Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- Allah’ın adıyla
Suriye, üç yılı aşkın bir süredir, ailevi sorumluluklarını ifadan aciz kişilerin, kendi toplumlarına yönelik şeri vazifelerinden imtina ederken, kim olduklarını, gerçekte var olup olmadıklarını bile bilmedikleri şahısların çağrısıyla kan dökmek için akın ettikleri bir İslam beldesine dönüştü. Adları her ne olursa olsun, İslami mukaddesatın hiçbir suretle cevaz vermeyeceği her türlü fenalığı irtikâp eden bu kişiler, Batı Dünyası, Körfez monarşileri ve Türkiye’nin tüm gayretine rağmen kendilerine harcanan milyarlarca doların karşılığını veremediler.
Batı Dünyası, ana finansörü Suudi Arabistan olan ve dini/ ideolojik sapkınlıkta sınır tanımayan bu güruhu yetiştirmek için otuz yılı aşkın bir zamandır çaba sarf etse de, 2001 yılında Afganistan’da şahit olunduğu üzere, gerek duyulduğu anda bunların topluca imhasından da imtina etmiyor. Afganistan’ı işgal eden ABD, yerel bağlantılarına vakıf olmasına, kendi ülkelerinde de takip ve derdest etme imkânına sahip olmasına rağmen, Batı menfaatlerine yönelik muhtemel bir tehdit algısına binaen, Kunduz örneğinde olduğu gibi, binlercesini katletmişti.
Suriye’ye yönelik uluslararası vekâlet savaşının ilk iki yıllık bölümünde vahşet üzerine kurulu kazanımlar elde eden bu güruh, Direniş güçlerinin Suriye sahasına kısmi intikalinin ardından konumunu kaybetti ve çekildikleri her beldede halk Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu’nu coşku ile karşıladı. Sahada varlığı anlamsızlaşan Özgür Suriye Ordusu isimli şemsiye örgütün de kimi bölgelerde Suriye Ordusu ile anlaşmaya varması, silahlı muhalefetin omurgasını Suriye halkına zulmeden bu güruhun oluşturduğunu ortaya koydu.
Suriye Ordusunun ilerleyişi, muhalefeti silahlandıran, onlara lojistik, para ve insan kaynağı sağlayan, onlara sınırlarını açan ülkelerde iki ana endişenin doğmasına sebep oldu. Bunlardan birincisi, bünyesinde yüz binlerce Suriyeli mülteci barındıran Türkiye’nin Suriye Ordusu tarafından sürülecek bu güruha kucak açmak zorunda kalacak olmasıydı. Türkiye’nin bu güruha kucak açmaması, Türkiye’de kamplarda ve birçok şehirde serbestçe dolaşan bu sapkınların intikam amaçlı terör eylemleri gerçekleştirmesine yol açabilirdi. Mart ayında Niğde’de yaşanan, biri asker ve biri polis olmak üzere üç kişinin ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırı bu ihtimalin mümkünlüğünü gösteriyordu. İkincisi ise dünyanın her yerinden toparlanarak Suriye’ye getirilen bu sapkınların ülkelerine dönmeleri halinde oluşturmaları muhtemel tehlikeydi. Son altı aydır Batılı ülkeleri meşgul eden temel meselelerden birisi, Suriye’de savaşan kişilerin ülkelerine dönmeleri halinde tutuklanmaları ve hatta vatandaşlıktan çıkarılmaları tartışmasıydı. Batı, açık bir şekilde, onlardan dönmelerini değil ölmelerini istiyordu. Mevcut şartlarda Irak hem Türkiye hem de Batı için en ideal formül olarak öne çıktı.
Suriye’de kaybeden Batılı ülkeler sahadaki sapkınlarını Türkiye yerine Irak’a sürmeyi ve yeni bir Afganistan örneği olarak –daha sonra yenilerini imal etmek üzere- Irak’ı bu sapkınların imha mahalli olarak belirlemeyi tercih ettiler. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir kalıcı başarı gösterememiş bu sapkın güruhun 2000 – 2015 neslinin Suriye bakiyesinden kayda değer miktarı Irak sahasında imha edilecek. Buradan kaçmayı başaranlar ise Batı’nın av hayvanı ihtiyacını karşılamak üzere Afrika’ya sürülecek. Bu, Müslüman toplumların düştükleri cehalet çukurunun farkında olmamaları sebebiyle böyle olacak. Cehaletin ürettiği bu sapkın güruh bizlere çektirdikleri acıların karşılığını ukbada elbette görecek olsa da, Müslümanlar bu fitnenin başı olan başta Suudi Kraliyeti olmak üzere Körfez monarşilerine bir son verip yönetimi halkların eline verene kadar bunların şerrinden emin olamayacak.
Suriye’de şehit edilen binlerce masum, on binlerce asker ve yüzlerce Hizbullah mücahidi hem Suriye’de telef edilen hem de Irak’ta telef edilecek olan sapkınların yakasına “Din Günü”nde elbette yapışacak ama isterim ki, bu sapkınlara gizli ve açık yardım eden her Türk yetkili ve yardım kuruluşu yöneticisi de o gün derdest edilip hesaba çekilsin. Kimsenin hakkı kimsede kalmasın…
Gürkan Biçen / rasthaber