5 Haziran 2014 - 09:21
İmam Humeyni’de velayet anlayışı (1)

Allah’ın adıyla İmam Humeyni (r.a), “Bütün ateşli ve ateşsiz silahlarınızı Amerika’ya doğrultun”, diyordu. Rıhletinin yıldönümünde İmam Humeyni’yi rahmet, minnet ve özlem ile anıyorum. Aşağıdaki metnin onun bakış açısını yansıtmış olduğunu umuyor, “ateşsiz silahlar” kabilinden dikkatlerinize sunuyorum.

Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- İmam Humeyni (r.a), “Bütün ateşli ve ateşsiz silahlarınızı Amerika’ya doğrultun”, diyordu. Rıhletinin yıldönümünde İmam Humeyni’yi rahmet, minnet ve özlem ile anıyorum. Aşağıdaki metnin onun bakış açısını yansıtmış olduğunu umuyor, “ateşsiz silahlar” kabilinden

Giriş

Geriye dönük bir okumayla, İran İslam İnkılabını, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) miladi 680 yılında Kerbela’da kıyıma uğratılmış neslinin yaklaşık 1300 yıl sonra yeniden tarih sahnesine çıkışı olarak kabul edebiliriz. Tarihin bu tarz bir okuması dini metinler açısından akışın tahrifi de sayılmaz. Bilinen metinlere göre, Hz. Hüseyin’in (r.a) tüm arkadaşları ile birlikte katledilmesi ve kadınların esir alınmasının ardından Hz. Peygamber’in neslinin Medine’ye sığınmak zorunda kaldığı bir noktadan başlayan süreç, İmam Mehdi’nin zuhuru ile sona erecek, Mehdi’nin Müslümanların başına geçişiyle Hz. Peygamber’in temelini attığı “ilahi adalet devleti” kurulmuş olacaktır. Bu bütünlük içinde baktığımızda, İran İslam İnkılâbı bu sürecin tarihi akış içindeki zorunlu bir parçasıdır. Bu çalışmada İran İslam İnkılabının ideolojik zeminini oluşturan “Velayet-i fakih” teorisine İnkılabın lideri İmam Humeyni’nin yüklediği anlam incelenecektir.

Velayet fikrini doğuran vakalar

Hz. Peygamber’in hac merasimi sırasında yaptığı ve tarihe “Veda Hutbesi” olarak geçen konuşma ashab tarafından Peygamber’in rıhletinin yakın olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Ne var ki, bunun da öncesinde, kaynaklar, Hz. Peygamber’in hicretin onuncu yılının Ramazan ayında girdiği yirmi günlük itikâfın ardından kızı Hz. Fatıma’ya, “Cebrail her zaman benimle bir kez Kur’an okurdu. Ancak bu sefer iki kez okuduk. Ayrılış zamanımın geldiğini düşünüyorum.”, dediğini nakleder.[1]

Hac farizasının ardından Medine’ye dönmek üzere yola çıkan Hz. Peygamber Gadir- Hum denilen mevkide mola verir ve bu esnada Hz. Ali ile bir kısım şahıslar arasında beytulmale ait ganimetler sebebiyle oluşan ihtilafı dinler. Hz. Peygamber ayağa kalkarak bir konuşma yapar ve bu konuşmasında, “Ben size iki emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Yüce Allah’ın kitabıdır ki o hidayet ve nurdur. Yüce Allah’ın kitabına yapışın ve onu sımsıkı tutun. İkincisi ise Ehli Beyt’imdir. Ehli Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım.”, der ve devam eder:

“- Ey insanlar! Ne için şahitlik edersiniz?

- Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna.

- Sizin veliniz kimdir?

- Bizim velimiz Allah ve Resulüdür.

- Ben müminler için öz nefislerinden daha değerliyim. Bunu biliyorsunuz değil mi?

- Evet biliyoruz. Sen bize öz nefislerimizden daha değerlisin.”

Bu konuşmanın ardından Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elini tutup kaldırarak şöyle der: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol! Ona düşman olana düşman. Ona yardım edene yardım et”[2]

Tarihe Gadir Hum vakası olarak geçen ve “mevla” kavramı etrafında dönen tartışmalara kaynaklık yapan bu konuşma çeşitli yollarla nakledilmişse de, kimilerinin itirazı ile karşılaşmıştır. İbni Teymiyye vakayı inkâr etmemekle birlikte içeriğinin çarptırıldığını savunanlar arasındadır. Sırat-ı Müstakim isimli kitabında o, Gadir Hum vakasına asılsız eklemeler yapıldığını, rivayetler Sahiheyn’den[3] olan Müslim’den gelse de, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi yüksek bir yere çıkarıp onu Müslümanların halifesi olarak ilan ettiğine dair rivayetlerin aslı olmadığını söyler.[4]

Vakaların tespiti açısından izlenecek yolda nakli esas almak, literatürü oluşturan belgeleri incelerken, sıhhatinde ittifak edilenler üzerinde ilerlemek, mümkün olduğunca müşterek kaynaklara atıf yapmak icap eder. Gadir Hum vakası daha sonra Sünni ve Şii olarak isimlendirilecek her iki akımın kaynaklarında da birbirine yakın anlatımlarla yer almaktadır. Yakın zamanda yapılan bazı çalışmalarla kaynakların tetkikinde önemli neticeler de elde edilmiştir.[5]

Rivayetler, her ne kadar, ikinci halife Ömer’i Hz. Ali’nin velayeti için tebrik eden ilk şahıs olarak yansıtsa da,[6] Hz. Peygamber’in irtihalinin ardından yaşanan Beni Sakife olayında onu birinci halife Ebu Bekir’i Müslümanların halifesi olarak öne çıkarırken görüyoruz. Bu olay, velayet/ imamet/ hilafet ekseninde başlayan ve Muaviye’nin oğlu Yezid’i ardılı olarak atamasıyla saltanata dönüşen, Müslümanların nihai otoritesi meselesinin de başlangıcı kabul edilmiştir. Nehcül Belaga’da yer alan bir ifadeye göre, Hz. Ali bu durumu kınamış, bu işi yapanların “ahlaksızlık ekip helak biçtiklerini” söylemiştir.[7]

Hz. Peygamber’in irtihali ile başlayan bu mesele, yönetim işinin kimin uhdesinde kalacağı çevresinde dönen bir tartışma yaratsa da, Müslümanların yönetime/ idareye/ hükümete ihtiyaçları olduğu konusunda bir ihtilaf olmamıştır. Zira Müslümanlar, Hz. Peygamber’in sünneti ve davranışlarının hükümet teşkili gereğinin bir delili olduğuna, önce Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin hükümet teşkilatı meydana getirdiğinde hemfikirdirler.[8] Gadir Hum’daki konuşmaya ve Hz. Peygamber’den gelen başkaca rivayetlere binaen Müslümanlardan bir grup Hz. Ali’den başlayarak, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i takiben halen gaybette olduğuna inanılan Hz.Muhammed Mehdi’nin de içlerinde bulunduğu on iki kişinin Müslümanların meşru yöneticisi olduğunu, meşruiyetin kaynağının ise Allah’ın tayini ve bu tayinin Hz. Peygamber vasıtasıyla bildirilmesi şeklinde gerçekleştiğini savunmuştur.[9] Gadir Hum ve Beni Sakife vakalarını farklı şekilde yorumlayanlar ise, Müslümanların emirinin/ velisinin Allah’ın nasbı değil, ümmetin tercihi esasına dayandığını ileri sürmüştür.

İmam Humeyni, imamın Allah’ın nasbı olduğunu savunan geleneğin bir temsilcisi olarak hükümet teşkiline ve gaybet döneminde Müslümanların nasıl yönetileceğine dair görüşlerini birçok vesile ile dile getirmiştir. Ona göre, hükümet teşkili ve gaybet döneminde Müslümanların idaresinin dini öğreten adil fakihte olması yani “velayet-i fakih” mevzuu kendisinin ortaya attığı yeni bir şey değildir. Bu, İslam’da baştan beri var olan bir ilkedir.[10] Buna itiraz eden Mazlum UYAR, velayet teorisinin zaman içinde şekillendiğini ve bugün İmam Humeyni’nin genişlettiği yorumun temellerinin Allame Hilli (ö:1326) döneminde atıldığını savunur.[11]

Hükümet teşkilinin zorunluluğuna dair deliller

İmam Humeyni’ye göre İslam, “hakk” ile “halk” arasındaki ilişkileri düzenleyen birkaç ilkeden ibaret bir “isim” olmayıp “gerçeklik”in tam olarak kendisiydi. Bu yüzden Müslümanların İslam’ın mahiyetinin saklı kalmasına seyirci kalmamaları gerekiyordu.[12] “İslam’da devlet ve yönetim biçimine ilişkin bir şey yoktur, kısacası İslam sadece kanun koymuş fakat bunların nasıl uygulanacağını düşünmemiştir”, şeklindeki kanaatin Müslümanlara aşılanan ve Müslümanların da zamanla kabullendiği emperyalist bir aldatmaca[13] olduğunu vurgulayan İmam Humeyni, bu tür düşüncelerin İslam inancına aykırı olduğunu; bir kanun külliyatının bulunmasının toplumun düzenlenmesi ve durumunun düzeltilmesi için yeterli olmadığını, kanunun insanlığın ıslahına ve mutluluğa eriştirilmesine yol açabilmesi için yürütme gücüne ve yaptırıma gerek duyduğunu, buna binaen, yüce Allah’ın Şer’i hükümleri göndermekle kalmayıp, bir hükümet biçimi ve icra ve idare teşkilatı da gösterdiğini, Hz. Peygamber’in de kapsamlı bir hükümet teşkil ettiğini söylüyordu.[14] Şayet Allah teşriden sonra bir yürütme (icra) gücünü belirlemese/ göstermeseydi, yasamanın sonrasında ve bir hükümet çerçevesi içinde yürütme gücü olmasaydı bu bir eksikliğin varlığı anlamına gelecekti.[15]

İmam Humeyni, hükümetin zaruretini Şer’i hükümlerin mahiyetine bağlar. Çeşitli kanun ve kuralları kapsayan Şer’i ahkâm, tam ve külli bir toplum düzeni oluşturur. Bu hukuk nizamı içinde insanın ihtiyaç duyabileceği her şey sağlanmıştır.[16] İslam’ın koyduğu vergiler ve ana çizgilerini çizdiği bütçe yalnız yoksulların ölmeyecek kadar geçinmesi (sedd-i ramak) ve yoksul seyyidlerin geçindirilmesi amacına yönelik olmadığını göstermektedir. Aksine hükümet teşkili ve büyük bir devletin zaruri harcamalarını karşılayabilmek için bu kurallar konulmuştur.[17] Yasamadan sonra yürütme gücü de var olmalıdır ki, mahkeme kararları uygulanabilsin, kanunlar yürütülsün ve böylece kanunların ve adil mahkeme kararlarının semereleri topluma iletilebilsin.[18]

Diğer yandan, İslam Nizamı’nı koruma ve İslam toprak bütünlüğünü ve İslam ümmetinin istiklalini savunma amacına ilişkin hükümler; devlet kuralları gibi, bir hakkın elde edilmesi ve sahiplerine verilmesine ilişkin kurallar veya hudud ve kısas gibi Hakim-i İslami’nin nezaretinde yürütülmesi gereken kurallar bir hükümet teşkilini zorunlu kılar.[19] Yine, İslam birliğini sağlamak, İslam vatanını emperyalistlerin ve onların başa diktiği yöneticilerin elinden kurtarmak için de hükümet teşkilinden başka yol yoktur, derken İmam Humeyni, Hz. Fatıma’nın bir sözüne atıfta bulunur: “İmamet, nizamın korunması ve Müslümanların iftirakını ittihada tebdil içindir.”[20]

Hükümet kurma ihtiyacı ise belirli bir zamanla sınırlı değildir zira ayeti kerime gereğince, İslami hükümler belirli bir zaman ve mekan ile sınırlı kurallar değildir; Hz. Peygamber’in çağında gerekli olan hükümet ile yürütme ve yönetim örgütü bizim çağımız da dahil olmak üzere her çağda gereklidir.[21] İnsanların adilane bir hayat sürmeleri ve ilahi hükümlerin sınırları içinde ilerlemelerini dileyen Allah, tecavüzleri, zulümleri, başkasının haklarına el uzatmaları engelleyen, güvenilir, emanete riayet eden, Allah’ın yarattıklarını gözetip koruyan, insanları İslami talimlere, akidelere, kurallara yönelten, yol gösteren, düşmanların ve mülhidlerin dinde ve kurallarda koydukları bidatleri önleyen bir yönetici zorunluluğunu değişmez ilahi sünnetlerden kılmıştır.[22] Böylesi bir idare, salih bir hükümettir.[23] Salih bir hükümetin olmadığı, İslam-dışı bir siyasi nizamın bulunduğu bir yerde ilahi iradenin tahakkuk etmeyeceği, İslam siyasi nizamının terk edilmiş olacağı açıktır.[24]

İmam Humeyni’ye göre İslam, Hakk’ın ve adaletin ardında olan, hürriyet ve bağımsızlık isteyen mücahit kişilerin dinidir. Mübarizlerin ve sömürüye karşı olan halkın okuludur.[25] Bu kişiler İslami hükümet teşkili için ciddi bir gayret göstermekle ve bu işe tebliğ ile başlamakla yükümlüdürler.[26] Ne var ki, bu tebligat hemen netice vermeyecek, zamana ve sürekli faaliyete ihtiyaç duyacaktır.[27] Faaliyetin hedefi ise İslam hakkında meydana getirilen belirsizliği zihinlerden silmek olmalıdır.[28] Evlerimizde oturmamalı, memleket işlerine müdahil olmalıyız[29] ve bilmeliyiz ki, İslam ülkelerine hükmedenlerin hiçbirisinin bizden üstün özellikleri yoktur. Aksine birçoğu sıradan bir kişinin seviyesinin üstünde liyakate sahip değildir.[30] Emperyalistlerin Müslümanlarla ilişkilerinde teraziye koydukları şey namaz kılmaları, oruç tutmaları değildir. İslam topraklarını, Müslümanları, kaynakları koruyacak hükümeti teşkil vazifesinden yüz çevirir, bununla ilgilenmezseniz istediğiniz kadar namaz kılabilirsiniz zira onların ilgisi namazlarınız ile değil kaynaklarınızladır.[31] Bu vecibeyi duyurduğu talebelerine İmam Humeyni, “Burada yalnız ‘mübahase’ için oturmayın, İslam’ın diğer hükümlerini de okuyun ve üzerinde düşünün, gerçekleri yayın, broşürler yazın ve yayımlayın! Etkili olacağı şüphesizdir. Etkili olduğunu ben bizzat tecrübe etmiş olduğum için söylüyorum.”, diyerek seslenir.[32]

İslami hükümeti kurma çabasından el çekmenin gaybetten sonra İslam’ın hayattan çekildiğini kabul etmek anlamına geleceğini ifade eden İmam Humeyni, bunun İslami akide ile bağdaşmayan bir durum olduğunu dile getirir ve buradan hükümetin zorunluluğuna ulaşır.[33] Ona göre, Allah, gaybet dönemi için belirli bir kişiyi devlet başkanlığına tayin etmemiş bulunsa bile, İslam’ın ilk döneminden İmam Muhammed Mehdi zamanına kadar yönetimde yer alacaklarda aranması gereken özellikleri cari kılmıştır.[34] Böylelikle her çağ için hükümet teşkili imkan dahilindedir.

Öte yandan, İmam Humeyni’ye göre, “Umumi ve her noktaya şamil bir hükümet kuramadığımıza göre kenara çekilip oturalım” görüşü de doğru değildir. Aksine, Müslümanların muhtaç oldukları her işi ve İslami devletin üstlenmesi gereken her ödevi yapabildiğimiz ölçüde yerine getirmemiz gerekir.[35]

[1]Celaleddin VATANDAŞ, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti Cilt 2, s:542, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009

[2] a.g.e. ss:554-555

[3] Buharî ve Müslim´in sahihlerine “iki sahih hadis kitabı” anlamında kullanılan bir usul-u hadis terimi.

[4] İbni Teymiyye, Sırat-ı Müstakim Cilt 2, s:115, 116, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991

[5] Ayetullah Kemal Haydari’den Sekaleyn Hadisi Dersleri (http://medyasafak.com/haber/739/ayetullah-kemal-haydari-den-sekaleyn-hadisi-dersleri–i–)

[6] Celaleddin VATANDAŞ, a.g.e. s:555. Hz. Ömer Hz. Ali’ye, “Ey Ali! Ne mutlu sana! Sen sabahladığında da, akşamladığında da, erkek, kadın tüm Müslümanların mevlasısın”, der.

[7] Eş-Şerif Er Razi, Nehcül Belağa, Tercüme Adnan Demircan, s.35, Beyan Yayınları, İstanbul, 2006

[8]İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s:57, Objektif Yayınları, İstanbul, Aralık 1991

[9] İsna-i Aşeriyye olarak bilinen, on iki imam Şiiliğinde Hz. Peygamber’den sonra meşru hükümet hakkına sahip olanlar sırasıyla şöyledir: Ali bin Ebu Talip (599-661), Hasan bin Ali (624-670), Hüseyin bin Ali (626-680), Ali bin Hüseyin (658-713), Muhammed El Bakır bin Ali (676-734), Cafer-i Sadık bin Muhammed (699-765), Musa el Kazım bin Cafer (745-799), Ali er Rıza bin Musa (765-818), Muhammed el Cevad bin Ali (810-835), Ali Naki bin Muhammed(827-868), Hasan-ul Askeri bin Ali (846-874), Muhammed Mehdi bin Hasan-ul Askeri (868-?).

[10]İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s:156

[11]Mazlum UYAR, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, ss:84-85, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004

[12]İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s:42

[13] a.g.e., s:50

[14] a.g.e., s:55

[15] a.g.e., s:51

[16] a.g.e., ss:60-61

[17] a.g.e., s.61

[18] a.g.e., s.56

[19] a.g.e., ss:64-65

[20] a.g.e., s:68

[21] a.g.e., s:58

[22] a.g.e., s:71

[23] a.g.e., s:72

[24] a.g.e., s:66

[25] a.g.e., s:40

[26] a.g.e., s:159

[27] a.g.e., s:167

[28] a.g.e., s:162

[29] a.g.e., s:169

[30] a.g.e., s:171

[31] a.g.e., s:53

[32]a.g.e., s:101

[33]a.g.e., s:59

[34]a.g.e., s:83

[35]a.g.e., s:86

Gürkan Biçen / rasthaber

Ekler