Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Kur’an :
“Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kızın hissesi kadar tavsiye eder. Eğer kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Eğer bir ise yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa ana babadan her birine altıda biri; çocuğu yoksa ve anası babası ona varis olursa anasına üçte bir düşer. Ölenin kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir. (Bütün bunlar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, hikmet sahibi olandır.”[1]
Bak. Nisa, 7-12, 32-33, 127,176; Meryem, 6, Neml, 16, Fecr, 19
Tebersi Mecme’ul-Beyan’da şöyle diyor: “Cabir b. Abdillah’dan şöyle dediği nakledilmiştir: “Ben hastalandım, Resululullah (s.a.a) ve Ebu Bekir yaya olarak beni ziyarete geldiler. Bu esnada ben kendimden geçtim. Peygamber bir miktar su istedi, abdest aldı, ondan bir miktarını üzerime serpti, ben kendime geldim ve şöyle arzettim: “Ey Allah’ın Resulü! Malıma ne yapayım?” Resulullah (s.a.a) sustu, bu esnada benim hakkımda mevaris (miraslar) ayeti nazil oldu.”
Bazıları şöyle demişlerdir: “Bu ayet şair Hassan’ın kardeşi Abdurrahman hakkında nazil olmuştur. Sebebi de şuydu: O vefat etti ve geriye bir eş ve beş kardeşi kaldı. Varisleri gelip malını kendileri için aldılar, eşine bir şey kalmadı. Abdurrahman’ın eşi, bu konuyu Allah Resulüne (s.a.a) şikayet etti. Bu esnada Allah mevaris (miraslar) ayetini nazil buyurdu. Bu görüş, Sediyy’den nakledilmiştir.
Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Miras ölen kimsenin çocuklarına ait idi, vasiyet ise baba, anne ve akrabalara özgüydü. (Yani ölen kimse malından anne babasına ve akrabalarına bir şeyin ulaşmasını istiyorsa, vasiyet etmeliydi) Ama Allah bu kanunu iptal etti ve mevaris (miraslar) ayetini nazil buyurdu. Daha sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah miras tayini işini mukarreb bir meleğe veya mürsel bir peygambere bırakmak istemedi. Aksine şahsın geriye bıraktığı malların bölüştürülmesini bizzat üstlendi. Her haklının hakkını ona eda etti.”Bu görüş İbn-i Abbas’tan nakledilmiştir.”[2]
Cabir b. Abdillah şöyle diyor: “Resulullah ve Ebu Bekir Beni Seleme ile birlikte yaya olarak beni ziyarete geldiler. Peygamber benim bir şey derk etmediğimi anlayınca, bir miktar su istedi, abdest aldı, daha sonra onu yüzüme serpti. Ben kendime geldim ve şöyle arzettim: “Ey Resulullah! Malıma ne yapmamı emredersiniz?” Bu esnada şu ayet nazil oldu: “Yusikumullah...”[3] (Allah size vasiyet eder.)” [4]
İmam Sadık (a.s), “neden erkek çocuğunun miras hakkı kız çocuğunun iki katıdır?” diye sorulunca şöyle buyurmuştur: “Çünkü kadına ne savaş cephelerine gitmek farzdır, ne bir nafaka vermek, ne de diye ödemek. Bütün bunlar erkeklerin sorumluluğuna bırakılmıştır.”[5]
İmam Askeri (a.s), hakeza aynı soruya cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Kadının boynunda ne cihat vardır, ne nafaka, ne de diye. Aksine bu görevler erkeğin sorumluluğuna bırakılmıştır.”
Ravi şöyle diyor: “İçimden şöyle dedim: “Daha önce bana söylendiği üzere İbn-i Ebi’l-Evca da bu soruyu İmam Sadık’a (a.s) sormuş, o da aynı cevabı vermişti.”Ebu Muhammed (a.s) bana yöneldi ve şöyle buyurdu: “Doğrudur, bu soru İbn-i Ebi’l-Evca’nın sorusudur ve hepimizin cevabı da birdir.”[6]
İmam Rıza (a.s), aynı soruya cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Kadınlara kalan mirasın erkeklerin payının yarısı oluşunun sebebi şudur ki, kadın evlenince alıcı, ama erkek vericidir. Bu sebeple de erkeklerin payı fazladır. Erkeğin payının kadının payının iki katı oluşunun bir diğer sebebi de şudur ki kadın eğer ihtiyacı olursa, erkeğin kefaleti altındadır ve erkek onun işlerinin giderini temin etmek ve nafakasını ödemekle mükelleftir. Ama kadın ne erkeğin geçimini temin etmekle mükelleftir, ne de erkeğin ihtiyacı olduğu taktirde ona nafaka verme görevi vardır. İşte bu sebeplerden dolayı Allah-u Teala erkeklerin payını arttırmıştır. Nitekim Aziz ve celil olan Allah da şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından infak etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hakimdirler” [7]
İmam Sadık (a.s) aynı soruya cevab olarak şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kadınlar için taktir ettiği mehir için…” [8]
Hişam b. Salim şöyle diyor: “İbn-i Ebi’l Evca, Muhammed b. Ebi Nu’man-i Ehvel’e şöyle dedi: “Bu zayıf ve çaresiz ne suç işlemiştir ki sadece (mirastan) bir payı vardır, ama güçlü ve zengin olan erkeğin iki payı vardır?” Ehvel şöyle diyor: “Ben bu sözü İmam Sadık (a.s) için naklettim. İmam şöyle buyurdu: “Zira kadın ne diyet ödemekle mükelleftir, (kadının) ne nafaka vermesi farzdır, ne de cihat etmesi. İmam başka hususlarda sıraladı. Bütün bu görevler erkeğin sorumluluğundadır. Bu sebeple erkek için iki pay, kadın için ise bir pay göz önünde bulundurulmuştur.”[9]
1-Mirasın Ortaya Çıkışı
Miras, yani hayattaki bazı kimselerin ölünün bıraktığı mala sahip olmaları, insan toplumlarında geçerli olan en eski geleneklerden biridir. Ümmetlerin ve milletlerin elimizdeki tarihleri bu geleneğin ne zaman başladığını göstermekten acizdir.
Miras olayının bir gelenek olmasının yanı sıra işin tabiatı da bunu gerektiriyor. Çünkü toplum halinde yaşayan insanın tabiatını dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki o, sahipsiz malı kendi ihtiyaçları için kullanma konusunda istekli ve arzuludur. Engelsiz olarak sahip olabildiği malı kullanmak onun en köklü adetlerindendir. Yine şunu görüyoruz ki, gerek ilkel toplumları, gerekse uygar toplumları icat eden insan, toplumdaki fertler hakkında (akrabalık ve öncelikle sonuçlanan) yakınlık ve velayeti geçerli tanır. Akrabalığı ve veliliği ortaya çıkaran bu geçerlilik aile, oymak, aşiret ve kabile gibi gruplaşmaların temel dayanağını oluşturur.
Buna göre toplumda bazı fertlerin kendilerini birbirlerine yakın saymaları kaçınılmazdır. Evladın ana babasını, akrabanın akrabasını, arkadaşın arkadaşını, efendinin kölesini, eşlerin birbirlerini, yönetenin yönetileni, hatta güçlünün zayıfı kendine yakın hissetmesi gibi. Gerçi toplumlarda bu yakınlığın ölçüsü kimi zaman neredeyse belirlenemeyecek derecede farklılık gösterir. Fakat her toplumun fertleri arasında bu ilişki vardır. Bu iki olgu mirasın en eski sosyal geleneklerden biri olmasını gerektirmiştir.
2-Mirasın Tedrici Değişimi
Miras, toplumun diğer gelenekleri gibi ortaya çıktığından beri çeşitli değişmelere uğramış, birçok gelişmeler göstermiştir. Fakat ilkel toplumlarda istikrar olmadığı için onların tarihlerinde bu gelişimin düzenli aşamalarını güvenilir biçimde belirlemek zordur.
O toplumlar hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz şudur: Onlar kadınları ve zayıfları mirastan mahrum tutuyorlardı. Onlarda miras güçlülere mahsus bir imtiyazdı. Bunun tek sebebi o toplumların kadınlara ve köle, çocuk gibi zayıf fertlere evcil hayvan ve eşya muamelesi yapmaları idi. Onlara göre bunlar insanların kendilerinden yararlanmaları için vardırlar. Yoksa onların insanlardan, insanların elindeki imkanlardan ve insana mahsus sosyal haklardan yararlanmaları söz konusu değildir.
Bununla birlikte bu toplumlarda güçlünün kim olduğu konusu dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Kimi zaman oymak veya aşiret reisi, kimi zaman aile reisi, başka bir dönem kavmin en yiğit, en kabadayı kişisi güçlü sayıldı. Bu farklılıklar doğal olarak miras geleneğinde köklü değişikliklerin görülmesini gerektirmiştir.
Fakat bu gelenekler insan fıtratının aradığı mutluluğu temin edemedikleri için sık sık değişikliğe uğruyorlardı. Hatta Romalılar ve Eski Yunanlılar gibi kanunlara veya kanunların yerini tutan oturmuş milli geleneklere sahip toplumlarda bile durum böyle idi. Milletler arasında egemen olan hiç bir miras kanunu, İslam’ın miras kanunu gibi günümüze kadar yaşayamamıştır. İslam’ın (miras) kanunu ortaya çıkışından günümüze kadar yaklaşık on dört yüz yıldan beri İslam milletleri arasında yürürlükte kalmıştır.
3-Uygar Milletlerde Miras
Romalıların özelliklerinden biri de aileye bağımsızlık tanımaları idi. Bu bağımsızlık aileyi toplumun genelinden ayırıyor, fertlerine ilişkin sosyal hakların çoğunda onu hükümetin nüfuzundan koruyordu. Böylece aile emirler, yasaklar, cezalar ve siyaset gibi alanlarda bağımsız yaşıyordu. Aile reisine eşten, çocuklardan ve kölelerden oluşan ev halkı tapardı. Ev halkı içinde tek mülk sahibi oydu. O sağ oldukça ondan başka hiçbir aile ferdi mülk sahibi olamazdı. O aile fertlerinin velisi, hayatlarının düzenleyicisi idi. Onlara ilişkin iradesi mutlak anlamda geçerli idi. O da atası olan eski bir aile reisine tapardı.
Eğer bir aile miras elde ederse; örneğin aile reisinin izni ile dışarıda mal kazanan oğullardan biri ölürse veya aile reisinin izni ile evlenen kızlardan veya akrabalardan biri ölür de başlık olarak geriye mal bırakırsa, bu miras aileye kalır ve bu mirasın maliki aile reisi olurdu. Çünkü bu durum onun aile reisliğinin, aile ve ev halkına yönelik mutlak mülkiyetinin gereği sayılıyordu.
Aile reisi ölünce, oğullarından veya kardeşlerinden biri ona mirasçı olurdu. Bunun için yeni aile reisinin bu göreve layık olması ve ölen reisin oğulları tarafından mirasçılığının tanınması gerekirdi. Eğer oğullar aileden ayrılarak yeni bir aile kurarlarsa, kurdukları ailenin reisi olurlardı. Eğer eski ailelerinde kalırlarsa yeni aile reisi ile (mesela kardeşlerinden biri ile) aralarındaki münasebetleri, babaları ile aralarındaki eski münasebetleri gibi olurdu. Yani yeni aile reisinin yönetimi, mutlak veliliği altına girerlerdi.
Romalı aile reislerine üvey oğulları da varis olabilirdi. Çünkü cahiliyye dönemi Araplarında olduğu gibi Romalılar arasında da evlat edinme geleneği geçerli idi.
Kadınlara yani eşlere, kızlara ve annelere gelince onlar mirasçı olmazlardı. Gerekçe de onların evlenerek başka bir aileye gitmeleri ile aile malının dışarıya gitmemesi idi. Romalılar servetin bir aileden başka bir aileye geçmesini caiz görmüyorlardı. Araştırmacılardan biri bu olguyu belirledikten sonra “Romalılar bireysel mülkiyeti değil, sosyal mülkiyeti benimsiyorlardı.” diyor. Kanaatime göre bu mülkiyet tarzının kaynağı sosyalist mülkiyetten farklı bir şeydir. Çünkü ilkel toplumlar en eski çağlardan beri sahibi oldukları meralara ve verimli topraklara başka toplumların ortak olmalarına karşı çıkarlar, söz konusu arazilerini korurlardı. Bu uğurda savaşırlar, koruluklarına başkalarını sokmazlardı. Bu mülkiyet bir tür sosyal mülkiyet idi. Söz konusu mülkün sahibi toplumun fertleri değil, toplumun kendisi idi. Bununla birlikte bu mülkiyet tarzı toplumdaki her ferdin bu kamu mülkünün bir bölümüne özel olarak sahip olmasına engel sayılmıyordu.
Bu mülkiyet biçimi sağlıklı bir geçerliliğe dayanıyor. Fakat ilkel toplumlar onu dengeli ve yarar sağlayıcı biçimde kullanamadılar. İslam bu mülkiyet anlayışını daha önce belirtildiği gibi muhterem saydı. Yüce Allah, “O yeryüzündeki varlıkların tümünü sizin için yarattı” [10] buyuruyor. Buna göre Müslümanlardan ve (Müslümanların) zimmeti altında bulunan gayri Müslimlerden oluşan insan toplumu bu anlamda yeryüzünün servetinin malikidir. Bundan dolayı İslam, kafirin Müslüman’a mirasçı olmasını caiz görmez.
Bu bakış açısının izlerini ve örneklerini günümüzün bazı milletlerinde görebiliriz. Bu milletler topraklarının ve gayri menkullerin yabancıların eline geçmesini ve onların bunlara malik olmasını caiz görmezler.
Eski Romalılarda aile, bağımsız ve kendine yeterli bir birim kabul edildiği için bağımsız toplumlarda ve ülkelerde geçerli olan bu eski gelenek onlarda da geçerli olmuştur. Roma ailelerinde bu geleneğin yakınlarla evlenmeyi yasaklayan gelenekle birlikte uygulamasının sonucunda iki akrabalık türü ortaya çıktı. Biri kan ortaklığına dayanan doğal akrabalıktı. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, yakınlar arasında evliliğin yasak ve yakınların dışında kalanlar arasında serbest oluşu idi. İkinci tür akrabalık resmi ve yasal akrabalık idi. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, mirasçı olup olmama, nafaka, velilik vb. şeyler idi. Oğlanlar aile reisine ve birbirlerine nispetle hem doğal hem de resmi akrabalığa sahip idiler. Bütün kadınlar ise sadece doğal akrabalığa sahiptiler, yasal akrabalığa sahip değillerdi. Bunun sonucu olarak kadın ne babasının, ne oğlunun, ne kardeşinin, ne eşinin ve ne başkasının mirasçısı olabiliyordu. Eski Romalıların geleneği bu idi.
Eski Yunanlılardaki aile yapısının durumu, yaklaşık olarak eski Romalılardaki gibi idi. Eski Yunanlılarda en büyük erkek evlat mirasın tümünü alırdı. Kadınlar eş, kız ve kız kardeş olarak mirastan mahrum tutulurdu. Küçük erkek evlatlar ile diğer küçükler mirastan pay alamazlardı. Fakat eski Yunanlılar tıpkı Romalılar gibi küçük yaştaki erkek evlatların, sevdikleri eşleri ile kızların ve kız kardeşlerini miraslarından az ya da çok yararlandırabilmek için vasiyet ve benzeri formülleri kullanırlardı. Vasiyet konusunu ileride ele alacağız.
Hintliler, Mısırlılar ve Çinlilere gelince, kadınların kayıtsız şartsız biçimde mirastan mahrum tutmaları, küçük yaştaki erkek çocuklarının miras dışı tutulmaları veya velilik ve gözetim altında tutulmalarına ilişkin gelenek yaklaşık olarak eski Yunanlılar ile Romalılarda olduğu gibi idi.
Eski İranlılara (Perslere) gelince, onlar daha önce belirtildiği üzere yakınlar arasında evliliği, çok eşliliği ve evlat edinmeyi caiz görüyorlardı. Kimi zaman erkeğin en sevdiği eş, erkek evlat yerine geçer ve bir erkek evlatlık gibi kocanın mirasını alırdı. Böyle bir durumda böyle bir eş, kocanın diğer eşlerini miras dışı bırakırdı. Ailenin malı dışarıya gitmesin diye evli kız, babasından miras alamazdı. Evlenmemiş kızlar ise, oğulların yarısı kadar miras payı alırlardı. Yaşça küçük eşler ile evli kızlar mirastan mahrum tutulurken büyük yaşta olan eş, erkek evlat, evlatlık ve evlenmemiş kız çocuğu mirastan pay alırdı.
Araplarda ise, kadınlar ve küçük yaştaki erkek evlatlar kesinlikle miras dışı tutulurdu. Ata binmeyi beceren, aşiret ve aile savunmasında görev yapabilen yetişkin erkek evlatlar mirasçı olurlardı. Yoksa miras uzak akrabalara geçerdi.
İşte miras ayetleri indiğinde dünyanın durumu bu idi. Bu durum çeşitli milletlerin adetlerini, geleneklerini ele alan tarih kitapları ile seyahat ve hukuk eserlerinde anlatılıyor. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu kaynaklara başvurabilirler.
Yukarıdan beri anlatılanların özeti şudur: O günkü dünyanın yerleşik geleneğine göre kadınlar eş, anne, kız evlat ve kız kardeş sıfatı ile miras dışı tutulmuştu. Kadınlar ancak başka değişik sıfatlarla mirasçı olabiliyorlardı. Küçük yaştaki erkek çocuklar ile yetimler de ancak bazı durumlarda ve bir velinin sürekli gözetimi altında tutulmak kaydı ile mirasçı olabilirlerdi.
4-Bu Ortamda İslam Ne Yaptı?
Defalarca tekrarladığımız gibi İslam kanunlarda ve hükümlerde hakkın temelini insanın onun üzerine yaratıldığı fıtrata dayandırır. Allah’ın yaratışını hiç kimse değiştiremez. İslam mirasçı olmayı fıtrat ve değişmez hilkat olan akrabalık esasına dayandırdı. Evlatlıklara mirasçı olma hakkı tanımadı. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir. Evlatlıkları öz babalarına nispet ederek çağırın. Bu Allah katında en doğru olanıdır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır.”[11]
İslam bunun arkasından vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak, mal alıp vermeye gerekçe olan bağımsız ve ayrı bir hüküm olarak adlandırıyor. Bu uygulama sadece bir isimlendirme farklılığından ibaret değildir. Çünkü miras ile vasiyetin her birinin ayrı bir kriteri, bağımsız bir fıtri dayanağı vardır. Mirasın kriteri akrabalıktır. Ölen kimsenin iradesinin bunda hiç bir rolü yoktur. Vasiyetin dayanağı ise, ölünün hayattayken sahibi olduğu mal üzerinde öldükten sonra (vasiyet yaptığı anda diyebiliriz) iradesinin geçerli olması ve bu tercihinin geçerli sayılmasıdır. Vasiyeti miras kapsamı içine almakla vasiyet, sadece bir adlandırmadan ibaret kalır, temel hükümde değişikliğe yol açmaz.
İnsanların, mesela eski Romalıların miras adını verdikleri uygulamaya gelince, bu adlandırma akrabalık veya ölünün iradesinden birine dayanmıyordu. Aslında onlar mirasta irade tercihini geçerli sayıyorlardı. Yani miras konusu malın bulunduğu ailede, o ailenin reisinin elinde kalması veya aile reisinin ölümünden sonra malının sevdiği kimseye geçmesi yolundaki iradesine uyuluyordu. Bu iki şıktan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin miras, iradenin geçerli sayılması esasına dayanmış oluyordu. Eğer akrabalığa ve kan bağı ortaklığına dayandırılsaydı birçok miras dışı bırakılanlar mirasçı olurken mirasçı sayılanların bir çoğu mirastan mahrum kalırlardı.
Bu iki kriteri birbirinden ayırdıktan sonra İslam mirasa yöneldi ve bu konuda şu iki ana temeli ölçü olarak aldı.
Bu iki temelden biri akrabalık temelidir. Bu temel insanın akrabaları ile arasında ortak olan unsurdur. Bu unsur açısından kadın-erkek veya küçük-büyük arasında fark yoktur. Hatta ana rahmindeki doğmamış çocuklar bile bu unsur açısından diğer akrabalar ile aynıdır. Yalnız bu unsurun etkileri farklıdır. Bu farklı etki yüzünden kimi akraba öne çıkarken kimi akraba arka planda kalır. Kimi akraba başka bir akrabayı miras dışı bırakır. Buna ölüye yakın veya uzak olma dolayısıyla akrabalığın güçlü ya da zayıf oluşu yol açar. Aracıların az ya da çok varolmaları ile yok olmaları da bu konuda bir başka sebeptir. Ölünün oğlu, erkek kardeşi ve amcası gibi. Bu ana dayanak mirasçı olmayı hakketmenin temel gerekçesidir. Yalnız akrabaların ilk ve son derecede yer alan kesimlerini göz önünde bulundurmak gerekir.
İslam’ın mirastaki ikinci temel ilkesi, erkek ve kadın farklılığıdır. Bu farklılık bu türlerden birinin akılla, öbürünün duygularla donanmış olmasının doğurduğu yapısal farklılıktan kaynaklanır. Erkek, doğası gereğince düşünce ve akıl yeteneği ağır basan bir insanken kadın heyecan ve ince duyguların mazharıdır. Bu temel ilke kadın ile erkeğin hayatlarında bariz bir etkiye sahiptir. Onların malları yönetmelerinde, onun ihtiyaçlar için kullanılmasında bu etkinin ağırlığı görülür. Bu temel ilke kadın ile erkeğin miras paylarının farklı olmasını gerektirir. Erkek evlat ile kız evlat, erkek kardeş ile kız kardeş gibi aynı derecede akrabalar olsalar dahi bu farklılık geçerlidir. İleride bu konuyu ayrıntılarıyla anlatacağız.
Birinci ilke, akraba kesimlerinin derecelerini belirler. Bunun için ölüye yakınlık ve uzaklık faktörü ölçü olarak alınır. Yakınlığı ve uzaklığı belirlerken aracıların yokluğuna, varsa azlığına ve çokluğuna bakılır. Buna göre ilk dereceden miras alan akraba tabakası, ölünün aracısız yakınlarıdır. Ölünün oğlu, kızı, babası, annesi gibi. İkinci dereceden miras alan akraba tabakası, erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Bu tabaka ile ölü arasında bağlantı kuran bir aracı vardır ki, o da ya anne ya baba veya her ikisidir. Üçüncü dereceden miras alan tabaka, amca, teyze, dayı ve haladır. Bu tabakayı ölüye iki aracı bağlar. Bunlar ölünün annesi, babası ile dedesi ve ninesidir. Kısacası miras derecelerinde ölçü bu şekildedir. Bu ölçüye göre her tabakadaki evlatlar babalarının yerini tutarlar ve bir sonraki tabakanın miras almasına engel olurlar. Karı ile kocanın kanları evlilik yolu ile birbirine karıştığı için her tabaka ile birlikte mirasçı sayılmışlardır. Hiç bir tabaka onları miras dışı bırakmadığı gibi onlar da hiç bir tabakayı miras dışı bırakmaz.
Sonra İslam ikinci ilkeden, yani kadın ile erkeğin farklılığı ilkesinden erkeğin miras payının kadınınkinin iki katı olması sonucunu çıkarmıştır. Yalnız anne ile, anne yoluyla bağlantı kurulan kelale bu kuralın dışındadır.
İslam’da belirlenen miras gerçi farklılık gösterir, ama altı şekilde belirlenir ki, bunlar yarım, üçte iki, üçte bir, dörtte bir, altıda bir ve sekizde birdir. Aynı şekilde varislerden birinin eline geçen miras da öyledir. Gerçi bu varisin payı da kalanın kendisine verilmesi veya payının kırpılması suretiyle çoğunlukla farklılık gösterir. Baba, ana ve ana yolu ile bağlantılı kelale de böyledir. Gerçi bunların payları da erkeğe kadının iki katı kadar pay verilmesi kuralına göre sapma gösterir. Bu yüzden miras konusunda genel ve kapsamlı bir inceleme yapmak zordur. Yalnız bütün örneklerde kategorik olarak önceki tabakanın (ölünün) arkadaki tabakayı kendi yerine bırakması, eşlerden birinin diğerini yerine geçirmesi ve doğuran kuşak olan analar ve babaların da yerlerine doğan kuşak olan evlatları geçirmesi demektir. Her iki kesimin, yani eşler ile evlatların İslam’daki miras payları ise erkeğin payının kadınınkinin iki katı olması ilkesine göre belirlenir.
Bu genel bakıştan şu sonuca varıyoruz: İslam, dünyadaki mevcut servetin üçte bir ve üçte ikiye bölünmesini öngörür. Servetin üçte biri kadınlar, üçte ikisi ise erkekler içindir. Bu bölüşüm, mülkiyet açısından böyledir. Fakat bu görüş servetin ihtiyaçlar için kullanılması alanında geçerli değildir. Çünkü İslam kadının geçimini sağlama görevini erkeğin omuzlarına yükler ve bu görevin adil bir biçimde yerine getirilmesini emreder. Bu emir harcamalarda erkek ile kadın arasında eşitliği gerektirir. Bunun yanı sıra kadına sahip olduğu mal konusunda irade bağımsızlığı tanır. Erkek, kadının malını istediği biçimde kullanmasına karışamaz. Bu üç ilkeden şu sonuç çıkar: Dünya servetinin üçte ikisini kadın tasarruf eder. (Üçte biri kendi malı ve diğer üçte biri ise erkeğni üçte ikilik payının yarısıdır.) Buna karşılık dünya malının sadece üçte biri erkeğin tasarrufu altındadır.
5-İslam’a Göre Kadınların ve Yetimlerin Durumu
Yetimler, güçlü erkekler gibi mirastan pay alırlar. Onlar büyüdükçe malları, baba ve dede gibi velilerin veya müminlerden oluşan bir kurulun ya da İslam hükümetinin gözetimi altında gelişir. Yetimler evlilik çağına giripte olgunlaştıkları izlenimi edilince, malları kendilerine verilir ve bağımsız bir hayat düzeyine erdirilirler. Bu uygulama yetimler hakkında düşünülecek en adil sistemdir.
Kadınlara gelince, onlar genel bakışa göre dünya servetinin üçte birine sahip olurlar, ama az önce anlatıldığı üzere dünya malının üçte ikisi üzerinde tasarrufta bulunurlar. Onlar kendi malları konusunda özgür ve bağımsızdırlar. Sürekli veya geçici denetim altına alınamazlar. Kendileriyle ilgili meşru tasarruflarından erkekler sorumlu değildir.
İslam’da kadın, irade ve davranış özgürlüğü alanında her yönden erkek ile eşit şahsiyete sahiptir. Kendine özgü ve erkek psikolojisinden farklı psikolojik nitelikleri dışında erkeğin durumundan ayrı bir durumda değildir. Bu psikolojik farklılık şudur. Kadının hayatı duygu ağırlıklı iken erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklıdır. İslam’ın erkeğe daha çok mülkiyet hakkı tanımasının gerekçesi dünyada akla dayalı düzenlemelerin duygulara ve heyecanlara dayalı düzenlemelere baskın gelmesidir. Bu konuda kadının uğradığı eksiklik, kendisine tasarruf ve harcama alanında üstünlük sağlanarak telafi edilmiştir. Kadın yatakta erkeğin isteğine itaat etmekle yükümlü tutulmuş, ama bu yükümlülük erkeğin kendisine mehir vermek zorunda tutulması ile telafi edilmiştir. Kadın yargılama, hükümet görevi yüklenme ve bizzat savaşa katılmak işlerinden uzak tutuldu. Çünkü bu işler duygulara değil, akla dayandırılması gereken işlerdir. Bunların telafisi olarak, kadının güvenliğini korumak ve namusunu savunmak erkeğin görevi sayıldı. Kazanç peşinde koşup kadının, çocukların ve ana-babanın geçimini sağlama yükümlülüğü de erkeğin omuzlarına yüklenmiştir.
Kadın çocuklara bakma ücretini alma hakkına sahiptir. Ama bu zorunlu değildir, kadın istediği taktirdedir. Bütün bu hükümlerin dengelenmesi babında, kadınlar örtünmeye, erkekler arasına fazla girmemeye, ev işlerini düzenlemeye ve çocukları büyütmeye çağrılmıştır.
İslam savunma, yargı ve hükümet etme gibi kamu faaliyetlerini duyguların ve heycanların etki alanı dışında tuttu. Çağımızda duyguların akla baskın çıkması sonucunda ortaya çıkan acı sonuçları insanlık tanıdıkça bu tutumun ne kadar haklı olduğu görüldü. Çağdaş uygarlığın armağanlarından olan büyük dünya savaşlarını göz önüne getir ve dünyaya egemen olan şartları düşün. Bütün bu olayları bir defa aklın ve bir defa da duygusal heyecanların ölçüleri ile değerlendir. O zaman sapmanın başlangıç noktasının neresi olduğunu ve doğrunun kaynağının nerede olduğunu kolayca belirleyebilirsin. Hidayet ancak Allah’tandır.
Batılı milletler yüzyıllardan beri ellerinden gelen her gayreti göstererek kızlara erkeklere verdikleri eğitimin aynısını vermekte, onlardaki potansiyel yetenekleri ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Buna rağmen eğer siyaset, yargı, yasama alanlarında ön plana çıkan isimler gözden geçirilirse, savaş komutanlarının adları incelenirse, yasama, yargı ve savaş alanlarında yüzlerce, binlerce sivrilmiş erkek ile karşılaştırılacak sayıda kadına rastlanılmadığı görülür. Bu sonuç, kadının tabiatının bu alanlarda gelişmeye yatkın olmadığının en doğru şahididir. Çünkü bu alanlar, özelliklerinin gereği olarak aklın ve düşüncenin egemenliği altında olmak zorundadırlar. Duygular bu alanlara sızdıkça hayal kırıklığı ve hüsranla karşılaşma ihtimali artar.
Bu ve benzeri gerçekler şu ünlü nazariyeyi çürüten en kesin cevaptır. Bu nazariye şöyle diyor: Kadınların toplumda erkeklerin gerisinde kalmalarının tek sebebi, onlara yönelik yapıcı eğitimin yetersizliğidir. Bu yetersizlik eski çağlardan beri geçerlidir. Eğer kadınlar sürekli biçimde yapıcı eğitim görselerdi, sahip oldukları ince duyguların ve heyecanların da desteği ile erkeklere yetişirler veya onların önüne geçerlerdi.
Bu mantık, varılmak istenen sonucun zıddını kanıtlıyor. Çünkü ince duyguların kadınlara mahsus olması veya bunların onlarda fazla oluşu, onların aklın güçlü olmasını ve ince psikolojik duygulara baskın gelmesini isteyen hükümet ve yargı işleri gibi alanlarda geri kalmalarının ve akıl gücü bakımından onlardan üstün olan erkeklerin bu konularda öne geçmelerinin gerekçesidir. Kesin tecrübeler şunu gösteriyor. Herhangi bir psikolojik yeteneğe sahip olan kimsenin eğitiminde başarıya ulaşabilmesi için o yetenekle uyuşan bir amaç uğrunda eğitilmesi gerekir. Bu ilkenin sonucu şudur :
Erkeklere hükümet ve yargı konularında verilecek eğitim başarılı olur ve onlar bu alanlarda kadınlardan daha üstün derecelere ulaşırlar. Buna karşılık kadınlara ince duygularla uyuşan, bu özellikle bağlantılı alanlarda verilecek eğitim başarılı olacaktır. Tıbbın bazı dalları, fotoğrafçılık, müzik, dokumacılık, aşçılık, çocuk bakımı, hasta bakıcılığı ve süslemecilik gibi. Bunlar dışında kalan alanlarda kadın ile erkek eşittir.
Bazıları kadınların söz konusu alanlardaki geri kalmışlıklarını tesadüfle izah etmek isterler. Eğer böyle olsaydı, milyonlarca yıl olarak tahmin edilen insanlık tarihi boyunca bazı dönemlerde bunun tersinin görülmesi gerekirdi. Bunun yanı sıra erkeklerin kadınlara mahsus işlerdeki geri kalmışlıkları da tersine dönmeliydi. Eğer erkek ile kadının ayrılmaz özellikleri olan iç güdüsel özellikleri tesadüfü şeyler saymamız doğru ise, insanda hiç bir fıtri özelliğin varlığını ileri süremeyiz. Mesela insanın uygarlaşmaya, kültürel gelişmeye eğilimli olması gibi. Bu sıfatları insanın ayrılmaz nitelikleridir ve fertlerin bünyelerinde bu sıfatlarla uyuşan yetenekler vardır. Bu yüzden bu sıfatlar fıtri sıfatlar sayıyoruz. Tıpkı bunun gibi kadınların ince ve duygu yükümlü işlerde önde olduklarını, buna karşılık akla dayalı işlerde, dehşetli ve çok zor faaliyetlerde erkeklerden geride olduklarını ve bunun onların psikolojik yeteneklerinin gereği olduğunu ve erkeklerin bu konularda önde ve bunlar dışındaki konularda geride olduklarını söylüyoruz. Eğer erkekler ile kadınlar arasındaki yetenek farklılıklarını fıtri değil de tesadüfi kabul edersek insana has hiçbir özelliği fıtri kabul edemeyiz.
Bütün bunlardan sonra geride şu mesele kalıyor: Erkekler akılca üstün sayılırken kadınların duyguya ve heyecana yatkın kabul edilmeleri kadınlarda alınganlık doğurabilir. Fakat bu tepki yersizdir. Çünkü İslam’a göre akılcılık ve duygusallık iki ilahi armağandır. Bunlar ilahi maksada dayalı olarak insan bünyesine yerleştirilmiş hayatta fonksiyonu olan yeteneklerdir. Birinin öbürüne karşı üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadan kaynaklanır. Ne olurlarsa olsunlar diğer yetenekler takva yolunda gidildiğinde gelişip serpilebilirler. Aksi halde omuzlara binen kötü bir yükten başka bir şey değildirler.
6-Yeni Miras Kanunları
Yeni miras kanunları aşağıda kısaca anlatılacağı üzere her ne kadar İslam’ın miras kanunlarına ters iseler de ortaya çıkışlarında ve yerleşmelerinde İslam’ın miras hukukundan yararlanmışlardır. Dünyada kadınların mirasçılığını yasallaştırdığında İslam’ın durumu ile yeni miras kanunlarının durumu arasında ne kadar fark vardır!
İslam öyle bir sistem orta koydu ki, ne dünya onu tanıyordu, ne insanların kulakları onu işitmişti ve ne de yeni kuşaklar onu eski kuşaklardan, önceki atalarından onu hatırlıyorlardu. Bu yeni kanunlara gelince bunlar, İslam’ın miras sistemi milyonlarca insan arasında yerleşmişken ortaya atılmış ve bazı milletler arasında uygulamaya başlamıştır. Bu uygulama başladığında İslam hukuku on yüzyılı aşkın bir zamandan beri nesilden nesle aktarılıyordu. Psikolojik araştırmalar şunu kesinlikle ispat etmiştir ki, bir şeyin dış dünyada meydana gelmesi, sonra yerleşip kökleşmesi, o şeyin benzerinin meydana gelmesine en iyi bir destek olur. Her eski sosyal sistem, bir sonraki benzer sosyal sistemin fikir malzemesidir. Hatta o sistem, ikincisine dönüşen malzemedir. Dolayısıyla hiç bir sosyal araştırmacı, yeni miras kanunlarının İslam’ın miras hukuku alanındaki birikiminden yararlandığını, İslam miras hukukunun doğru ya da yanlış biçimde bu yeni sistemlere dönüştüğünü inkar edemez.
Zaman zaman şöyle garip bir iddia –Allah ilk cahiliye taassubunu yok etsin- ileri sürülür: “Modern kanunlar eski Roma hukukundan alınmıştır.” Oysa yukarıda eski Roma’nın miras hukukunun ana noktalarını ve İslam’ın bu alanda insan toplumuna sunduğu yenilikleri anlatmıştık. İslam’ın miras hukuku ortaya çıkışında ve uygulamasında eski Roma sistemi ile batının yeni miras kanunlarının ortasında yer alır. Bu sistem milyonlarca toplum tarafından bilinen ve yüz milyonlarca insanın vicdanında yüzyıllardan beri sürekli biçimde yer tutmuş bir sistemdir. Bu yüzden batıdaki kanun koyucuların düşüncelerini etkilememiş olarak bir kenarda kalması düşünülemez.
Bundan daha garip olanı şudur. Bu iddiayı ileri sürenler, İslam’ın miras hukukunun eski Roma’nın miras hukukundan alınmış olduğunu söylüyorlar!
Fransız miras hukukuna göre, mirasçı tabakalar şöyle sıralanır: 1-Oğullar ve kızlar 2-Babalar, anneler, oğlan kardeşler, kız kardeşler 3-Dedeler ve nineler 4-Amcalar ve halalar ve dayılar ve teyzeler. Bu kanunlarda karı-koca ilişkisi bu tabakalar dışında tutulmuş ve gönül ilişkisi ve sevgi esasına dayandırılmıştır. Bunun ve diğer tabakaların ayrıntılarına değinmek bizi ilgilendirmez. İsteyen o kanunlara başvursun.
Bizi, uygulanmakta olan bu sistemin sonuçlarını irdelemek ilgilendiriyor. Bu irdelemede gördüğümüz şudur: Dünya malı daha önce sözünü ettiğimiz genel bakış gereğince kadın ile erkek arasında eşit olarak bölüştürülüyor. Fakat batılılar kadını kocasının denetimi altına koydular. Kadının kendine miras kalan malları üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bunun için kocasından izin alması gerekir. Böylece dünya malı mülk olarak erkek ile kadın arasında eşit biçimde bölüştürüldü, ama düzenleme ve irade bakımından tümü ile erkeğin denetimine verildi! Batı toplumlarında faaliyet gösteren bazı devrimci dernekler kadınlara mali bağımsızlık sağlayarak onları bu konuda erkeklerin denetiminden kurtarmak için çalışıyorlar. Eğer isteklerinde başarılı olurlarsa, kadınlar ile erkekler hem mülkiyet hem de düzenleme ve tasarruf yetkisi bakımından eşit duruma gelirler.
7-Miras Sistemlerinin Karşılaştırılması
Biz, eski milletler ve geçmiş çağlarda geçerli olan miras sistemlerini özetledikten sonra işi eleştirici araştırmacılara havale ediyoruz. Bu sistemleri birbirleri ile mukayese etsinler. Bu sistemlerin hangisinin yeterli, hangisinin eksik olduğuna, insan toplumu için hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğuna, hangisinin mutluluğa götüren yol üzerinde olduğuna hüküm versinler. Sonra da bu sistemler ile İslam’ın bu alandaki kanunlarını kararlaştırarak verilmesi gereken hükmü versinler.
İslam sistemi ile diğer sistemler arasındaki en köklü fark, hedefte ve maksattadır. İslam sisteminin maksadı dünyanın huzura ve mutluğa ermesi iken, onun dışındakilerin maksadı arzu ettiğini elde etmektir. Bütün ayrıntılar ve sonuçlar, bu iki temel şeyden kaynaklanır: Yüce Alah şöyle buyuruyor: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Buna karşılık hoşnuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.”[12] “Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilin ki, bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de Allah onda birçok hayır koymuş olabilir.”[13]
8-Vasiyet
Daha önce söylediğimiz gibi İslam, vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak onu bağımsız bir hüküm olarak ele almıştır. Çünkü onun bağımsız bir dayanağı vardır. Bu dayanak, mal sahibi hayattayken onun malı üzerindeki iradesini tanımaktır. Vasiyet gelişmiş milletlerde bir hile yolu idi. Baba aile reisi gibi vasiyet eden kimsenin malını veya malının bir bölümünü, yürürlükteki miras kanununun vermeyi uygun gördükleri dışındaki kimselere vermek için başvurulan bir formül olarak kullanılırdı. Bu yüzden söz konusu toplumlar vasiyetin kapsamını daraltmak ve miras hükümlerini geçersiz kılmaya yol açan bu yolu şu ya da bu şekilde kesmek maksadı taşıyan kanunlar çıkarıyorlardı. Bu alandaki sınırlama girişimleri günümüze kadar hep devam etmiştir.
İslam, vasiyetin kapsamını malın üçte biri ile sınırlamıştır. Buna göre vasiyet malın üçte birinden fazlası için geçerli değildir. Bazı yeni kanunlar bu konuda İslam’ın yöntemini izlemişlerdir. Fransız kanunu gibi. Fakat iki kanun arasında bakış açısı farklılığı vardır. Nitekim İslam vasiyeti teşvik ederken söz konusu kanunlar ya onu engelliyor veya sessizce geçiştiriyorlar.
Vasiyet, sadakalar, zekat, humus ve mutlak infak hakkındaki ayetlerin incelenmesi şunu ortaya koyuyor: Bu düzenlemeler, yaklaşık olarak malların yarısının ve bu malların gelirinin üçte ikisinin iyilikler ve yoksul kesiminin ihtiyaçları için kullanılmasın yolunu kolaylaştırıyor. Böylece toplumun değişik kesimleri birbirine yaklaştırılıyor, aralarındaki büyük farklar kaldırılıyor ve fakir kesimin ayakları üzerinde durabilmesi sağlanıyor. Bu kanunların bir amacı da zenginlerin harcama biçimlerini düzenleyerek fakir kesim ile aralarının açılmasını frenlemektir. Bu konu inşallah ileride ayrıca ele alınıp incelenecektir.”[14]
Mirasın Engelleri
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Katil miras almaz.”[15]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Mirastan hiçbir şey katile ulaşmaz.”[16]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Katil için bir miras yoktur.”[17]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim birini öldürürse her ne kadar öldürülenin katilden başka bir varisi olmasa ve her ne kadar çocuğu ve babası da olsa miras alamaz.”[18]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Biri diğerini öldüren iki kişi miras alamaz.”[19]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Katil öldürdüğü kimsenin diyetinden miras alamaz.”[20]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Zinazade olan birisi ne miras alır, ne de kimse onun varisi olur.”[21]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim bir topluluğun cariyesiyle veya özgür bir kadınla fuhuş ederse, dünyaya gelen çocuğu zinazadedir, ne miras alır ne de kimse ona varis olur.”[22]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslüman kafirin (kendisinden) miras almasına engel olur ama ondan miras alır. Kafir ise ne müminin miras almasına engel teşkil eder ve ne de ondan miras alabilir” [23]
-
Bakınız; Vesail’uş Şia, 17/374, 413, Ebvabu mevanii’l irs, Kenz’ul Ummal, 11/15, 72, Fi mevanii’l İrsi
Peygamberlerin Mirası
Kur’an :
“Süleyman Davud’a varis oldu: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur” dedi.”[24]
Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakup oğullarına mirasçı olsun. Rabbim! Onun, rızanı kazanmasını da sağla.”[25]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Fatıma (a.s) ve Abbas bin Abdulmuttalib miraslarını talep etmek için Ebubekir’in yanına geldiler. Ali de onlar ile birlikte gitti. Ebubekir şöyle dedi: “Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Biz miras bırakmayız. Bıraktığımız her şey sadakadır.”Ebubekir daha sonra şöyle dedi: “Peygamberin ailesinden olanların geçimi benim sorumluluğumdadır.”Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Süleyman Davud’a varis oldu ve Zekeriyya şöyle dedi: “Bana ve Yakup ailesine varis olsun.”Ebu Bekir şöyle dedi: “Benim dediğim geçerlidir. (Olay benim dediğim gibidir. Ben Peygamberin sözlerini sizlere aktardım.) Allah’a yemin olsun ki sen de benim bildiğim şeyi biliyorsun.”Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Ama Allah’ın kitabı (Önceki peygamberlerin miras bıraktığı hususunda açık bir şekilde) açıklamada bulunmaktadır.”Onlar (Ali, Fatıma Abbas) artık bir şey demeden geri döndüler.”[26]
- ABNA.İR
------------------------------------------
[1] Nisa , 11
[2] Mecme’ul-Beyan , 3/23
[3] Merhum Allame Tabatabai Mizan , c. 4 , s. 217 de bu hadisin açıklamasında şöyle yazmaktadır:“ Daha önce defalarca dediğimiz gibi rivayetlerde yer alan nüzul sebeplerinin farklı olmasının sakıncası yoktur. Bir ayetin birden fazla nüzul sebebi olabilir. Bu sebepler ayetin belli bir hususta nazil olduğu hususuyla çelişmemektedir.
[4] Dur’ul-Mensur , 2/444
[5] el-Kafi , 7/85/3
[6] a. g. e. h. 2
[7] Uyun-u Ahbar’ir-Rıza , 2/98/1
[8] İlel’uş-Şerayi’ , 570/2
[9] a. g. e. h. 3
[10] Bakara suresi , 29. ayet
[11] Ahzab suresi , 4-5. ayetler
[12] Bakara suresi , 216. ayet
[13] Nisa suresi , 19. ayet
[14] Tefsir’ul-Mizan , 4/212
[15] Kenz'ul-Ummal , 30422
[16] a. g. e. 30423
[17] el-Kafi , 7/141/5
[18] Kenz'ul-Ummal , 30432
[19] el-Kafi , 7/140/1
[20] Kenz'ul-Ummal , 30435
[21] a. g. e. 30447
[22] a. g. e. 30446
[23] el-Kafi , 7/143/5
[24] Neml , 16
[25] Meryem, 5,6
[26] a. g. e. 14101