Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Ancak maalesef, yabancı düşmanın yanı sıra, bugün İslam toplumuna ve İslami uyanışa telafi edilemez darbeler vuran şey, tekfir fitnesidir. Gün geçmiyor ki tekfircilerin kirli elleri, hayali bahanelerle, Müslümanların pak ve temiz kanlarını yerlere dökmemiş olsunlar veya Müslümanların kimliğini ortaya koyan mukaddes mekanları yıkmamış olsunlar. Onlar, Havariç (Hariciler) gibi Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinden su-i istifade ederek, Müslümanları katletmekte ve (mallarını) yağmalamaktadırlar. İmam Ali’nin (aleyhi selam) ifadesi ile “Kelimetu’l hak yuradu biha el- batıl” (Söz doğrudur, ancak ondan batılı murat ediyorlar) Dini marifet ve bilgileri bidatçe yorumlarla, Müslümanların kan, mal ve namusuna saldırmaktadırlar. Onlar bazı hatalı işleri bir şekilde mezhep erbaplarına nispet vermekte, bazı avam halkın uygunsuz davranışlarını büyük göstererek, Müslümanlar arasında ihtilaf ve tefrika ateşini alevlendirmekte ve Müslümanların dini duygularını yaralamaktadırlar. Bu tür davranışların sonucunda Müslümanlar arasında ihtilaf ve kötümserlik gelişmekte ve yayılmaktadır.
Ehlibeyt (a.s) Mektebi takipçileri, taklit merciler ve ulemalar: İslam mezheplerinin kutsallarına hakarette bulunmayı ve öteki mezheplerin takipçilerini tekfir etmeyi caiz bilmemekte ve sarih bir şekilde bu amelin haram olduğuna dair fetvalar yayınlamaktadırlar. Ayrıca bir çok Şia âlim ve düşünürü, Müslümanların tekfir edilmesi ve İslam mezheplerinin mukaddesatına saygısızlık etmenin hürmeti konusunda bir birine yakın görüşler ortaya koymuşlardır.
Müslüman Düşünürler ve Tekfir Meselesi
Müslüman düşünürler açısından, Müslümanların tekfiri, oldukça eleştirilmiştir. Şia âlimleri, diğer Müslümanların tekfirinin haram olduğuna dair fetvalar yayınlamışlardır. Örneğin bunlardan Şeyh Saduk[1], Şeyh Hasan Sahib-i Cevahir[2], Ayetullah Hekim[3], Ayetullah Amuli[4] ve Allame Meclisi’ne işaret edebiliriz.
Şeyh Saduk şu şekilde inanmaktadır:
İslam, Şehadeteyne (Allah’tan başka ilah olmadığına ve peygamberin onun elçisi olduğuna) tanıklık etmekten ibarettir: Onunla, can ve malı korunur. Ve her kim “la ilahe illallah, Muhammeden Resulullah” derse can ve malı mahfuz olacaktır.[5]
Şia ulemalarının büyüklerinden Merhum Allame Seyyid Kazım Yezdi de şöyle demektedir:
Kâfir, ulûhiyet yahut tevhit yahut risalet yahut dinin zaruriyatından birini inkâr eden kişiye denir. Elbette dinin zaruriyatını inkâr etmek, onun o şeyin dinin zaruretinden olduğunu bilmesi durumundadır. Şöyle ki onu inkâr etmek risaleti inkâr etmeye dönüşmelidir.[6]
Ayetullah uzma Hoi’nin görüşüne göre ise:
İslam’ın tahakkukunda rolü olan ve taharet, can, mal ve başka şeylerin muhterem sayılmasına neden olan şeyler şunlardır: Allah’ın vahdaniyetine inanmak ve İslam fırkalarının inandığı nübüvvet ve Mead’a iman etmektir.[7]
Bu meyanda, Şia’nın görüşlerini açıklayan “El-Müracaat” ve “En-Nas ve’l İçtihat” kitaplarını kaleme alan Şia’nın büyük âlimi, Seyyid Abdu’l Hasan Şerefuddin’in tekfir fitnesini ve Şia ve Ehli sünnet nezdinde haram olduğunu inceleyen “El- Fusulu’l Muhimme fi Te’lifi’l Ummet”[8] adlı bir kitabı vardır.
Sünni dünyasında ise, İbn Hazm, tekfir konusundaki düşünceleri birkaç kategoriye ayırmaktadır. İbn Hazm, “El- Kelamu fi men yekfuru ve la yukferu” başlığı altında şunları yazmaktadır:
İnsanlar bu babda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, itikadi meselelerde veya kendilerine muhalif konularda fetva ve açıklamalarda bulunmuşsa onlara küfür nispeti vermişlerdir. Başka bir grup, kendi bakış açıları esasına göre, muhalif bazı görüşleri tekfir ve bazılarını ise fıska sebep olarak tanıtmışlardır. Başka bir grup ise, itikadi meselelerde onlara muhaliflerse onları kâfir saymışlardır, kendilerine muhalifleri ahkâm ve ibadette ne kâfir ne de fasık saymışlardır, bilakis onu mazur müçtehit olarak görmüşlerdir. Eğer hata etmişse niyetine göre mükâfatını alacaktır. Başka bir grup ise bu bakış açısını ibadette kabul etmiş, ancak itikadi meselelerde Allah’ın sıfatları konusunda muhalefet, küfürle ve eğer bunun dışında ise fasıklıkla sonuçlanır demişlerdir.[9]
İbn Hazm, daha sonra kendi ve büyük ehli sünnet ulemalarının görüşlerine değinmiştir:
Bir grup demiştir ki itikat veya fetva konularında muhalif görüşlere sahip olduklarından dolayı asla bir Müslüman’ı tekfir ve tefsık (fasıklık) etmeyiniz… Bu görüşü İbn Leyla, Ebu Hanife, Şafii, Sufyanı Sevri ve Davut bin Ali savunmaktadır. Bu görüşü her sahabenin görüşü olarak bilmekteyiz ve bu reyde hiçbir muhalefeti tanımıyoruz.[10]
İbn Hazm, daha sonra daha da ileri giderek şiddetle Hz. Peygamber efendimizden (s.a.a) nakledilen iki hadisi tezyif etmeye çalışmıştır. Bu rivayetler esasına göre “Murcie” ve “Kadariye” bu ümmetin Mecusileri olarak sayılmış ve ümmetin yetmişten çok fırkaya bölüneceği ve yalnızca içlerinden birisinin cennetlik olduğu öngörülmüştür. Daha sonra şöyle demektedir:
Ahat haberi hüccet olarak bilenler için bu hadisler senet olarak zayıftırlar, kaldı ki ahat haberi hüccet bilmeyenler için ise daha kötü.[11]
Ebu’l Hasan Eş’ari’nin öğrencilerinden Zahir Serahsi, şöyle rivayet etmektedir: Ebu’l Hasan Eş’ari, ölüm anında benim evimdeydi. Bana tüm yaran ve öğrencilerini bir araya toplamamı emretti. Hepsi bir araya geldiğinde onlara şöyle söyledi: Şahit olun ki ben hiçbir kıble ehlini günah işlediklerinden dolayı tekfir etmiyorum. Zira onların hepsi bir ilaha tapmakta ve İslam onların hepsini içine almaktadır.[12]
Şafii’den (Şafiilerin imamı) de bu konuda şöyle bir cümle nakledilmiştir:
“Ben, heva ehli hiç kimseyi günahından dolayı tekfir etmiyorum.”, “Ben, hiçbir kıble ehlini günahının etkisinden dolayı tekfir etmiyorum.” Ve “Ben, hitabiye dışındaki tüm bidat ehlinin şehadetini kabul ediyorum.”[13]
Ebu Cafer Tahavi’nin, bir çok ehli sünnet ulemasının çeşitli şerhler yazdığı “Akidetu Tahaviye” adlı kitabında şöyle yazmaktadır:
Kıble ehlini, değerli İslam Peygamberinin (s.a.a) talimlerine iman ettikleri sürece Müslüman ve mümin olarak adlandırırız… ve hiçbir kıble ehlini günah işlediğinden dolayı, onu helal saymadığı sürece tekfir etmeyiz.[14]
Kadı İyad –Altıncı yüzyılda yaşayan büyük Maliki alimi- şöyle demektedir:
Eğer bir kimse Allah hakkında Allah’ın şan ve azametiyle bağdaşmayan bir şey söylerse, ancak hakaret içerikli olmaz, Allah’ı reddetmez ve küfür kastı olmazsa, bilakis sözleri içtihadının eseri olursa, bu kişi bidat ehli olur. Ancak böyle birisinin tekfir edilme konusu selef ve halefin ihtilaf ettiği konulardandır.[15]
Molla Ali Kari’nin –on birinci yüzyılda yaşamış Hanefi âlimlerinden- dediğine göre İbn Hacer şu itikada sahipti:
Hak budur ki geçmiş ve şimdiki ulemaların çoğunun nazarına göre bizler asla bidat ve hava ehlini tekfir etmeyiz. Meğer onların söz ve amelleri sarih olarak küfür olmuş olsun. İltizami delalet gereği küfre hamledilmezler. Zira titiz ve itinalı görüşe göre, bir mezhebin gereği o mezhebin anlamı değildir. Bundan dolayı tarih boyunca Müslümanlar böyle insanlarla evlilik yapmış, ölülerine namaz ve onların definlerinin öteki Müslümanlar gibi Müslüman mezarlığında olmasına amel etmişlerdir. Zira onlar, her ne kadar hatalı ve günahkâr olsalar da onları fasık ve sapık olarak adlandırmalıyız, çünkü onlar kendi sözlerinde küfrü irade etmemişlerdir.[16]
Molla Ali Kari, Ebu Hanife’nin “Fıkhu’l Ekber” adlı kitabının şerhinde bazı ulemaların tekfir hakkındaki görüşlerini açıkladıktan sonra tüm görüşlerin ortak noktası olarak şöyle yazmaktadır:
Hiçbir kıble ehli tekfir edilemez. Kur’an’nın yaratıldığına inanların yahut Allah’ın rüyetini imkansız bilenlerin yahut şeyheyne (Ebu Bekir ve Ömer’e) küfür ve lanet edenlerin v.b. görüşleri benimseyenlerin tekfir edilmesi görüşü problemlidir. “El-Akaid” kitabını şerh edenin dediği gibi. Mevakif kitabına şerh yazan yazarın görüşüne göre, mütekellim ve fakihlerin cumhuruna göre hiçbir kıble ehli tekfir edilemez.[17]
Daha sonra hava ehlini tekfir eden ve tekfiri men edenlerin görüşlerinin ortak noktası olarak İbn Hammam’ın görüşüne göre “Şerhu’l Hidayet” kitabında şöyle yazmaktadır:
Bil ki zikrettiğimiz heva ehlinin küfür hükmünün, Ebu Hanife ve Şafii tarafından sabit olan kıble ehli tekfir edilmez görüşüyle nispeti şöyledir; bu tür inançlar zati olarak küfürdür, bu sözü söyleyen de küfür söylemiştir, ancak kendisi tekfir edilmez. Zira onun görüşü hakikate ulaşmak için gösterdiği çabanın –içtihat- bir neticesidir…[18]
Şafii’lerin büyük ulemalarından Takiyuddin Subki, şöyle demektedir:
Bil ki ey kardeş! İman ehlinin tekfiri hakkında görüş belirtmek ve teşebbüste bulunmak zor ve problemli bir iştir. Her kim kalbinde iman sahibi ise, heva ve bidat ehlinin tekfiri onun için tehlikelidir. Çünkü onlar “La ilahe illallah, Muhammeden Resulullah” demektedirler. Başkalarını tekfir etmek, korkunç, tehlikeli ve risklidir…[19]
Başka bir yerde ise Gulat, bidatçı, heva ehli, mütekellim ve filozoflarla ilişkiler konusunda kendisine yöneltilen soruya şu şekilde cevap vermektedir:
Bil ki her kim Allah azze ve celle’den korkarsa, asla ‘la ilahe illallah, Muhammeden Resulullah’ diyen birisini tekfir etmeye cüret edemez, ağzını açamaz… asla kimse başkasının tekfirine hüküm veremez. Ancak şahsın kendisi dinin asıllarından dışarı çıkar ve şahadeteyni inkâr eder ve bilahare İslam dininin dairesinin dışına çıkarsa o başka.[20]
Ehli Sünnetin büyüklerinden bazıları hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki Havariç gibi grupların tekfirinden bile kaçınmışlardır. Sahihi Müslim’in şarihi şöyle yazmaktadır:
Bil ki hak ehlinin mezhebi (yolu ve görüşü) şudur ki kıble ehlinden kimse günahından ötürü tekfir edilmez. Heva ve bidat ehli, örneğin Hariciler ve Mutezile vb. gibi gruplar bile tekfir edilmez. Fakat İslam dininin zaruretlerinden bir şeyi inkâr edenler, ancak mürtet ve kafir olarak sayılabilirler.[21]
Devam edecek…
ABNA24.COM
...................................................................................................
[1] — Şeyh Saduk, “El-Hidayet fi Cevamii’l Fıkhıyye”, s. 47.
[2] —Muhammed Hasan Necefi “Cevahiru’l Kelam fi şerhi şeraiu’l İslam”, c. 6, s. 58.
[3] —Seyyid Muhsin Hekim, “Mustemsik Urvetu’l Vuska”, c. 2, s. 123.
[4] —Muhammed Taki Amuli, “Misbahu’l Huda, fi şerhi Urvetu’l Vuska”, c. 1, s. 410 ve 411.
[5] —Şeyh Saduk, “El-Hidayet”, s. 47.
[6] —Seyyid Muhammed Kazım Yezdi, “El- Urvetu’l Vuska”, c. 1, s. 69.
[7] —Seyyid Ebu’l KFasım Hoi, “El-Tankih”, c. 3, s. 62.
[8] — Bu kitap merhum Şerefuddin’in 1327 yılında kaleme aldığı ilk kitabıdır. Bu eser, vahdet konusunun Üstat Şerefuddin’in yanında ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır ki ilk kitabını bu alanda yazmıştır. Ağa Bozorg Tahrani’nin dediğine göre, Şeyh Şerefuddin “El- Fusulu’l Muhimme” kitabını yazdıktan sonra ömrünün sonuna kadar bu konuyu takip etmiş, bunun için en fazla çaba ve telaş göstermiştir. Ağa Bozorg Tahrani, Lübnan’ın Sayda kentinde 1330 yılında “Tabakat-u İ’lamu Şia” kitabını yazdıktan sonra kitabın birinci baskısında üçüncü bölümünün birinci cüz, 1080’ninci sayfasında kitabı on fasıldan oluşan bir ciltlik bir kalıpta aşağıdaki muhtevada ele aldı: “Ayet ve rivayetlerde içtima ve vahdetin önemi”, “İslam ve imanın anlamı”, “Şahadeteyni söyleyenlerin kan ve mallarının muhterem olduğunu rivayet eden hadisler”, “İmamların tekidi: Ehli sünnetle muaşeret”, “Muvahhitlerin Kurtuluş Hadisleri”, “Ehli sünnet büyüklerinin tevhit ehlinin imanına fetvaları”, “Geçmiştekilerin içtihadı ve adaletlerinin sübutu”, “Şiaların tekfirinin nakli”, “Şia’ya atılan uygunsuz nispetler” ve “İftirak ve ayrılık sebepleri.” Bundan sonra yine müellif, kitabın yedinci ve on birinci faslında “Rivayetlerde Şia’nın müjdelenmesi” ve “Cahiliyet asabiyetine son” başlıkları altında bu iki bölümü de konulara eklemiştir.
[9] — Ali b. Muhammede (İbn Hazm), “El- Faslu fi’l Milel ve’l Ahva’u ve’n Nihel”, c. 3, s. 291, “El- Kelamu fi men yekfuru ve la yukferu”
[10] —A.g.e, s. 292.
[11] — Seyyid Abdu’l Hüseyin Şerefuddin, “El- Fusulu’l Muhimmet fi Te’lifi’l ümmet”, s. 38.
[12] — A.g.eserden naklen, s. 32.
[13] — A.g.eserden naklen, s. 32.
[14] — Ebu Cafer Tahavi, “Akidetu Tahaviye; Beyanu itikadu Ehli sünnet ve’l cemaat”, s. 20 ve 21.
[15] — Ebu’l Fadl İyad el Haysi, “Eş-Şifa Beta’rifi Hukuki’l Mustafa”, c. 2, s. 272.
[16] —Molla Ali Sultan El Kari, “Mirgatu’l Mefatih Şerhi meşkuti’l Mesabih”, c. 2, s. 284.
[17] —Aynı yazı, “Menhu’r ruzu’l ezher fi şerhi’l Fıkhı’l ekber”, s. 425.
[18] —A.g.e, s. 428.
[19] —Seyyid Abdü’l Hüseyin Şerefuddin, “El- Fusulu’l Muhimmet fi Te’lifi’l Ummet”, s. 28.
[20] —A.g.e, s.29.
[21] —Yahya bin Şeref en- Nevevi, “Serhi Sahihi Buhari”, c. 1, s. 213.