcuttur. Örneğin doktorlar arasında, hastalıkların nedenleri hakkında görüş ayrılıkları vardır veya bir hastanın hastalığının teşhisinde farklı görüşler ileri sürülüyor. Bu görüş ayrılıkları düşmanlık sebebi olmamaktadır. Bu tip ihtilaflar daha ziyade ilmin ve fikrin gelişmesini sağlamaktadır. Âlim ve ilahiyatçılar, dini medreseler ve üniversitelerde mezhepler arası ihtilaflı konuları, düşmanlığa neden olacak mezhebî kavgalar şeklinde değil, farklı ilmî mektepler/ekoller olarak gündeme getirmelidirler.
16-Asıl üzerinde durmamız gereken konulardan birisi de şudur: İkinci asırda bu mezhepler şekillenirken, acaba hangi temeller üzerine dayalıydılar? Gündemlerinde hangi konular vardı? Ne gibi görüşlere sahiptiler?
İhtilafları nelerdeydi? Acaba bu ihtilaflar, bizlerin bazı İslamî fırkaları İslam dışı bilmemize sebep olur mu? Yoksa gerek akidevî, gerek fıkhî ve gerekse ahlakî boyutta olsun bu ihtilaflar İslam çerçevesi içindeki ilmî ihtilaflar mıdır? Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra hilafet ve imamet meselesindeki ihtilafla başlayıp daha sonra diğer meseleleri de kapsayan farklı görüşler nelerdir ve nasıl ortaya çıktılar?
17-Aslında ikinci asırda hilafetle ilgili gündemde olan konu şuydu: Acaba imam/halife, nass esasına göre Allah ve Resulü tarafından mı tayin edilmelidir, yoksa şura ve oylama esasına göre halkın kendisi mi halifeyi tayin etmelidir? Şii’ler ( Zeydi’ler hariç) hilafetin Allah ve Resulü’nün nassıyla Ali ve evlatlarının hakkı olduğuna inanıyorlardı. Onlar bu konu üzerinda ısrarla durmaktaydılar ve hala da durmaktalar. Bu düşüncenin karşısında olanlar da iki kısma ayrılmışlardı. Birinci gruptakiler, halifelik meselesinin dinî değil, siyasî bir mesele olduğu kanısındaydılar. Bundan dolayı da halifelik seçiminin halkın uygun gördüğü tarzda yapılması inancındaydılar. Çoğunluğu oluşturan ikinci gruptakiler ise, halifeliği dini bir mesele olarak telakki ediyorlar ve halife olarak şahsın seçimle işbaşına gelmesi gerektiği inancını taşıyorlardı.
İşte ikinci asırda hilafet meselesi bu şekilde gündemdeydi. Halifeliğin seçimle olması gerektiğine inananların bir kısmı, onun dinî bir mesele olmadığı kanısını taşırken, diğer bir kısmı onu dinî bir mesele olarak telakki ediyor ve halka, bu dini ve siyasî meseleye müdahale ederek, kendilerine halife seçmeyi vacip biliyordu. Şiiler ise imameti, dinin ana meselelerinden, İslam ve Şia mezhebinin ise erkânından olduğunu söylüyorlardı. Şia mezhebinin erkânından da şunu kastediyorlardı: Yani bu mezhep şekillendiğinde, imamet meselesi, onun asıl rüknünü oluşturuyordu, ama imameti dinin usulünden saymıyorlardı. Diğer bir ifadeyle Şia’lar, Tevhit, adalet, nübüvvet, imamet ve mead gibi beş temel ilkeyi dinin usullerinden kabul etmelerine rağmen, adalet ve imamet’i dinin temel ilkelerinden kabul etmeyen Sünnileri de Müslüman olarak kabul etmektedirler..
18-Hilafet bahsinin içerisinden, önceden de halkın kalbinde var olduğu halde pek de açığa çıkmayan yeni bir konu ortaya çıktı. Diğer bir ifadeyle hilafet/imamet hususunda iki konu daha gündeme geldi. Birincisi, hükümetin başında kim olmalı, kim halka hükmetmeli? İkincisiyse, halk akait, ahkâm ve İslamî ilimlerle ilgili hakikatleri nereden öğrenmelidir?
İmamet ve hilafet konusundaki sorun, sadece hükümet ve siyasi liderliğin İmam Ali ile onun hanedanına verilmesi değildi. Buna ilave olarak onlar (halifeler), halkın kendilerine müracaat ettiği ilmî merciler konumundadırlar. Halk, akide/inanç, fıkıh, tefsir ve diğer dini konularda onların fetva ve görüşlerine müracaat etmek zorundadır.
İşte burada imamet/hilafet bahsinin kapsamı biraz daha dallanıp budaklanmaktadır. İlk başta konu sadece İmam Ali’nin halife olmasıydı ama olmadı. Daha sonra yavaş yavaş konunun kapsamı genişlemeye başladı. Denildi ki: Biz Ali’yi sadece halife değil, aynı zamanda imam da biliyoruz. İmam, yani dini işlerdeki önder ve rehber, ister hükümet elinde olsun, isterse de olmasın o, her iki halde de önderdir ve halk onu takip etmek zorundadır.
Belkide Ehl-i Sünnet’in içerisinde de İmam Ali’den önceki halifelerin imam olduğuna ve halkın da dini hükümleri onlardan sorması gerektiğine inananlar vardır. Ama olsa da Şia’daki gibi ciddi şekilde gündemde değildir veyahut da böyle bir inanç Sünni Müslümanlarda asla söz konusu olmamıştır. Fakat daha sonraki devrelerde halife olan şahsın, aynı zamanda imam da olması gerektiği ve halkın, fıkıh, tefsir ve akidevî konularda onların görüşlerine başvurmaları gerektiği gibi bir konu gündemde yoktu ve dolayısıyla Hilafet ve İmamet makamları birbirinden ayrıldı. Bundan dolayı hilafet makamı Emevi ve Abbasiler arasında el değiştirirken, halkın dinî imamlarının başka şahıslar olduklarını görmekteyiz. Fıkıhta Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmet b. Hanbel, Evzai ve Süfyan-i Sevri gibileri söz konusuyken, kelamda Vasıl b.Ata, Hasan Basri, Eş’ari, Maturudi ve diğerleri halkın önderliğini üstlenmişlerdir.
Bundan dolayı hilafetin kaynağını “şura” olarak bilen Ehl-i Sünnet’te, halife olan kişinin aynı zamanda fıkhî ve akidevî imamlığı da elinde bulundurması gerektiği söz konusu değildir. Sünniler olayın sadece siyasi hükümet ve liderlik kısımları olan dünyevi boyutunu nazarda tutmaktadırlar. İşte şurayla halledilmesi gerektiğini söyledikleri şey de buydu. Fakat Hulefa-i Raşidin’den sonra bu mesele hiçbir zaman kitaplar arasından çıkıp ta pratikte gerçekleşmemiştir. Acaba Emevi ve Abbasi halifeleri şura ve Ehl-i Hall ve’l-Akt’in rey’iyle mi iş başına geldiler? Asla, onlar kılıç gücü ve savaşla hilafet tahtına oturdular. Daha sonra da varisleriyle saltanat düzeni oluşturdular. Sünni Kelam kitaplarında İslam’ın imamet makamında oturacak kişinin âlim, cesaretli, halkı idare salahiyetine sahip ve halkça seçilen birisi olması gerektiği yazılmaktayken, Siyaset meydanlarında medreselerden daha farklı bir şekilde bu konu üzerinde durulmaktaydı. Örneğin Osmanlılar iş başına gelmeden, halifenin Kureyş’ten olması şart koşuluyordu, fakat Osmanlı iş başına geldikten sonra bu şart da ortadan kaldırıldı. Ama bunun mukabilinde Zeydi’ler, halifenin peygamberin soyundan olması gerektiğini söylemekle birlikte, halife olacak şahsın kılıçla kıyam edecek birisi olması şartını da koşuyorlardı. Onlar diyorlardı ki, Peygamber (s.a.a) imamların adlarını söylememiştir, ama sıfatlarını beyan etmiştir. Bu sıfatlara göre halife olacak şahsın cesaretli, fakih, peygamber’in soyundan ve zulüm hükümetlerine karşı kıyam eden birisi olması gerekiyor. İşte Zeydiler halife için bu şartları getiriyorlardı.
“Acaba halkın önderleri ve ümmete imam/halife olacak şahıs, bütün meselelerde mi ümmetin imamıdırlar, yoksa sadece siyasi meselelerde onların halifeliğini mi üstlenmişlerdir?” meselesinden yeni konular da ortaya çıktı. Böylece de daha sonraları bu konuların kapsamları genişletilerek fıkıh ve kelam dallarında İslam mezhepleri kurulmuş oldu. Daha sonra hicretin ilk asırlarında Müslümanlar arasında Fıkhî , Kelamî ve Tasavvufî olmak üzere üç çeşit mezhep şekillenmeye başladı.
Ehl-i Sünnet’in onlarca fıkhî mezheplerinden dört veya beş tanesi günümüze kadar varlığını koruyabilmiştir. Bunlar Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbelî ve İbazî mezhepleridir. Kelami ( akidevî) boyutta da yine Ehl-i Sünnet’te muhtelif mezhepler vardır. Bunlardan biri olan ve daha çok akla dayalı bulunan Mutezile mezhebidir. Bunların karşısında Ehl-i Hadis veya o yüz yılın Ehl-i Sünnet Müslümanlarının tabiriyle Eş’arî mezhebi yer almaktadır. Üçüncü yüzyılın sonlarıyla dördüncü yüzyılın başlarında Ebu’l-Hasan Eş’arî adlı bir şahıs tarafından bu mezhebin akidesi oluşturulduğundan dolayı, bu mezhep, “Eş’ari” mezhebi adıyla ün yaptı. Eş’ari’nin yaşadığı aynı dönemde ( h.333) Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed Matridi de Eş’ari’nin düşüncelerine benzer görüşlerle ortaya çıktı. Bu şahıslardan önce bu mezhepler, Mutezilenin karşısında “Ehl-i Hadis” veya “Ehl-i Sünnet” adıyla tanınıyordu. Elbette sonradan Ehl-i Sünnet adı, Şia’nın mukabilinde kullanılmaya başlandı. Bu mezheplerin hiç birinin, halifenin görüşüyle bağlantıları yoktu. Çünkü halifeler bu tip ilmi meselelerle ilgilenmiyorlardı ve genellikle de âlim insanlar değillerdi.
Daha sonra da Ehl-i Sünnet arasında, Şiilerin pek de ehemmiyet vermediği “Tarikat” denilen ahlaki seyr-u sülük mektepleri revaç bulmaya başladı. “Tasavvufi tarikatlar” da denilen bu mektepler, ikinci asırda ortaya çıktı. Bu asırda sofiliği kendine meslek edinen kişiler gözükmeye başladı. Bu kişilerin birçoğu, aynı zamanda fakihtiler de. Bunlar, bu ahlaki akımları daha sonra mezheplere dönüştürerek şimdiki tasavvufu oluşturdular. Şialar arasında hiç yer edinemeyen bu tasavvufi tarikatlar, Sünniler arasında hayli yayıldı ve herhangi birine bağlanmayan çok az insan kaldı.
Demek ki Ehl-i Sünnet arasında üç çeşit mezhep veya mektep vardır ve Sünni şahıslar her üç ayrı boyutta bu üç mezhepten birine bağlanma mecburiyetindedirler, Fakat Şia’da bu mektepler tek bir çatı altında toplanmış ve her mektebe ya da mezhebe dair bir imam meydana getirilmemiştir. Yani örneğin on iki imam’dan her biri, aralarında hiçbir fark olmaksızın, hem itikadın, hem fıkhın hem de seyr-u sülük’ün imamı olmuştur. Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının biri birlerine dair bazı sözleri olmuşsa, ya da kendi aralarında birbirleriyle tezat teşkil eden kelami veya fıkhi fetva ve görüşleri bulunmuşsa da, fakat Şia’da (On iki imamcı Şia) bu tür şeyler asla vuku bulmamıştır, çünkü işaret ettiğimiz gibi her üç mektebin imamı tektir.
19-Ehl-i Sünnet’te üç boyutlu mezhepler ortaya çıkarken, Şialar şuna inandılar: İmamlar Allah tarafından ve Peygamberin bildirmesiyle tayin edilmişlerdir ve her şeyin onlardan alınması gerekir. Kelamda da, fıkıhta da, ahlaki ve irfani seyr-ü sülük yollarını öğrenmede de Ehl-i Beyt İmamları merci ve önderdirler. Bunların tümünün İmamlardan öğrenilmesi gerekir.
Demek ki İmam, Şia’da sadece siyasi bir lider değildir. İmam, fıkıh ve amel, siyaset ve hükümet, akide, kelam ve aynı şekilde ahlaki boyutta da imamdır, önderdir. Fakat Ehl-i Sünnet bu boyutları siyasetten ayırmışlardır.
Elbette bu ayrılık Ehl-i Sünnet’te kaçınılmazdı. Çünkü İmam Ali’den sonraki hilafetin izlediği çizgi, halkın bir araya toplanıp takvalı bir âlimi iş başına getirebilmelerine uygun değildi. Emeviler kılıç zoruyla İmam Ali’nin aleyhine kıyam edip hilafeti ele geçirirken, onlardan 90 yıl sonra Abbasiler de aynı şekilde zor kullanarak hilafet tahtını ele geçirdi.
20-Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki asıl ve temel fark şudur: Şia diyor ki, siyaset ve hilafet, fıkıhî, kelamî, irfanî ve Kur’anî boyutlarıyla Ehl-i Beyt imamlarından alınmalıdır. Sünniler de diyorlar ki, hayır öyle değildir. Sadece siyasi meselelerde Halifeye itaat gereklidir. Bir kişi zamanın hilafetini elinde bulundurmalıdır ve o kişiye de şeriatın hilafına bir emir verilmediği müddetçe itaat vaciptir. Çünkü peygamber efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, “ Allah’ın haramları hususunda mahlûka itaat etmeyin.” Bu, Ehl-i Sünnet’in hilafet hakkındaki inancıdır ve Sünniler günümüze kadar da bu inançlarını devam ettirmişlerdir. Her kim yönetimi ele geçirirse, ister âlim ve adil olsun, isterse cahil ve fasık, şeriatın hilafına emir vermediği müddetçe ona itaat etmek halka vaciptir.
Elbette Ehl-i Sünnet bu görüşe bir tür mecburiyet neticesinde ulaşmıştır. Yoksa ilk başta böyle demiyorlardı. Sünni Müslümanlar ilk başta halifeliğe seçilecek kişinin adil ve âlim olması gerektiğini söylüyorlardı. Ama bu düşünce birkaç istisna hariç günümüze kadar pratiğe dökülemedi. İşte Şia ile Sünni arasındaki hilafet konusunda olan ihtilafı budur.
Şu hususu da belirtmede yarar görüyorum: Nasıl Ehl-i Sünnet kendi aralarında birbirleriyle birçok fıkhî meselelerde ihtilaflıysalar, Şia’nın da onlarla bazı küçük ihtilafları vardır. İtikadi meselelerde ise Sünni Mutezilenin kabul ettiği birçok görüşü Şia da kabul etmiştir. Çünkü Mutezile görüşlerini İmam Ali’den almıştır. Yan, Mutezililer birçok kelami meselelerde İmam Ali’nin hutbelerinin tesiri altında kalmışlardır.
Mutezilenin ünlü âlimlerinden İbn. Ebil Hadid, İmam Ali’ye ait olan ve onun okuduğu hutbeleri bir araya toplayan “Nehcü’l-Belağa” adlı kitaba yazdığı şerhin evvelinde, bütün İslamî ilimleri İmam Ali’ye dayandırmaktadır. Bu cümleden olmak üzere diyorlar ki: Mutezile’nin kelamdaki görüşleri Muhammed b. Hanefiyye’ye ulaşmaktadır. O da Hz. Ali’nin oğludur ve bu konudaki ilmi görüşlerini babasından almıştır. İşte biz Müslümanların arasındaki ihtilafların temelini oluşturan şey, söylediğimiz bu meseledir(yani imam kim olmalıdır meselesi!).
Şia diyor ki: fıkıh, kelam ve ahlak gibi İslamî ilimleri, İslam peygamberinin (s.a.v) Ehl-i Beyt’inden olan imamlardan almalıyız. Şu anda da İmamlardan nakledilen rivayetlerin hepsi toplanmış bir şekilde elimizde bulunmaktadır. Elbette bu hadislerin, nakleden kişiler açısından ne kadar sahih olabileceklerini uzman kişiler olan basiretli fakihler teşhis edecektir. Eğer sahihlerse, onlara amel edilecek, aksi takdirde onlardan yüz çevrilecektir.
Ehl-i Sünnet de diyor ki: Biz ilmî boyutta Peygamber’in sünnetine tabiyiz. Peygamber (s.a.v) birçok yerde kendi sünnetini ön plana çıkartmıştır. Hatta kitabullah ve benim sünnetim tabiri rivayette yer alan tabirlerdendir. Diğer bir ifadeyle Sünni Müslümanlar diyor ki: Biz dini ilimleri halifelerden değil, kitap ve sünnetten alıyoruz. Kitap malumdur, ama sünneti bize kim tanıtacak? Muhaddisler ve raviler elbette. Hatta imamların kendisi bile halkın önderleri olmak istiyorlarsa, Kur’an’a ve peygamber’in sünnetine müracaat etmeliler. Peygamber’in hadislerini kim naklediyor? Peygamberin sahabesi. İmam Ali’yi de peygamber’den hadis nakleden bir ravi ve büyük bir sahabe olarak kabul ediyorlar. İmam Ali’den nakledilen rivayetler de oldukça fazladır. Ahmed b. Hanbel’in “ Müsned” adlı kitabında her sahabeden nakledilen hadisleri ayrı bir bölüm halinde bir araya toplamıştır. O kitaptaki en büyük ve en geniş bölümlerden biri Hz. Ali’den nakledilen hadislere ayrılmıştır. Çünkü İmam Ali, Peygamber efendimizin en büyük öğrencilerinden birisi ve sahabenin de en âlim olanıydı. İmam Ali’nin hadislerini naklediyorlar ve aynı zaman da ona göre amel ediyorlar. Ama bunu İmam Ali’yi imam kabul ettiklerinden dolayı değil, sadece onu Peygamberden hadis nakleden adil bir sahabe bildiklerinden dolayı yapıyorlar.
Şia’lar her şeyin İmamlar kanalıyla öğrenilmesi gerektiği sözünü, onların özel bir imtiyaza sahip olduklarına inandıklarından dolayı söylerken, Sünniler de sahabenin bir takım özel imtiyazlara sahip olduğu inancındadır.
21-Şia ile Ehl-i Sünnet arasında önemli ihtilaflardan birisi de İmam’ın “masumiyet” meselesidir. Şialar , (Peygamber efendimizden sonraki) ümmetin önündeki imam’ın, bütün din hükümlerini bilen, adil, muttaki, siyaseti bilen ve halkın en üstünü olmanın yanı sıra, her türlü hatadan da masum olması gerektiğini söyler. İmamların masumluğu meselesi Şia kelamında özel bir yere sahiptir. Şialar, imamların da peygamberler gibi masum oldukları inancına sahiptirler. Aynı şekilde Ümm-ü Eimme (imamların annesi) olan Hz.Fatıma’yı da masum bilirler. Masumiyet meselesi kelam ilminde çok geniş bir kapsama sahiptir. Bu konu, yalnızca Şia ekolünün kelamında değil, bütün Müslümanların kelamında aynı şekildedir. İsmet’in (masumluğun) hakikatinin ne olduğu konusunda çok fazla tartışmalar vardır. Ehl-i Beyt imamlarının masumluğu meselesi, Şia’nın kesin ve tartışma götürmez inançlarındandır. Bir kişi Şia olduğu halde imamların masumluğuna ve halkın ihtiyaç duyduğu bütün dini meseleleri bildiğine inanmaması mümkün değildir. Ama Ehl-i Sünnette siyasi hilafetle dini önderlik birbirinden ayrılmıştır. Sünniler, yönetimin siyaset adamlarına ait olduğunu ve fıkıh, akide ve ahlak gibi konulardaki imametin de ulemaya ait olduğunu söylerler. Ulema ise ilmini Allah’ın Kitabından ve peygamber’in sünnetinden almalılar. Şia’lar da ilmini Allah’ın Kitabı ve peygamberin sünnetinden almaktalar, fakat bir farkla. Şia’lar peygamber’in Ehl-i Beyt’i kanalıyla gelen sünnetini kabul ederler ve başka bir yol ile (sahabe yolu) gelen sünneti de, şayet peygamberden olduğu ispatlanırsa kabul ederler. Ehl-i Sünnetteki sünnet ölçüsü sahabedir. Şayet sahabeye ulaşıyorsa ve sahabenin de tümü adil olduğuna göre, artık o sünnetin peygambere ulaşıp ulaşmadığı boyutuna bakılmaz.
22-Ehl-i Sünnet’in, dinlerini, Allah’ın kitabı ve peygamberin sahabesi üzerinden gelen sünneti üzerinden öğrendiklerini söyledik. Ehl-i Sünnet şöyle diyorlar: Peygamber’in sahabesinin tümü adildir. Herhangi bir hadisin sahabeden biri aracılığıyla nakledildiği ispatlanırsa, artık o hadisin sahihliği hakkında tartışma söz konusu değildir ve biz o sahabenin adaletine zarar verecek herhangi bir şey de söylememeliyiz.
Ehl-i Sünnet, Hz. Ali döneminde meydana gelen büyük ihtilaflara rağmen sahabenin hiç birini günahkâr bilmemekteler.
Özetlersek, Sünnilerin görüşlerine göre; ne Cemel savaşında İmam Ali’nin karşısında savaşan Talha, Zübeyr ve Aişe hatalıydı, ne de Sıffin savaşında Hz. Ali ile savaşan Muaviye. Çünkü onların hepsi adildiler.
Peki, bunların tümü adildiyseler o zaman niçin savaştılar? Diyorlar ki; onlar içtihat ettiler, ama ya iki taraf ya da taraflardan birisi hata etti. Müslüman âlimlerden bir kısmı ve İmam Ali’yi masum bilenler (Şia’lar) tabiatıyla karşı tarafı hatalı bilmekteler. Bu savaşların ve acı olayların hepsinin içtihattan kaynaklandığını kabul etmeyip, aksine bazılarının bilinçli olarak yapıldığını ve vebalinin de o işlerde rolü olanların boynuna olduğuna inanırlar. Kısacası Ehl-i Sünnet diyor ki, Sahabe adildir ve fıkhı da onlardan öğrenmeliyiz. Eğer sahabeden bize fıkhî veya akidevî bir görüş ulaşırsa onu kabul etmeliyiz.
Elbette Ehl-i Sünnette de rical ilmi vardır ve onlar şüpheli konuları inceletip sık dokumaya özen gösterirler. Sünniler, hadislerin sahih olup olmaması meselesine çok dikkat ediyorlar. Fakat nereye kadar? Hadisin ravi zinciri bir sahabeye ulaşıncaya kadar. O hadisi nakleden sahabe Ebu Hureyre bile olsa ( O diğer bütün sahabelerden daha fazla hadis nakletmiştir ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ondan, herkesten daha fazla hadis nakledilmiştir) artık o hadisin sıhhati hakkında araştırma söz konusu değildir. Yine Ehl-i Sünnet, kitaplarda sahabenin hakkında yazılan hataların hepsinin içtihat kaynaklı olduğu kanısındadırlar ve içtihattan kaynaklanan hatalar da şahsı adaletten düşürmez. Bundan dolayı onların hepsi adildirler ve peygamber’den naklettikleri hadisler kabul edilmelidir.
Hatta Ehl-i Sünnet şunu da söylerler: Sahabenin verdiği fetvalar, eğer icma’nın hilafına olmazsa, peygambere nispet edilmese dahi, bizim için delildir ve aynı konuda başka bir delil olmazsa sahabenin fetvasına göre amel etmeliyiz.
Toparlamalı olursak şunu söyleyebiliriz: Müslümanların geçmişte ve günümüzdeki tartışmaları şu konu üzerindedir. Acaba din ilimlerini Peygamber efendimizin Ehl-i Beyt’inden mi almalıyız, yoksa sahabeden mi almalıyız.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan Şia ve Sünni arasındaki ihtilafların asıl kökeninin belli olduğunu ve Sünni Müslümanlara göre, ister adil ister zalim kim olursa olsun halifenin yönetimi elinde bulunduran kimse olduğunu, Şia’lara göreyse; hilafet makamının, Resulullah’ı temsil eden bir şahsiyete verilmesi gerektiğini ve onun da peygamber gibi peygamberden sonra insanlar içerisinde ilimde, imanda, ahlakta, amelde vd. hususlarda en üstün kimse olması gerektiğini ve onları da tanıyamayacağımıza göre, Allah ve Resulü tarafından belirlenmesi ve bu göreve tayin edilmesi gerektiğini öğrenmiş olduk. Önceden de belirttiğimiz üzere Ehl-i Sünnet ahkâmlarını sahabeden almakta ve Hz. Ali’yi de sahabeden saymaktalar. Şialar ise ahkâmlarını Ehl-i Beyt aracılığıyla kendilerine ulaşan hadislerden almaktalar ve Ehl-i Beyt imamlarını da masum bilmekteler. Nasıl ki Şia Ehl-i Beyt imamlarıyla ilgili birçok ayet ve hadisi delil olarak ortaya koyuyorlarsa, Sünniler de sahabeyle ilgili birçok ayet ve hadislerden bahsediyorlar. Tabiî ki vicdan sahibi ve fıtratı bozulmamış âlimlerin bu hususlarda devreye girip Ehl- Beyt’in Müslümanlar arasındaki yerini belirlemeleri gerekir ve yine sahabenin sözlerinin nereye kadar kabullenebileceğinin sınırını tayin etmeleri icap eder. Acaba gerçekten bütün sahabeden dini öğrenmek mümkün mü? Elbette ki sahabenin tümünü reddetmek insafsızlıktır. Çünkü İmam Ali, Nehcü’l-Belağa’da kendisinin hak olduğunu Muaviye’ye ispatlamak istediğinde, bütün Muhacir ve Ensar’ın kendi etrafında toplandığını söylemektedir. Diyeceğim bu konular çok ince ve hassas konulardır ve bunu insaf ehline bırakıp ihtilafları daha da derinleştirmemek için kısa geçmek gerekir.
SONUÇ
22 madde içerisinde vermiş olduğumuz bu genel bilgilerden sonra şu sonuca varmamız mümkündür: Ehl-i Sünnet ile Şia’nın arasındaki en büyük ihtilaf İmamet/hilafet üzerinden olmuştur. Diğer ihtilaflar da bunun üzerinden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ana ihtilaf imamet/hilafet üzerindeki ihtilaftır. Diğerleri ise tali ihtilaflardır. Şia diyor ki, İmamet, “Tevhit” ve “Nübüvvet” gibi Usul-ü din’dendir. Allah ve Resulü tarafından nas ile belirlenmiştir. Ümmet, nasıl kendisine peygamber tayin etme hakkına sahip değildiyse, aynı şekilde imam tayin etme hakkına da sahip değildir. Acaba halk toplanarak kendisine imam tayin edebilir mi? Hayır, çünkü İmam hem ismet sıfatına sahiptir ve hem de normal halkın sahip olduğu ilmin dışında özel bir ilme ( ledün ilmi) de sahiptir. Bundan dolayı da onu, bütün insanları tanıyan Allah (c.c) seçmelidir, halk değil. Fakat Ehl-i Sünnet imametin/hilafetin Usul-ü din’den olduğu inancında değillerdir ve bu konuda da muhtelif görüşlere sahiptirler. Onlardan çoğunluğu oluşturan bir gruba göre: İmamet dini bir konudur ve mümin halkın bu konuyla ilgili vazifesi, bir araya toplanarak kendilerini yönetecek birisini halife veya imam adıyla seçmektir. Onlardan olan başka bir grup da şöyle demektedir: İmamet siyasi bir meseledir ve dinle hiçbir alakası yoktur. Din : “ Siz bir araya gelin ve kendinize bir yönetici seçin” diye bir şey söylememiştir. Biz, işbaşına gelen her hükümetin, eğer İslami çizgiden ayrılmazsa takipçiliğini yapmakla yükümlüyüz.
Bu iki İslamî fırka arasında bu türden ihtilaflar olmasına rağmen, acaba Ehl-i Sünnet imamlarından (halktan değil) birisinin Şia’nın kâfir olduğunu söyleyen birisi var mıdır? Kesinlikle hayır. Ve yine İmamet’in Allah’ın nassıyla olduğuna inanmayanların (Sünnilerin) kâfir olduğunu söyleyen bir Şia âlimi bulabilir misiniz? Yine kesinlikle hayır. Çünkü her iki kesimin de aralarında iman ettikleri “Tevhid”, “Nübüvvet” ve “Mead/kıyamet inancı” gibi müşterek ilkelere bağlılık vardır ve bu ilkelerin hepsini kabul edenler İslam ümmetindendir. Ayrıca Hz. peygamber’den (s.a.v), şahadetini getiren ve namaz kılıp cihad eden her kesin Müslüman olduğuna dair birçok hadisler vardır. Demek oluyor ki, ihtilaflı meselelerin Müslüman olup olmamakla hiçbir alakası yoktur. O halde bizler (Sünni’siyle-Şii’siyle) ortak olduğumuz meselelerde birbirimizi Müslüman bilmeli ve İslam âleminin genel siyasi, ekonomik ve ilmî problemlerinde el ele vererek işbirliğinde bulunmalıyız. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de :” Müminler ancak kardeş olurlar” (Hucurat:10) diye buyurmuştur. Ayette geçen “Mümin” den kasıt, yani İslam’ın genel ilkelerine inananlar,( imamete inanmış veya inanmamış olsun,) namaz, oruç, hac, Kur’an ve Tevhit gibi meselelere inananlar. Onlar da Müslüman’dırlar deyip “ ortak olduğumuz noktalar çerçevesinde onlarla kardeş olmayı becerebiliriz” diye düşünenler. İşte mümin olanlar bunlardır!
Evet, Müslümanlar arasında belki de birçok konularda ihtilaflar vardır. Fakat önemli olan bu ihtilafları takvalı ve ihlâslı ulemanın öncülüğünde, aklın ve iman’ın kontrolü altında tutmak gerek. Şayet bu ihtilaflar aklın ve ulemanın kontrolünden çıkar, cühela ve duyguların kontrolüne girerse, üzerine benzin serpilir ve bu fitneyi çıkaranlar da dâhil olmak üzere her kese ve her kesime telafisi mümkün olmayan zararlar verir. İslam ve Müslümanlar zarar görürken, kazanan taraf, İslam ve Müslümanların ortak düşmanları olur. Örneğini tarihten vermeye gerek yoktur, çünkü günümüzdeki olaylar, sözümüzün en iyi delilidir ve hep birlikte içinde yaşamaktayız!
Bu açıklamayı yaptıktan sonra, “Hanefilik” ve “Caferilik” kavramları ile ilgili kısa bir bilgi sunmamız yerinde olur kanaatindeyim.
Hanefilik Ve Caferilik Kavramları
“Hanefilik” derken, Ebu Hanife Numan b. Sabit b. Zato’nun kurmuş olduğu “Fikhi” mezhep akla gelmektedir. “Caferilik” derken de yine akla İmam Cafer’üs-Sadık b. İmam Muhammed Bagır b. İmam Ali Zeynelabidin b. İmam Hüseyin b. İmam Ali’ye nispet edilen fıkıh mezhebi akla gelmektedir. Oysaki günümüzdeki bu algıların her ikisi de yanlıştır. Hanefilik algısındaki yanlışlık şudur: Birincisi: Ebu Hanife hazretlerinin yaşadığı dönemde “fıkıh” tabiri sadece ameli meseleleri değil, İslam’ın kelam/inanç konularını da içerecek bir anlamda kullanılıyordu. Nitekim Ebu Hanife’nin İslam akaid/inanç esaslarını sistematize eden eserlerinin adlarında “fıkıh” isminin yer aldığını görmekteyiz. “el-Fıkhu’l-Ekber” ve “el-Fıkhu’l-Ebsat” gibi.
İkincisi: Ebu Hanife hazretlerinin, hocası Hammad’dan devralarak başına geçtiği ve otuz yıl üstat olarak kaldığı Kufe okulu, ameli fıkıhtan çok “Kelamî/inaçsal” konulara ilişkin bir okuldur. Üçüncüsü: Ehl-i Sünnet inancının itikadi mezhep imamlarından “ Ebu Mansur Matüridi” (ölm.333 h.) Ebu Hanife’nin akaid ve fıkıh alanındaki görüşlerini benimseyerek onun gıyabi talebesi olmuş ve akait alanındaki yöntemini geliştirerek “ Sünni Kelam İlminin Kurucusu” vasfını kazanmıştır. (bk. Bekir Topal oğlu. Ebu Mansur Matüridi’nin Te’vilatü’l-Kur’an adlı eserine giriş.1/XII) Dolayısıyla ilk dönemlerde “ Hanefilik “ derken akla ilk gelen şey, hem “kelami” ve hem de “ fıkhi” konular iken, sonraki dönemlerde yalnızca “fıkhi” konular akla gelir oldu.
“Caferilik” derken de, İmam Cafer es-Sadık’a nispet edilen bir fıkıh mezhebinin bulunduğu ve onun imamı olarak da İmam Cafer’in akla geldiğinin de yanlış bir algı olduğunu söyleyebiliriz. Zira İmam Cafer es-Sadık içtihat yapan ve ilmini ondan bundan öğrenen âlim bir şahsiyet değildir ki, biz onun fıkıh üzerinden içtihat yapıp mezhep kuran bir fakih/müçtehit olduğunu kabul edelim. Hayır, İmam Cafer es-Sadık asla diğerleri gibi kelam, hadis ve kıraat gibi o döneme ait çeşitli dallarda uzman olan şahsiyetlerden asla ders almamıştır ve tarihte de böyle bir kayıta rastlamak mümkün değildir. İmam Cafer es-Sadık babası İmam Muhammed el-Bagır’ın bilgilerinden yararlanmanın yanında ayrıca Allah Teâlâ’nı Ehl-i Beyt İmamlarına lütfetmiş olduğu “ilm-i ledün”e sahip bir şahsiyettir. Yani kendisinden bir şey sorulduğunda hiç düşünmeden ve kaynak ya da diğer âlimlere de müracaat etmeden,” ilham”ın en üst seviyesi olarak da tarif edebileceğimiz “ İlm-i Ledün” e sahip bir konumda olması hasebiyle, Allah Teâlâ’nın kalbine indirdiği ilham vesilesiyle o soruların cevabını vermekte ve konuyu öyle halletmekteydi. Dolayısıyla İmam Cafer es-Sadık derken, onun bir fıkıh âlimi (fakih) olarak algılanması doğru bir algı değildir.
Ebu Hanife ve Hanefilik:
Ebu Hanife hazretleri Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında Kelam/inanç fıkhındaki öncülüğüne ilaveten ameli fıkhın da öncüsüdür ve diğer bütün Sünni fıkıh ekolleri ondan sonradır. Diğer bir ifadeyle; tüm Sünni fıkıh ekollerindeki “sistematik” yapı, ondan alınmış ve onun mirasıdır. Nitekim Hz. Ali’nin “Nehcü’l-Belağa” isimli eşsiz eserine şerh yazmış bulunan ünlü Sünni âlim İbn. Ebil-Hadid (ölm.656/1258) anılan eserinde bütün fıkıh ekollerinin bir biçimde Hz. Ali’ye bağlandığını ifade ederken, burada diğer tüm Sünni mezheplerle köprü rolünü Ebu Hanife’nin oynadığına dikkat çekerek şöyle diyor:
“ Ebu Hanife’nin öğrencileri Ebu Yusuf, Muhammed ve ötekiler, fıkhı, üstatları Ebu Hanife’den aldılar. Şafii, fıkhı, Ebu Hanife’nin öğrencisi Muhammed b. Hasan’dan aldı. Böylece onun fıkıh kaynağı da Ebu Hanife oluyor. Ahmed b. Hanbel de fıkhı İmam Şafii’den aldı. Böylece onun kaynağı da Ebu Hanife oluyor.”( İbn. Ebil*Hadid, Şerhu Nehcu’l-Belağa,1/28)
Elbette tarihen Hanefi mezhebine en yakın olan, Maliki mezhebidir. İmam Malik, hicri 179 yani Ebu Hanife’den 29 yıl sonradır. İmam Malik’i, İmam Şafii izler ki onun ölüm tarihi hicri 204’tür. Dördüncü Sünni mezhep olan Hanbelilik’in kururcusu Ahmet b. Hanbel’in ölüm tarihi ise, hicri 241’dir.
Ebu Hanife’nin hayat ve menakıbını yazanlardan biri olan Bezzazi (ölm.827 h.) ünlü Menakıb’ında, Ebu Hanefi’nin ders halkalarına iştirak eden öğrencilerinden sekiz yüz kişinin isim listesini vermektedir. Yetiştirdiği öğrencilerinden bir bölümü, dönemlerinin siyaset otoritelerine kadılık görevleri yapmıştır. Örneğin Öğrencisi Ebu Yusuf “kadılkudat” (kadıların kadısı)makamına kadar yükseltilmiştir.
Hanefiliğin yayılmasında başka mezheplere mensup kimi devlet reisleri ya da kumandanları dahi destek sağlamıştır. Mesela bir Şafii kumandanı olan Selahattin Eyyubi (ölm.589 h.) Kahire’de Hanefi fıkhının tedrisi için bir okul açmıştır.
Hanefi mezhebinin yayılmasında Türklerin de hayli katkısı olmuştur. Örneğin Hanefiliğin Suriye’de yer bulması hicri beşinci yüzyılda Selçuklular sayesinde olmuştur. Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’in, Iran’ın Nişabur, İsfahan, Hamedan gibi Hanefiliğin az tanındığı yerlere Hanefi kadı ve İmamlar tayin ettiği ve ülke genelinde Hanefiliğin güçlenmesinde önemli payının bulunduğu kaydedilmektedir. 1805’de Mehmet Ali Paşa zamanında mahkemelerde hükümlerin Anadolu ve Rumeli’de olduğu gibi sadece Hanefi mezhebine göre verilmesi esası ve bu uygulama yirminci yüzyılın başına kadar sürmüştür. (Bardakoğlu, anılan madde).
Ebu Hanife’nin, diğer fakihlerden ayrıştığı en belirgin özelliği, onun “re’y ve kıyas” ehli oluşudur. Ebu Hanife’yi tanıtmada adeta temel kavram olan ve muarızları tarafından onun aleyhine kullanılan re’y ve kıyas, esasında diğer Sünni mezhep imamları tarafından da bir biçimde kullanılmıştır. Ne var ki, Ebu Hanefi’yi hedef tahtasına oturtan bazı kimseler bu gerçeği saklamakta ve re’y ve kıyas tabir ve terimini tarih sahnesine sanki ilk kez Ebu Hanife getirmiş gibi bir hava vermektedirler. Oysaki kimi Sünni kaynaklara göre bu yöntemleri kimi fakih sahabeler dahi kullanmıştır.(bkz. İbn. Sa’d,Tabagat .2/350)
Hanefilik ile Caferilik Arasındaki Ortak İlişkiler:
Hanefilik ile Caferilik arasındaki Kelamî, fıkhî, ahlakî, muamelat ve siyasal bakışlar arasında hayli ortaklıklar vardır ve bunları saymak, bir makale hacminin dışında olan şeylerdir. Fakat başlıklar halinde söylemek icap ederse, şöyle sıralayabiliriz:
a- Kelamî/inançsal konularda Caferi ve Hanefi ekollerinde müşterek olarak kabul edilen imanın esasları üç şeydir: 1- Tevhit. 2-Nübüvvet. 3-Mead/kıyamet inancı. Aslında “Usul-ü Selase/üç temel ilke” de denilen bu üç inanç, tüm İslam mezheplerinin ortak inancıdır ve bu üç inanca sahip olan her kesin Müslüman olduğu ve diğer inançları ne olursa olsun, ona kâfir ya da sapık denilemeyeceğine tüm İslam mezheplerinin ittifak ettikleri ortak görüşleridir. İman esaslarının beş olduğu kabul edilen Caferilikte, bu üç esasa “adalet” (yani Allah’ın adil olduğu ve ondan asla zulüm/şer sadır olmadığı) ilkesi ile, “İmamet” (yani Resulullah’tan(s.a.v) sonra, onun getirdiği dini olduğu gibi insanlara açıklayacak ve amel edecek imamların olması gerektiği) ilkesi de ilave edilirken, Hanefilikte o üç ilkeye; “meleklere inanmak”, “kadere inanmak” ve “hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak” ilkeleri ilave edilmiş ve imanın esaslarının altı olduğu belirlenmiştir.
b- Fıkhî/ameli meselelerde de Caferilik ile Hanefilik arasında ittifakla kabul edilen birçok temel hükümler vardır. Örneğin her iki ekol de Namaz, oruç, Hac, Zekât, cihad, marufu emretmek, münkerden nehyetmek, Allah’ın dostlarıyla dost ve düşmanlarıyla düşman olmak gibi meselelerin esasında görüş birliği içerisindedirler, fakat bazı teferruatlarda, diğer mezheplerle olduğu gibi bu iki ekol arasında da ihtilaflar söz konusudur.
c- Ahlakî konularda da Caferilik ile Hanefilik arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Her iki ekol de İslam’ın kabul ettiği günahların büyük ve küçük olmak üzere iki çeşit olduğunu söylerler, küçük günahlarda da ısrar edildiği takdirde onların da büyük günah sayıldığını kabul eder ve örneğin Allah’a şirk koşmanın, zulmün, haksız yere adam öldürmenin, cinayet işlemenin, Zinanın, yalanın, gıybetin, iftiranın, hırsızlığın ve İslam’da yasaklanan ferdi ve toplumsal ahlaksızlık olarak kabul edilen şeylerin tümüyle haram ve günah olduğunu kabul ederler ve yine bunların yapılmasını iman zafiyetine işaret bilirler. Kimi günahların dünyada iken şer’i hadd’e (cezaya) tabi olduğunu ve kiminin cezasınınsa ahirette karşılığını bulacağına iman ederler. Ve yine her iki ekolde de tövbe kapısının açık olduğu kabul edilir.
d- Muamelat konularında da Caferilik ile Hanefiliğin hayli ortak konuları vardır. Örneğin her iki ekol de alışverişin helal ve faiz’in haram olduğu hususunda görüş birliği içerisindedirler. Evliliğin, imkânı olan her Müslüman’a vacip olduğu, boşanmanın ise helal olduğu, kumar, hırsızlık, ihtikâr (adam aldatmak), gasp ve Allah’ın haram kıldığı yollardan elde edilen menkul ve gayrimenkul malların haram olduğu ve Şer’ı Kâdı tarafından o malların sahibine iade edilmesi hususunda görüş birliği içerisindedirler. Tabi ki bazı teferruatta ihtilaflar mevcuttur. Örneğin Caferilikte “Talak’ı Selase”( bir seferde üç talak) konusu caiz değilken, Hanefilikte bir defada üç talak verilebilir ve yine Caferilikte sarhoş edici (müskir) her şey haram ve necis olarak kabul edilirken, Hanefilikte Şarabın dışındaki “Nebiz” olarak tabir edilen içecekler, sarhoş etmeyene kadar haram sayılmaz. Evlilik hususunda da Caferilikte kızın vasisinin rızası şart koşulurken, Hanefilikte böyle bir şart aranmaz.
e- Siyasi konularda da Caferilik ile Hanefilik arasında diğer mezheplerde olmayan ortak bir benzerlikten söz etmek mümkündür. Tabi ki bu benzerliği ne Hanefilerin kendisi doğru dürüst anlayabilmişler ve ne de Caferiler bu konuyu tam anlamıyla tespit etmişlerdir! Daha açıkçası İmam Hanefi siyasette Şii, fıkıhta ise Sünni idi. İmam Hanefi de zalim yönetimlere boyun eğmeği ve onların emrine girmeyi caiz görmedi ve bu bunu da canını ortaya koyarak ispat etti, Şia da aynı inanca sahip olduğu için, tarih süreci içerisinde zalim yöneticiler tarafından kendilerine çok ağır bedeller ödetildi. Fakat ne yazık ki, Ebu Hanefi’yi diğerlerinden ayrıştıran söz konusu bu en büyük özelliği, Tarih boyunca, özellikle de öğrencileri ve taraftarlarınca hep perdelenmeye çalışıldı ve tabiri caiz ise, İmam Hanefi bir “maske imam” olarak kullanıldı. Kendisinden sonraki takipçilerine “ rol model” olacak siyasi duruşu, maalesef hâkim siyasetlerin kontrolüne giren taraftarlarınca bütünüyle unutulmaya terkedildi. Ve yine İmam Hanefi’nin Kelam İmamlığı rafa kaldırıldı, sanki yalnızca ameli fıkhı bilen bir âlim konumuna getirildi. Oysaki Ebu Hanefi’yi “ İmam-ı Azam” yapan tarafı, onun siyasal bakışı ve “Hüseyni duruş”u olmuştur ve bu boyutu, Caferilik/Şiilik ile köprü oluşturacak en önemli boyutken, ne Hanefiler bunu hakkıyla anlayıp günümüze taşıyabilmiş ve ne de Caferiler/Şiiler bu boyutuna ilgi duymuşlardır. Bundan dolayı, Caferilikle Hanefiliğin yer aldıkları ortak paydalara biraz daha açıklık getirmek ve yine Sünni ile Şiilerin tanıdığı Ebu Hanife ile, gerçek Ebu Hanife’nin farklı bir şahsiyet olduğunu ortaya koymak için bu perdeyi biraz aralamaya çalışacağım:
1-Ebu Hanife’nin hayatıyla ilgili eserlere bakıldığında, bütün gençlik yılları fıkhın füruat’ına ilişkin tartışmalardan çok, akaide ilişkin tartışmalarla doludur. Tartıştığı en fazla konular ise, imamet, kader, iman gibi siyasal yönü ağır basan ilmi Kelam konularıdır. Ebu Hanife’nin aklı öne çıkaran tavrı, ameli fıkıhtan önce, kelam alanındaki taklide aykırılığıyla belirginleşir. Akait’te aklı şart koşup taklidi kabul etmemekle, kader meselesinde Kaderiye mezhebi gibi insanı mutlak anlamda özgür olarak görmemekle ve yine Cebriye mezhebi gibi insanın hiçbir irade ve özgürlüğünün bulunmadığına inanmamakla, İmam Cafer Sadık’ın tercih ettiği “emrün beynel emreyn/ insanın bu ikisinin ortasında bir yerde olduğu” inancını kabul etmekle, Ehl-i Beyt görüşüyle ortak bir paydada buluşur.
2-Ebu Hanife’nin siyasi mücadele alanındaki yeri ve önemi, fıkıh alanındaki mücadelesinden daha önemli ve daha dikkat çekicidir. Diyebiliriz ki, onu “İmam-ı Azam” yapan yönü de burasıdır. Siyasi otoritenin zulmünden dolayı nefeslerin göğüslerde hapsedildiği her iki dönemde (Emevi ve Abbasi dönemi) onun yapılan zulümlere karşı çıkması ve onların yapmış oldukları zulümleri onaylamaması, hiç kuşkusuz canına mal olmuştur, yoksa onun kelam veya fıkıhtaki görüşlerinden dolayı şehit edildiğini kimse iddia edemez. Fakat ne yazık ki onun kanıyla yazdığı destan, mürekkeple yazdığı kitapların altında ve gölgesinde bırakılmıştır. Dolayısıyla İmam’ı Azamdan söz edilirken ve kanıyla yazdığı alan onunla ilgili hükme esas teşkil etmesi gerekirken, maalesef önemli öğrencilerinden Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybani gibileri, dönemin siyasi otoriteleriyle ters düşmemek ve saltanat nimetlerinden yararlanmak için onun siyasal mücadelesine fazla temas etmemişlerdir ve siyasi otoritenin gönlünü kazanmak için onu fıkıh tarihinin kalıpları içine sıkıştırarak esas büyüklüğüne gölge düşürmüşlerdir!
3-Ebu Hanife’ye, görünürde re’y ve kıyas’ ile ilgili görüşlerini bahane ederek, ama gerçekte ileride de değineceğimiz gibi Ehl-i Beyt taraftarlığı yüzünden yöneltilen eleştiriler ve yapılan ithamlar, tam bir linç havasına dönüştürülmüş ve işi onun küfrüne kadar götürmüşlerdir! Saldırılar sadece ulema ve aydınlarla sınırlı kalmamış, hatta halk tabakalarına kadar yayılmıştır. Saltanatın ve Saltanat ulemasının da desteğiyle sistemli propagandalarla Ebu Hanife’nin bir din tahripçisi olduğu, peygamber ve sahabeden gelen yolu bozduğu, hadisleri dışladığı, hatta peygamberden daha bilgili olduğunu iddia ettiği propagandası kitleler arasında yaygınlaştırılmıştır. Saltanatın ve Saltanat ulemasının, tek suçu Ehl-i Beyt’i sevmek olan bir âlime neler yapabileceklerini görmek ve de ibret almak için aşağıda çok azını aktaracağımız sözlere bakmamız lazım.
4-Tarihin kayıtlarında da yer aldığı uzere, Ebu Hanife hakkında Saltanatın Irak halkının dillerinde onu hicvettirdiği şiirlerden yalnızca birisi şöyledir:
“ Bana söylediklerinde yalancılık etmişsen, Ebu Hanife ve öğrencisi Züfer’in yalancılık günahını düşün. Azgın bir biçimde kıyascılık yaptılar, ümmetin yolundan, peygamber’in sünnetinden uzaklaştılar. Ülke başıboş kaldı da böyleleri keyiflerince at koşturdular. Ve nihayet, bozgun ortalığı sardı, artık başka bir şey beklemeyelim.” (İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, 2/897)
İmam Malik gibi bir şahsiyet de onun hakkında şöyle söylemiştir: “ Ebu Hanife bu ümmetin karşısına kılıçla çıksaydı, şu kıyas ve re’y yoluyla verdiği zarardan daha az zarar verirdi.” ( İbn Abdilberr, aynı eser, 2/1079)
Tarihe bakıldığında, Ehl-i Sünnet’in önde gelen fıkıh ve hadis âlimleri, Ebu Hanife’yi açıkça Ehl-i Beyt tarafgirliğiyle suçlama cesaretini gösterememişlerdir ve dönemlerinin Sultanlarına karşı koymasından dolayı da yanında yer almaktan çekinmişlerdir. Saltanat nimetlerinden yararlanmak içinse onun hakkında “re’y ehli, kıyasçı” gibi tabirler dışında, bir de “Hadis konusunda zayıftı” gibi bir karalama kampanyası da başlatmışlardır. Hatib el-Bağdadi de, kendi eserinde onu: “ Re’y ehlinin önderi” olarak tanıtıyor ve birkaç satır ileride de Ebu Hanife’nin bir Hıristiyan babanın çocuğu olduğunun kayda geçiyor!
Yine Hatib Bağdadi kendi eserinde daha da ileri giderek şu sözleri de naklediyor: Süfyan es-Sevri Ebu Hanife hakkında şöyle diyordu: “Bu Ümmet içinde, Ebu Hanife’den daha uğursuz birini analar doğmadı” (Hatib el-Bağdadi, 13/386)
Yine aynı Süfyan şöyle söylemiştir: “ İslam bünyesine, Ebu Hanife’nin yerleştirdiği şerden daha büyük bir şer yerleştirilmedi” (Hatib el-Bağdadi,13/397)
Yine şöyle demiştir Süfyan: “ Ebu Hanife hem daldır hem de mudıll. Yani hem kendisi doğru yoldan sapmıştır hem de başkalarını saptırmıştır”. ( Hatib el-Bağdadi, 13/410)
Süfyan es-Sevri gibi büyük bir şahsiyet de Ebu Hanife hakkında şöyle der: “ Zındıklığından dönmesi için iki kez, kâfirliğinden dönmesi içinse defalarca tövbeye çağrıldı”. (Hatib el-Bağdadi,13/382-383)
Yine büyük isimlerden biri olan Ebu Davud Süleyman es-Sicistani (ölm.275 h.) şöyle der: “ İmam Malik, Şafii ve İbn Hanbel, Ebu Hanife’nin dalalet içinde olduğunda ittifak etmişlerdir”. ( Hatib el-Bağdadi, 13/383-384)
Yine Ehl-i Sünnet’in Kur’an’dan sonra dinin en büyük kaynağı olarak kabul ettikleri “es-Sahih” adlı kitabın müellifi İmam Buhari (ölm.256 h.) de Ebu Hanife hakkında “ güvenilmez adam”, “ sapık Mürcie mezhebine mensup”, “küfründen dönmesi için iki defa tövbeye çağrılan adam” gibi hakaretli sözler sarfetmiştir.(bk. Buharî, et-Tarihu’l-Kebir,8/81, et-Tarihu’l-Evsat, 2/93, Kitabu’z-Zuafa 132; İbn Abdilberr, el-İntiga,149)
Ve yine Ehl-i Sünnet’in ünlü muhaddis ve fakihlerinden Süfyan b. Uyeyne (ölm.198 h.) Ebu Hanife’nin ölüm haberi kendisine geldiğinde, Buhari’nin de anılan eserinde kaydettiği şu sözü demiştir Ebu Hanefi’ye:
“ Allah ona lanet etsin! İslam’ın can damarlarını bir bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha şerir biri doğmamıştır.” ( İbn Abdilbirr, el-İntiga, 149-150)
İşte bu ve bunun gibi daha birçoğunu nakletmediğimiz Ehl-i Sünnet’in ağır toplarından sayılan İbn Ebi Davud, İmam Evzai, İmamu’l-Haremeyn lakabıyla anılan İmam Cüveyni, İbn Ebi Leyla, İbn Hibban, ünlü fakihlerden Hammad b.Seleme ve diğer birçoklarının sözleri çok dehşet vericidir. Bu iddialara göre, Ehl-i Sünnet’in mezhep imamlarından üçü ve diğer ağır topları, aynı Ehl-i Sünnet’in en büyük mezhep kurucularından biri olan Ebu Hanife’nin dalalet içinde olduğunda ( yani kâfirlik sınırına geldiğinde) ittifak etmişlerdir! Acaba neden?
Bunun nedenini Ebu Hanife’nin kendisi açıklamış ve Bükeyr b. Mâruf’a şöyle demiştir:
“ Hayatımda hiç kimseyi kötülükle anmadım. Bizi sevmeyenlere gelince, onların her birinin bir sebebi var: Mekkeliler bizi sevmiyor, çünkü biz, Kur’an’da neshedilen ayetlerle ilgili rivayetlerine karşı çıkıyoruz. Medineliler bizi sevmiyor, çünkü biz yağmur suyu ve meyve sularıyla abdestin caiz olduğunu söylüyoruz ve onlara göre bu fetvamızla onların namazlarını ifsat ediyoruz. Şamlılar bizi sevmiyor, çünkü biz, ‘Hz. Ali veya Muaviye’nin ordusundan birine katılmamız söz konusu edilse Ali’nin askerleri arasına katılırız’ diyoruz. Hadisçiler bizi sevmiyor, çünkü biz Ehl-i Beyt’i seviyor, hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunuyoruz.” (Kerderi, Menakıb, 275)
İşte Ebu Hanife’ye neredeyse Ehl-i Sünnet’in büyük âlimlerinin tamamına yakınının düşman olmasının ana ve ortak sebebinin nelerin olduğunu, tarih tartışmasız bir biçimde ortaya koymuştur ve maalesef ona saldıranlar isim listesinde yer alanların önemli bir kısmı da, onun mezhebine mensup ve kendisinden yararlanmış kimselerdir. Hatta en ünlü öğrencisi Ebu Yusuf dahi hocası Ebu Hanife’yi Cehmiye mezhebine mensup olmakla itham eden tek kişiydi. Ebu Yusuf’a soruyorlar : “Ebu Hanife Mürcie mezhebinden miydi?” Cevap veriyor : “Evet. Hem Mürcie mezhebinden hem de Cehmiye mezhebindendi.” “ Peki, madem öyleydi onunla ne işiniz vardı?” diyorlar. “ Bizim onunla beraberliğimizin sebebi iyi bir öğretici olmasındandı. İyi bir şey söylediğinde alıyor, kötü bir şey söylediğinde reddediyorduk.” (Hatib el-Bağdadi,13/375) Aynı soruya başka bir yerde de şöyle cevap veriyor : “ Ebu Hanife’nin huzuruna gidişimiz, fıkıh öğrenmek içindi, dinimizi öğrenmek için değil”. ( Hatib el-Bağdadi,13/386)
Bu beyanlar bize, öğrencisi Ebu Yusuf’un dahi Ebu Hanife hakkında iyi niyet taşımadığının bir göstergesidir. Bilindiği gibi Ebu Hanife’yi Kur’an’ın mahlûk olduğuna inandığıyla ilgili ilk suçlamayı da yine öğrencisi Ebu Yusuf yapmıştır. (Hatib el-Bağdadi, 13/378) Ve o dönemde Kur’an’ın mahluk olduğuna inanmak, o inanca sahip olan kişinin kanının mubah olmasına sebep olmaktaydı!
Ebu Hanife fıkhının tanınması için hayli gayret gösteren sadık öğrencileri, maalesef yazmış oldukları kitaplarında hocalarının o büyük siyasal mücadelesiyle ilgili tek satır yazmamışlardır. Tam aksine, o mücadelesini hatırlatacak her bahiste hocalarının aleyhine sözler söylemiş, onun esas misyonuna gölge düşürmüşlerdir. Çünkü Saltanatla iyi geçinmenin başka bir yolu yoktu. Ve onlar hocalarının ilminden yararlanıyor ama siyasal görüşlerinden sürekli şikâyet ediyorlardı! Mısırlı ünlü araştırmacı Ebu Zöhre bu hususla ilgili şu tespitini ortaya koyar:
“ Hilafet hakkındaki görüşünü ne onun kalemiyle yazılmış veya dikte edilmiş olarak ne de arkadaşlarının veya öğrencilerinin birinden rivayet edilmiş olarak bulabiliyoruz. Hâlbuki onun hayat, içinde bulunduğu devirle, maruz kaldığı takipler, onun muayyen bir siyasi görüşü olduğunu haber vermektedir. Onun hayatı, İmam Zeyd b. Ali Zeynelabidin ile diğer Şia imamlarıyla sıkı münasebetlerini göstermektedir. Ebu Hanife’nin ashabının (öğrencilerinin) sözleri de onun Hz. Ali evladına, Ehl-i Beyt’e candan bağlı olduğuna delalet eder. Ve onun takibe maruz kalması da bu yüzdendi. Fakat ne ona nispet edilen kitaplarda ne de ondan gelen rivayetlerde bunlara dair hiçbir şey bulamıyoruz. Hâlbuki o, ders halkalarında hilafete dair görüşünü zaman zaman her halde söylemiştir. O, Abbasilerin de aleyhindeydi. Hatta Nefsü’z-Zekiyye’nin kardeşi İbrahim, Mansur’a karşı ayaklandığı günlerde bunu alenen söylemiştir. Hatta talebesi İmam Züferi’nin ona şöyle dediği rivayet edilir: “ Vallahi sen bu yönetimlere karşı çıkıştan vazgeçmeyeceksin, dolayısıyla bir gün, ipin bizim boynumuza geçirilmesine de sebep olacaksın”. ( Ebu Zöhre,13)
İşte, buralardan baktığımızda diyebiliriz ki, İmam Hanefi’nin onca ilim ve irfanına rağmen zındık ve hatta kâfir ilan eden düşmanlığın arkasında, onun Ehl-i Beyt’e bağlılığı yatmaktadır.
Ebu Hanife, Ehl-i Beyt haklarını, onların halifeliğe layık olduklarını savunurken, onun bu savunması, Ehl-i Beyt’in ( Ali ve evlatlarının) bu makama herkesten önce layık oldukları gerçeğine dayandırılmıştır. Ebu Hanife’ye göre Emeviler ve destekçileri, hilafet makamını zorla ele geçirmişlerdir. Eğer onlar zor kullanmasaydı, ümmet Ehl-i Beyt evladını işbaşında tutacaklardı. Ve yine Ebu Hanife, Hz. Ali’yi, diğer gelenekçi Sünni ulemanın aksine hiçbir siyasal sıralamaya sokmadan ashabın en üstünü sayarken, vicdanının, ilminin, imanının ve marifetinin sesine kulak vermiştir. Hatta ömrünün son iki yılında Ehl-i Beyt’ten İmam Cafer Sadık’ın derslerine iştirak ederek, adeta kendini ve ondan önceki tüm içtihatlarını iptal ettiğini, tarihe kazımış olduğu şu ünlü sözüyle ortaya koymuştur : “ Lev la senetan, le haleke’n- Numan” (Şayet o iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu!) Ehl-i Sünnet’in ünlü âlimlerinde ve ağır toplarından biri olan “Alusi”, 1387 yılında Kahire’de Matbaatu Selefiyye’de basılan ‘ Muhtasar-ı Tuhefu’l-İsna Aşeriyye’ namındaki eserinin 8.sayfasında, Ebu Hanife’nin o ünlü sözünü şöyle açıklıyor: “ O iki yıl ki, o yıllarda ilim almak için İmam Cafer es-Sadık’ın meclisinde oturmuştur.” Evet, İmam Hanefi bu sözünde bir kurtuluştan bahsediyor, hem de o kurtuluşun gerçekleşmesi için iki yıl gibi bir zamanını harcadığını dillendiriyor. “Ben Cafer Sadık’ın yanında o iki yılı geçirmeseydim, kendimi Ehl-i Beyti Resulullah’ın yanında çek etmeseydim, önceki bilgilerimle helak olurdum” sözü, hayatını İmam Cafer Sadık ile noktaladığı çok muazzam bir itiraf ve büyük bir erdemliktir! Fakat her zaman olduğu gibi şimdi de kimi Saltanat uleması Ebu Hanife’nin bu sözünü de saptırmaya çalıştı. Kimisi o sözü Ebu Hanife’nin söylemediğini iddia etmeye kalkıştı, bunu ispat edemeyince de hemen o söze kılıf bulmaya gayret etti ve şöyle dediler : “Efenim Ebu Hanife İmam Cafer’den iki yıl ders almıştır ama, aldığı o ders tasavvuf ile ilgili dersti, yani Ebu Hanife hazretleri ömrünün son iki yılını nefsini arındırmak için Ehl-i Beyt’ ten olan İmam Cafer Sadıktan yararlandı ve kendini arındırdı, peşicekte o cümleyi söyledi”. Oysaki tasavvuf ve irfan erbabı insanlar çok iyi bilirler ki, o makama ulaşmış insanlar kendilerini asla ifşa etmez ve içinde bulundukları durumu kendilerine saklarlar. Ayrıca Tarih kaynaklarında ve İmam Cafer’den gelen rivayetlerde, onun tasavvufa karşı olduğu ve mutasavvıflarla yoğun mücadele ettiği de apaçık ortadadır. O halde tasavvufa karşı olan İmam Cafer’in, Ebu Hanefiyi “Sofi” yetiştirmesi nasıl mümkün olabilir? Özetlersek; acaba İslam tarihinde ilimde zirve yapmış, fakat bildiklerinin hak mı batıl mı olduğunu teste tabi tutmuş, bunun için yaşını başını göze almadan kendi yaşdaşı olmasına aldırış etmeden bütün nefsini ve enaniyetini ayakları altına almış ve sonunda da hakkı, hakkın evinde (Ehl-i Beyt’i Nebi’de) bulduğunu tarihe duyurmuş kaç tane âlim göstermek mümkündür? Böylesine bir âlim Emevi ve Abbasi Sultanlarına hedef olmayacak ta ya kim olacaktır? Böylesi bir âlim, Saltanat yardakçıları tarafından küfürle itham edilmeyecek te ya kim edilecek? Aynı Saltanat değil miydi ki, Ebu Hanife’nin rehber edindiği İmam Ali gibi şahsiyete elli yedi yıl, hem de İslam coğrafyasının tüm camilerinde, hem de Cuma namazlarında –hâşâ- Ali kâfir oldu diye lanet okutturdular! Aynı Saltanat uleması değil miydi ki on binlerce camilerde Ali ve evlatlarına laneti okuyup Müslüman cemaate de “Amiiin” dedirttiler? Aynı Saltanat değil miydi Resulullah (s.a.v) ın gönlünün meyvesi ve cennet gençlerinin efendisi olan İmam Hüseyn’in ve 17 tane Haşimî seyitlerin kafasını kadın ve çocuklarının gözleri önünde kesip, çadırlarına ateş verip, körpecik yavrularını esir alanlar ve yine o Saltanat uleması değil miydi onların katlinin caiz olduğu fetvasını Kur’an ve Sünnet’ten çıkartanlar. Tabi ki Ebu Hanife ne Ehl-i Beyt’tendi ve ne de Ali gibi bir konuma sahipti. Ali ve evlatlarına o zulmü yapan Sultanlar ve yardakçıları olan Saltanat İslamcıları, bunu Ebu Hanife’ye daha kolay yapabilirlerdi. Nitekim de yaptılar. Bir taraftan güdümlerindeki ulemaya onun zındık, kâfir, sapık olduğuna fetva verdirttiler, diğer taraftan da zindanlara salıp bol işkence yaptıktan sonra kimi rivayetlere göre zehir verip şehit ettiler. Bunun için Ebu Hanife ile Ehl-i Beyt’in kaderi aynı olmuştur ve onu Ehl-i Beyt’e kader ortağı yapan şey, onun, Saltanat safından Ehl-i Beyt safına geçişidir. Daha açıkçası Ebu Hanife’nin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi, yalnızca dilde sevmeden öteye geçmeyen suni bir sevgi olmamıştır, kalbi derinliklerden gelen bir sevgi olmuş ve bunun böyle olduğunu, en değerli varlığı olan canını kurban vererek ispat etmiştir! Dolayısıyla yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ne Hanefiler hakkıyla Ebu Hanefi’yi anlayabilmişlerdir ve ne de Ehl-i Beyt safında yer alan Şialar onunla ilgilenmişlerdir! Onun için diyorum tarafsız ve vicdan sahibi tarihçilerin Ebu Hanife dosyasını yeniden ele alınıp, Ebu Hanife hakikatini yeniden araştırmaları gerekir! Kanaatimce Ebu Hanife’ye yapılan bu kadar zulümler ve ağır ithamlar, onun fıkıh veya kelamdaki görüşleri yüzünden olmamıştır, onun İmam Cafer Sadık ile tanışıp, iki yıl onun derslerine iştirak etmesinden ve o tarihi “levla senetan/ o iki yıl olmasaydı” sözünü söylemesinden ve yine Ehl-i Beyt’e düşman olanlara karşı sergilemiş olduğu siyasal tavrı ve fikirleri yüzünden olmuştur!
Şayet bu ulemanın Ebu Hanefe’ye saldırmalarının nedeni re’y ya da kıyasçılıktıysa, bu ikisinden diğer mezhep imamları da bir şekilde yararlanmışlardır, onlar için neden kimse bir laf etmemiştir?
Evet, Ebu Hanife’ye saldırıların nedenlerinde biri, onun akılcılığa kapı açması da olabilir, çünkü Ebu Hanife’den daha önce Mutezile ekolünü kuranlar açıkça akılcılığı öne sürmüş ve ondan hayli yararlanmışlardır. Onların böyle bir yola girmelerinde dolayı, onlar hakkında da :“ Mutzililer bu ümmetin Mecusileridir” diye bir hadis de uydurmuşlardır! O gün Mutezile ve Ebu Hanife’yi akıl nimetinden yararlandı diye ağır hakaretler eden o akılsızlar, acaba bu gün onların ne kadar da isabetli bir karar aldıklarını görselerdi ne derlerdi? Şüphesiz yine de aynı hakaretleri yaparlardı, çünkü o zihniyetin temsilcisi Selefiler hala aynı konumda değiller mi? Ne diyelim Rabbim akıl ihsan etsin!
Hasan KANAATLI
1959 yılında Kars/Bekler köyünde doğdu. İlkokulu burada bitirdikten sonra 1970 yılında Kars ve Iğdır da bulunan medreselerde Farsça öğrendi. 1971 yılında Irak’ta bulunan dünyaca ünlü Necef ilim havzasına yerleşti. Orada Sarf, Nahiv, Usul, Mantık ve Fıkıh gibi İlahiyat temel derslerinin öğrenimini aldı. 1977 yılında İran Kum ilim havzasında eğitimini sürdürdü. Orada da Tefsir, Dinler tarihi ve Felsefe derslerine katıldı. Daha sonra Türkiye’ye döndü. Kars İmam Hatip lisesini dışarıdan bitirdi. 1979 yılında İzmir’e yerleşti. Orada 2 yıl kadar dini faaliyetlerini sürdürdükten sonra tekrar Kars’a döndü. 1988 yılında İstanbul’a yerleşti. Kalem yayınevini kurdu. Gerek yurt içi ve gerekse de yurt dışında birçok konferans ve sempozyumlara katıldı. Kendisi de İstanbul Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi ile ortaklaşa Kur’an ve Ehl-i Beyt üzerinde uluslar arası sempozyumlar tertipledi. Sosyal, kültürel ve dini içerikli dernekler kurdu ya da kurulan derneklerin yönetiminde yer aldı. Çeşitli radyo ve televizyonlarda konuşmalar yaptı. On4 tv. De kendisi program yapımcılığında bulundu. Birçok makaleler yazdı. Arapça ve Farsçada 9 adet kitap çevirdi. Kendisi 6 cilt eser telif etti. Hasan Kanaatlı evli ve iki çocuk babasıdır. Arapça ve Farsça bilmektedir.